GELİBOLU’YU ANLAMAK

Avrupa Tarihi (Önder Kaya)

“Tarihi kazananlar yazar” sözünün bir gereği olarak Avrupa ya da nam-ı diğer “Batı”nın bakış açısını bilmek, batının yaşadığı tarihsel süreç hakkında bilgi sahibi olmak günümüzde her zamankinden daha da önemli. Zira halihazırda baskın olan dinsel, kültürel, siyasal eğilimler büyük ölçüde bu küçük kıtanın şekillendirdiği değerlerdir. Çağımızda bu denli etkin olan Avrupa’nın, nerede başlayıp nerede bittiği konusu da ayrı bir muammadır. Bundan dolayı bazı araştırmacılar Avrupa’nın özgün bir kıta dahi olmadığını, Asya’nın coğrafi bir uzantısı olarak kabul edilmesi gerektiğini dile getirirler. Yine coğrafi olarak bu kıtayla uzaktan yakında alakası olmayan Japonya, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi devletler batının bir parçası olarak kabul edilirken, topraklarının bir kısmı Ural dağlarının batısında bulunduğu için coğrafi anlamda Avrupa’nın bir uzantısı olan Rusya, batı dünyasının uzun bir süre dışında sayılmıştır. Hatta denebilir ki mensup oldukları Ortodoks mezhebi ve yaşadıkları tarihsel süreç farklı olduğu için Bulgar, Sırp, Arnavut gibi topluluklar da uzun bir süre “Avrupalı” tanımının dışında tutulmuşlardır. Buna karşılık Balkan toplulukları içinde yer alan Yunanlılar’a ise, Yeniçağ’dan itibaren Avrupa kültürünün oluşumuna önemli bir zemin hazırladıkları düşünüldüğü için ayrı bir önem atfedilmiştir.


 


Avrupa kültürü kendini, “öteki” olarak tanımladığı bazı uygarlıkların zıddı olarak takdim etmiştir. Hatta belki de bu takdimin köklerini eski Yunan ve Roma kültürlerine kadar taşımak mümkündür. Bu bağlamda Yunanlıların, eski çağlarda “barbar” olarak tanımladığı Makedonların lideri İskender’e, günümüzde sahip çıkması, trajikomik bir durumdur. Yeniçağ düşünürlerinden bazıları Avrupalılık kavramını tanımlarken doğu toplumlarına özellikle göndermek yapmış, batıyı “aklın egemenliği, bireyin özgürlüğü, liberal ve demokratik bir toplum” olarak betimlerken, doğuyu da tam tersine “gelenkesel, muhafazakar, kültürel bir kısır döngü içinde bocalayan, despotik bir toplum” olarak tanımlamıştır. Bu yaklaşımla birlikte doğal olarak, daha ilkçağlardan itibaren önce Yunan sonra Helenistik ve ardından da Roma uygarlıklarını besleyen Mısır, Mezopotamya, İran, Anadolu coğrafyalarında yaşayan farklı kültürler görmezden gelinmiştir. Yine ortaçağda yaşanan Haçlı seferleri süreci, sonrasında Yeniçağ başlarında tüm Akdeniz’e damgasını vuran Osmanlı varlığı aynı akıbete uğramış, Avrupa kendi kendini yaratan bir toplum olarak takdim edilmiştir. Osmanlı fetihleri şark despotizminin batıya sızma teşebbüsleri olarak lanetlenirken, batının emperyalist emellere doğuya hakim olma girişimleri medeni değerlerin taşınması, doğu halklarının uyanına ortam hazırlaması olarak sunulmuştur. Avrupa’nın doğusunda yer alan farklı toplulukların farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri, bunun neticesinde farklı değerler silsilesi oluşturdukları görmezden gelinmiş, tek doğrunun Avrupa merkezli fikirler olduğu dikte edilerek kültürel sömürgeciliğin tohumları atılmıştır.


 


Diğer yandan Avrupa da bir yerde, Doğu dünyası ve Türk toplumunun “öteki”sidir. Zira Türk tarihi kendi mazisini aktarırken sıklıkla Avrupa tarihine göndermeler yapar. Osmanlı tarihinin parlak evreleri, Avrupa’nın ahlaki ve kültürel açıdan iflasıyla bir arada sunulurken, aynı devletin çöküş evreleri de acımasız Avrupa kapitalizminin vahşiliğine mâl edilir. Öte yandan “Milli Tarih” yazımı içinde Avrupa’nın, öykünülen bazı özelliklerinin kökleri İslam öncesi Türk tarihinin çok eski devirlerinde aranır. Örneğin Orta Asya’da yaşayan Türkler köleci toplum yapısına karşı iken, Avrupa tarihi 18. yüzyıla kadar köle emeği üzerine yükselir. Romalılarda kadın, tümüyle kocasına tabii iken Orta Asya’da yaşayan Türk kadını, kocası ile eşit seviyededir. Ya da Avrupa laisizm ile ancak Fransız ihtilali ile tanışırken, Türk toplumu bu kavramla Tuğrul Bey’in 1055 Bağdat seferi sırasında tanışmıştır. Resmi söylemde ve ders kitaplarında da yer alan bu anlatıya göre Bağdat’a giren Tuğrul Bey, halifenin dini liderliğini tanırken, kendisi de dünyevi iktidarı üslenmiştir. Dolayısıyla mevcut gelişmeler ya da toplumları sosyal yaşam tarzı, yaşadıkları bölgenin iklimi, temel geçim kaynağı göz önüne alınmadan yapılan bu karşılaştırmalar afaki olmakla birlikte, batıya ve batılı değerlere duyulan hayranlığın da açık bir örneğidir. Bu tür yorumlar yaparken ilkçağ Avrupa topluluklarının tarımla uğraştıkları için köle gücüne ihtiyaç duyduğu, daha ziyade yarı göçebe yaşam tarzını ve hayvancılığı benimsemiş Orta Asya boylarının ise doğal olarak köleciliğe yabancı kalacakları unutulmamalıdır. Yine zorlu yaşam koşullarından dolayı kadın-erkek-çocuk demeden her an savaşa hazır olmayı mecbur kılan yarı göçebe yaşam şekli ile, üretim ve tüketim ilişkilerinin belli bir düzende seyrettiği şehir yaşamını karşılaştırmak da pek akıl kârı değildir.       


 


Tüm bu yönelimler Avrupa tarihinin ve bu anlamda Avrupa’nın farklı dünyalarla olan tarihsel ilişkilerinin bilinmesini zorunlu kılıyor. Ülkemizde Avrupa tarihini konu alan sınırlı sayıdaki kitabın önemli bir bölümü, genel okur kitlesi ile buluşamamakta. Bu sebeple Avrupa’nın tarihsel süreçte “ötekisi” konumunda olan doğu toplumları ile olan ilişkileri üzerine yoğunlaşan makalelerden meydana gelen bu kitap, genel okur kitlesi göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Makale konuları incelendiğinde yazıların ilkçağlardan yakın zamanlara kadar batı uygarlığının İslam dünyası, Çin, Amerika kıtası gibi farklı coğrafyalarla olan münasebetleri konusuna odaklandığı hemen fark edilecektir. Ya da Avrupa etkisiyle genel kabul gören şekli ile ifade edecek olursak yazılar daha ziyade Avrupa’nın Yakındoğu, Ortadoğu ve Uzakdoğu coğrafyaları ile olan temasları üzerine yoğunlaşmıştır. Buradaki uzaklık kavramlarının da Avrupa merkeze alınarak oluşturulduğu pek çoğumuzun malumudur.


 


Bu çalışmanın ortaya çıkmasında pek çok kişi ve kurumun desteği vardır. Bu anlamda özellikle İSAM, Bayezid Devlet, Robert Kolej, Fransız Anadolu Araştırmaları, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kütüphanelerinin çalışanlarına verdikleri destek için teşekkür ederim. Her çalışmamda bana gerek kaynak gerekse de fikir konusunda destek olan, birikimlerini benimle paylaşan Emin Nedret İşli, ve Halil Bingöl’e, görsel malzeme konusunda ellerindeki koleksiyonu her zaman istifademe sunan Nasen Can, Levent Safran ve Halit Ömer Camcı’ya da sonsuz teşekkürler. Sevgili öğrencilerimin derslerde sorduğu sorular ve meraklarının yoğunlaştığı konular da, yazı konularının belirlenmesinde önemli ölçüde etkili oldu. Son olarak okul ile kütüphane arasındaki yoğun tempom nedeniyle birlikte geçirdiğimiz vakitlerden çalarak bu eseri hazırladığım çok sevgili eşim Nejla ve oğlum Erdem’e içten sevgi ve minnet duygularımla…


 


Avrupa Tarihi – Önder KAYA


Timaş Yayınları


327 sayfa


İstanbul – Ekim 2011

9.803 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir