GELİBOLU’YU ANLAMAK

Gavrilo’nun Suçu Neydi? Birinci Dünya Savaşı’nı Yeniden Düşünmek (Tuncay Yılmazer)

 

Gavrilo Princip, sokağın başındaki kafede artık ümidini kesmiş bir halde beklerken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı Arşidük Franz Ferdinand ve eşinin bulunduğu otomobilin aniden karşısına çıkmasıyla çok şaşırmıştı. Oysa28 Haziran 1914’dekiSaraybosna ziyaretinin daha ilk saatlerindeArşidük ve eşine , Gavrilo’nun başka bir arkadaşı bombalı suikast girişiminde bulunmuş, korumalar yaralanırken kendileri kurtulmuşlardı.İkisi de hükümet konağına yaptıkları ziyaretten sonra yaralı korumalarını görmek istemişler, dolayısıyla güzergah değişmişti. Bu “son dakika” gelişmesinin şoförlerine zamanında haber verilmediği anlaşılıyor. Gavrilo’nunsilahını ateşlemesiyle zavallı veliahd prens ve eşikanlar içerisinde yığılırken , 19 yaşındaki tüberküloz hastası Sırp genci elindeki siyanür haplarını içemeden korumalar tarafından sımsıkı yakalanmıştı.

 

Tarih nerede olursa olsun bizleri yalnız bırakmaz. Zavallı veliahd prensin ( eğer varsa ) danışmanlarının Saraybosna’yı ziyaret için bu kadar kötü bir günün seçilemeyeceğini bilmeleri gerekirdi. Zira bu gün;Sırpların , 1389’da Kosova ovasında Osmanlı Sultanı I. Murad’ın ordusu karşısında perişan oldukları, her yıl öfkeyle andıkları o kara günün yıldönümüydü !

 

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdının ölümünün saray için çok fazla üzüntüye yol açmadığı söylenebilir.Haşarı prensin tahta layık olmadığı yaygın kanıydı saray çevrelerinde. Ancak Bosna’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılması için eylemler yapan “Kara El” örgütü üyesi bir Sırp milliyetçisinin silahından çıkan kurşunlar, milyonlarca insanın öleceği ya da yaralanacağı , başlangıçta Avrupa’yı sonrasında da tüm dünyayı saracak bir ateşin ilk kıvılcımlarıydı aslında.

 

Tarihçi John Keegan , Birinci Dünya Savaşı’nın trajik ama aynı zamanda gereksiz bir savaş olduğunu belirtir. Gerçekten de ekonomik ve sosyal açıdan son derece gelişmiş devletlerin Saraybosna krizini nasıl oluptabeş hafta gibi bir sürede diplomatik bir şekilde çöz(e)meyip yetişmiş genç nesillerini böylesi bir mücadele için kilometrelerce uzayan çamurlu siperlere sokması hâlâ dahatartışılmakta. Oysa son dönemde Avrupa’da olan gelişmeler yaklaşan büyük savaşın ayak sesleriydi aslında. Eric Hobsbawn’ın deyişiyle Avrupa’da “belle époque” nin ( Altın Çağ ) bitişiydi. Britanya krallığı , Almanya’nın özellikle son dönemdeki donanmasını yenileme konusundaki atılımlarını endişeyle izliyordu. İngilizler Alman donanmasının çıkış yolunun kendi sularından olduğunu, dolayısıyla kendi egemenliğinin de tehlikeye düşeceğinin farkındaydılar . Fransa , Almanlar karşısındaki 1871’deki o kahredici yenilginin , ve kaybettiği Alsace-Lorainne eyaletinin acısını taşıyor, günü geldiğinde hesabını sormanın yolunu arıyordu.Rus Çarlığı , 1905’deki Japon Yenilgisinden sonra toparlanma çabasındaydı ve Fransa ile ittifakını pekiştirmiş, aynı zamanda İngiltere’nin1908’de Basra körfezi üzerindeki üzerindeki haklarını kabul etmişti. St. Petersburg’un Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşayan Slav halklarının hamiliğine soyunması , Sırbıstan’ı her koşulda kayıtsız şartsız desteklemesi Habsburg hanedanının yönettiği kırılgan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun tepkisini çekiyordu.

 

Ve Almanya… Orta Avrupa’nın en büyük ve disiplinli, müttefik generallerinin gıpta ile

gelişimini izlediği Prusya ağırlıklı Alman kara ordusu savaş için çoktan hazırdı bile.(Alman Genelkurmayı’nın Rusya seferberliğini tamamlamadan Belçika üzerinden Fransa’ya saldırma şeklinde kısaca tanımlanabilecek Schlieffen planını 1899-1904 yılları arasında geliştirildiği, 1905’te son halini aldığı unutulmamalıdır. ) Bismarck’ın politikasını beğenmeyerek ipleri eline alan Wilhelm II, sömürgecilik yarışında ülkesinin de hak ettiği (!) yeri alması için daha dinamik bir politika izleyecekti. Özellikle Osmanlı Devletine yönelik dostane politikası , Osmanlı kamuoyunda da ve hatta İslam dünyasında kendisine sempati duyulmasınayol açacaktır. Balkan Savaşları ise Birinci Dünya Savaşı’nın ön provasıydı aslında. Doğu’daki yeni gelişmeler ülkelerin tarihsel isteklerinin gerçekleşmesi için fırsat doğurmuştur. Petrolün önemi yeni yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’na ait Irak bölgesinin önemli bir petrol yatağı olduğu biliniyordu. Fransızlar Suriye üzerinde hak iddia ederken, Rusların geleneksel parolası İstanbul’u almak, boğazlardan sıcak denizle inmekti.

 

Suikastin hemen ardından olan diplomatik girişimler, bir uluslararası krizinistenirse nasıl büyütülebileceğine,savaşa dönüştürülebileceğine dair çok çarpıcı örnekler içeriyor. Avusturya, müttefiki Almanya’dan aldığı “açık çek” leSırbıstan’a kabul edilmesi imkansız maddelerle dolu nota verirken , Moltke, Falkenhayn gibi savaş için yanıp tutuşan Alman generalleri Başbakan Bethmann Hollweg’e “eğer şimdi savaşa girilmezse Rusya’nın yeni başlattığı silahlanma programı ile çok kısa zamanda büyük bir tehlike haline geleceğini” anlatmakla meşguldüler. Fransızlar , Ruslara desteklerini zaten çoktan bildirmişlerdi. İngiltere , Belçika’nı tarafsızlığının ihlal edilmesini savaş nedeni sayıyordu. Temmuz ortasında Avusturya basınında Sırbistan sınırından ateş açıldığı, Avusturya topraklarına saldırılar olduğu haberleri çıkmaya başladı. ( Gerçekte ise böyle bir şey olmamıştı . Sınırdan ateş açıldığı haberleri tamamen uydurmaydı. )Ülkelerin kamuoyu savaşa hazırdı artık.Ünlü Psikyatrist Sigmund Freud , kendini ilk kez bu kadar Avusturyalı hissettiğini söyleyecek , Stefan Zweig 1914 baharında küçük bir Fransız kasabalarından birinde kız arkadaşıyla birliktefilm izlerken,KayzerWilhelm’in perdede görünmesiyle seyircilerin nefretle bağırdığını kaydedecekti. İngilizsavaş bakanı Lord Kitchener’in pala bıyıklı, kaşlarını çatmış bir şekilde işaret parmağını uzattığı korkutucu portresinin altında Your Country Needs You ( Ülkenin sana ihtiyacı var ) yazılı poster dünyanın ta öbür ucundaki Avustralya, Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonlarında bile asıldığında büyük heyecan uyandırmıştı. İnsanlar dalga dalga asker alma dairelerine koştular.

 

Modern savaşların anası olan Birinci Dünya Savaşı , militarizmle emperyalizmin kaçınılmaz çatışmasının gerçekleşmesiydi aslında.Yeni geliştirilen silah teknolojileriyle (kimyasal silahlar, makineli tüfekler, yüzen çelik kaleleri andıran dretnot adı verilen savaş gemileri, tanklar ) batılı ülkelerin birbirine karşı güç gösterisine dönüşecek, aylar geçtikçe tüm dünyaya yayılacaktı. Sonuç tam bir felâkettir. On milyona yakın can kaybı, harabeye dönmüş şehirler, çok daha önemlisi birbirine kin dolu ülkeler ve rejimler… Militarizmin, faşizmin bulaşıcı hastalık gibi yayılmasıyla yarım kalan hesabın görülmesi çok değil, yirmi yıl kadar sonra gerçekleşecekti.

 

Peki ya Osmanlı ?

 

Konunun bizi ilgilendiren yönü Osmanlı İmparatorluğu kuşkusuz. Amerikalı askeri tarihçi Erickson Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu’nun verdiği mücadeleyi “bütününe bakıldığında kayda değer bir destan” olaraknitelendirmiştir. Yazara göre 1913 yılındaki tükenmişliği, kaynak yokluğu, zayıf ulaşım hatları ve birçok cephede güçlü düşmanlarla karşı karşıya olunduğu göz önüne alındığında bu mücadele , büyük güçler karşısında elde edilmiş bir başarı hikayesidir. Gerçekten de seferberliğin ilan edilmesiyle Bab-ı Âli üzerine düşen tüm yükümlülükleri yerine getirecek, içinde bulunduğu tüm olumsuzluklara rağmen müttefikleri için elinden geleni yapacak, İran’dan Galiçya’ya , Filistin’den Çanakkale’ye çok sayıda cephede hem asker sayısı, hem de silah ve teçhizat açısından kendisinden kat kat üstün İngiliz , Fransız ve Rus ordularına karşı koyacaktı. Yakın zamanda Trablusgarp ve Balkan Savaşı’ndan hezimetle çıkmış, halkı ciddi derecede fakirleşmiş bir ülkenin böyle bir mücadeleyi sonuna kadar sürdürebilmesi şaşırtıcıdır. Tarihçi Erik J. Zürcher o dönem bütçeleri karşılaştırdığında Osmanlı Devleti bütçesinin 330 milyon florin iken İngiltere’nin 1.680 milyon, Fransa’nın 1.831 milyon, Rusya’nın bütçesinin ise 2.113 milyon florin olduğu belirtir ve haklı olarak şu soruyu sorar: “Bu ordu nasıl olmuş da bu kadar iyi bir şekilde bunca uzun süre dövüşebilmiştir?”

 

Savaşın kaybedilmesinin nedenleriçok çeşitli… Salgın hastalıklar, iaşe, mühimmat ve ulaşım yetersizliği, savaşın uzamasıyla birlikte halktaki bıkkınlık, giderek ağırlaşan ekonomik şartlar… Bütün bunların yanındasavaşın çok kötü yönetildiği gerçeğini de vurgulamak gerekli ne yazık ki. Devleti yöneten kadroların tecrübesizliği, komitacılık yapmakla ordular yönetmenin arasındaki farkı anlayamamaları en önemli etken. Neticenin ancak Almanlarla Fransız – İngiliz kuvvetlerinin çarpıştığı Batı cephesinde alınacağına inanan Enver Paşa yönetimindeki Türk genel karargâhının, Alman genel karargâhının alt birimi gibi çalıştığı, özellikle savaşın başlarında bağımsız birpolitika izleyemediğini de burada kaydetmek gerekli.Alman subaylarının Osmanlı ordusunda görev almasının yarardan çok zarar verdiği, hatta zaman zaman ciddi sürtüşmelere yol açtığı da gerçek. Kanal seferi ya daSarıkamış harekâtı gibi altyapısı iyi hazırlanmamış girişimler, Galiçya’ya seçme birliklerin gönderilmesi gibi o günün şartlarında siyaseten doğru gibi görünebilecek ancak askeri açıdan yanlış kararlar ( Aynı sıralarda Ruslar Erzincan’a girmek üzereydiler.) Osmanlı ordusunu bu uzun soluklu mücadelede ciddi ölçüde zayıflatmıştır.Bundan başka , sivil ve askeri bürokratların çoğunun adının karıştığı “vagon ticareti” gibi yüz kızartıcı karaborsa olayları ( ve tabiî ki bunun halkta oluşturduğu nefret ) yenilginin arka planındaki en önemli nedenlerdi.

 

İmparatorluğu oluşturan Türkler haricindeki halkların savaş uzadıkça bağımsız davranmaya çalışmaları ihanet, arkadan vurma olarak nitelendirilecektir kaynaklarda. Resmen olmasa da fiiliyatta Arap kökenli subaylara ayrımcılık uygulandığı iddialarının,4.Ordu komutanı ve Suriye Valisi Cemal Paşa’nın kendisine aksi yöndeki tüm uyarılara rağmen Arap aydınlarını astırmasının uyandırdığı nefretin , İngilizlerin bunu fırsat bilerek yaptıkları karşı propagandaların“Arap İsyanı” olarak bilinen kalkışmanın ana nedenleri olduğu söylenebilir. Bütün bunlar bizlere hiçbir olayın tek taraflı değerlendirilmemesi gerektiğini hatırlatır .

 

Kaybedilmesinin etkileri günümüzde bile devam eden, altı yüzyıllık bir devletin yıkılmasına yol açan, yakın tarihimizin bu en sarsıcı dönemini bütüncül bir bakış açısıyla inceleyenyeterince kaynak eser bulunduğunu söylemek zor. Tarihimiz adeta 1919’dan itibaren başlıyor, ondan önceki dönem; hain padişah ve çevresine toplanmış ülkeyisatmaya, batırmaya çalışan güruhtan şekillenen kötü bir binbir gece masalı gibi. Oysa Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerini görebilmek için ülkemizin içinde bulunduğu birçok dış politika (hatta iç politika) sorununa şöyle bir bakmak yeterli … Ermeni sorunu, Kürt Sorunu, Kıbrıs sorunu, Musul-Kerkük, Oniki ada, Ortadoğu sorunu … vs.vs.

 

Dünyayı kasıp kavuran bu büyük mücadelenin bitimindeözellikle ülkemizde görev yapan Alman subayların anılarının bir bir yayımlanmaya başlamasıyla Avrupa kamuoyunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki performansınıntamamen Almanlara bağlı olduğu görüşü perçinlendi. Örneğin savaş boyunca ülkemizde görev alan, Çanakkale Savaşı’nı kazanan 5. Ordu’nun komutanı, aynı zamanda 1918 Eylül’ündeki Filistin’de bozguna uğrayan Türk kuvvetlerinin komutanıMareşal Liman von Sanders anılarında Türk Genelkurmayına çok ciddi eleştirilerde bulunacak, savaş sırasında kazanılan birçok başarının neredeyse tamamını Alman subaylara mal edecekti. Keza militarizminbabası Alman Genelkurmay Başkanı Ludendorff’un da, yine başka bir Alman general Falkenhayn’ın daçok farklı düşündüğü söylenemez. Savaşın sonrasında yeniden şekillenen dünyada genç Türkiye Cumhuriyeti geçmişle bağlarını koparmak istemesinin de bu görüşün şekillenmesinde katkıda bulunduğu açık. İşin ilginç yanı başta Mustafa Kemal Bey olmak üzere yeni cumhuriyetin kurucu kadrosunun cepheden cepheye o meş’um günleri yaşayan kadro olmasıydı. Savaşı yönetenlerin çoğunun yurt dışına çıkması, ya da yeni kurulan devletle yıldızlarının barışmaması Birinci Dünya Savaşı’nın hakkıyla değerlendirilmesini engellemiştir.

 

Sanders’in, Ludendorff’un ve diğerlerinin görüşleri insafsız yargılardır. Unutulmamalıdır ki Osmanlı ordusu binlerce müttefik askerini çok sayıda cephede tutmuş, Almanların, Avusturyalıların yükünü hafifletmiştir. Bunun karşılığında aldığı yardımlar( asker, mühimmat vs.) son derece düşüktür. Liman Paşa’nın anılarına şerh düşen Genelkurmay heyetinin belirttiği gibi daha talepte bulunulmadan yardıma hazır olduğumuzu bildirmek mertlik zannedilmiştir.” İşte bugün sadakat ve fedakârlıklarımızın mükâfatı olarak elde ettiğimiz tek şey” diye yazar askeri tarih encümeni heyeti…

“…sonsuz zayiattan sonra sınırsız bir kadir kıymet bilmezlik!..”

 

Savaş 1918’in Kasım’ında kesin olarak sona erdiğinde kağıt üzerinde müttefikler kazanmış görünse de gerçekte kimin kazandığı belli değildir. Belli olan tek şey ülkeler arasındaki öfkenin, düşmanlığın daha da artması, savaşın geçtiği coğrafyalarda kaosun uzun süre devam etmesiydi. Sahi, hatırlasanıza… Sabık Osmanlı sadrazamı Said Halim Paşa , 1920’li yıllarda Malta’da sürgünde iken çeşitli devlet başkanlarına yazdığı mektupta Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda uzun sürecek karmaşayı doğru olarak öngörmemiş miydi ?

 

“…Siz Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra bıraktığı boşluğu (n yerini) hiçbir devletin, kurmayı düşündüğünüz Milletler Cemiyeti’nin alamayacağını , hiç birisinin üç kıtanın en karışık ve dağdağalı mıntıkasında Osmanlı Hakanlığı kadar adaleti, hakkı, nasfeti, musavatı temin edemeyeceğini göreceksiniz. Osmanlının elinden zorla, zalimce, haksızlıklar irtikap edilerek alınmış topraklarda huzur ve sükûn tesis edilemeyecek. Ne tarihî , ne ırkî , ne de dini kıstaslar, hakim kuvvetler mücadelesine mani olamayacak, kanlar dökülecek ve Osmanlı aranacak. Bunu sizin halefleriniz arasında itiraf edenler çıkacak. Çünkü Allah’ın adaleti gün olur hükmünü icra eder!”

 

Başta da söylediğimiz gibi, tarih bizi asla yalnız bırakmaz. Yıllar önce halledildiği zannedilen, üstü örtülen sorunlar gün gelir bütün rahatsız ediciliğiylekarşınıza çıkar. Birinci Dünya Savaşı ve sonuçlarını bu nedenle çok iyi bilmek, yeniden düşünmek gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu makale ilk olarak 2007 Yılında Kültür Dergisi 1. Dünya Savaşı özel sayısı’nda yayınlanmış, Fatih Güldal’dan alınan izinle siteye konulmuştur. Kendisine teşekkür ederim. (T.Y)

 

 

Kaynaklar:

 

1.John Keegan, The First World War, Vintage Boks, New York 2000

2.Holger H. Herwig, The First World War- Germany and Austria Hungary, Arnold, London, 1997

3.Eric Hobsbawn, İmparatorluk Çağı , Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003

4.www.firstworldwar.com

5.Edward E. Erickson ,Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, Kitap Yayınevi, 2003,İstanbul

6.Selâhattin Yusuf Tansel, Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak, Bursa 2007

7.Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri No:8 , İstanbul, 1968 ( Bu kaynaktan beni haberdar ettiği için sn Hanefi Bostan’a teşekkür ederim. )

8.Erik J. Zurcher , Savaş, Devrim ve Uluslaşma – Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi , İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul , Ocak 2005

9.Ramazan Balcı, Osmanlı’yı Yıkan Cephe, Filistin, Nesil Yayınları, İstanbul, 2006

10.Liman v. Sanders, Türkiye’de Beş Sene , ( Yay.Haz. Muzaffer Albayrak ) , Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2006

11.Em.Kurm. Albay Mehmet Lütfi Yücel, Hatıralarım, ( Yay.Haz. Arif S. Okay ) , İstanbul, 2006

 

16.336 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir