Tarih boyunca bazı meslek erbabı işlerinin saygınlığı ile ön plana çıkarken, bazı meslek mensupları da hakir görülmüş, hem sağlıklarında hem de öldükten sonra toplum hayatından dışlanmışlardır. Osmanlı Devleti’nde padişahın ve diğer yüksek rütbeli kişilerin verdiği idam cezasını yerine getiren cellatlar da bu ikinci meslek zümresine dahildir.
Cellat kelimesi Arapça bir kelimedir. “Kırbaçlayan, eziyet eden” anlamına gelen bu kelime, daha çok idam cezalarını infaz eden görevlileri nitelemek amacıyla kullanılırdı. Romalılarda idam cezaları ilk zamanlar halktan kişiler tarafından yerine getirilirken sonradan bu görev için özel kişiler vazifelendirilmişti.
Türk-İslam dünyasında pek çok kurumda zirveyi yakalayan Osmanlı Devleti zamanında cellatlık kurumu da profesyonelleşti. Cellatların genel olarak soy bakımından Hırvat dönmesi ya da çingeneler arasında seçildiği bilinmekteydi. 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı sarayında cellatlar kullanılmaya başlanmıştı. 16. yüzyılda ise padişahın özel koruma görevini üslenen dilsizler, aynı zamanda bu uğursuz işi de üslenmişlerdi. Yükseliş Döneminde ise sarayın hizmeti görevini yerine getiren Bostancı Ocağı’nın bünyesinde bir cellat ocağı kuruldu. 17. yüzyılda bu ocağa bağlı cellat sayısı 5 iken bu sayı giderek artmış ve bir yüzyıl sonra 70’e ulaşmıştı. Cellatların başında yer alan “Cellatbaşı” Bostancı Ocağının lideri konumundaki Bostancıbaşına bağlıydı. Ocağa gire cellat adayları, ilk zamanlar usta bir celladın yanında “yamak” olarak görev alırlar, ardından da cellatlığa geçerlerdi.
Osmanlı Tarihi ile ilgili günümüze kadar ulaşan eserler içinde ismi ön plana çıkan birkaç cellat vardı. Bunların en ünlüsü ise Sultan İbrahim’in de celladı olarak bilinen Cellat Kara Ali idi. Kara Ali, Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olaylar sırasında ilk olarak, ayaklanan yeniçerilerin fellik fellik aradığı Sadrazam Ahmet Paşayı boğmuştu. Ahmet Paşanın cesedi sürüklenerek At meydanına (bugünkü Sultanahmet meydanı) getirildi ve burada küçük parçalara bölündü. Bundan dolayı da tarihe Hezarpare (Bin parça) Ahmet Paşa adıyla geçti. Kara Ali tarafından gerçekleştirilen ikinci ve asıl önemli idam ise Sultan İbrahim’in boğulması hadisesiydi. Osmanlı tarihinde cellatların en mahiri ve soğukkanlısı olarak bilinen Kara Ali, Sadrazam Sofu Mehmet Paşanın emri ile Sultan İbrahim’i boğmak amacıyla bulunduğu hücreye girmiş, ancak eski velinimetinin haykırışlarına dayanamadığı için odadan kaçmıştı. Sadrazam Sofu Mehmet Paşanın değnek vurarak içeriye soktuğu Kara Ali, gözyaşları içinde ve yamaklarının da yardımıyla infazı gerçekleştirecekti.
Osmanlı Devletinde idam cezalarının tatbik edilmesinde de bir hiyerarşi söz konusuydu. Herşeyden önce cellatbaşı, sıradan idamların infazı ile ilgilenmez, bu işi diğer cellatlara bırakırdı. Cellatbaşının görev alanı ise daha çok üst düzey devlet görevlileri idi. Bu tür idamlarda cellatların bağlı bulunduğu Bostancı Ocağının yöneticisi konumundaki Bostancıbaşı ya da çavuş denilen yüksek rütbeli memurlar da hazır bulunur ve idam emrini ilgili kişiye okuyarak teselli telkin eden sözler söylerlerdi. Sonrasında da iş, cellatbaşına havale edilirdi. Cellatlarla kurbanları arasında ilginç diyaloglar da gerçekleşmekteydi. Sözgelimi İkinci Viyana Kuşatmasında bozguna uğradığı için Sultan 4. Mehmet tarafından hakkında idam fermanı çıkarılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, idamından biraz önce namazını kılmış, vücudunun toprağa düşmesi için odasının içinde bulunan kilimleri toplatmış ve sonrada cellada dönerek “işini maharetle ve çabucak” yapmasını tembihlemişti.
Eğer idam edilen kişi İstanbul dışındaysa genelde başı cellat tarafından itina ile kesilir ve yolda bozulmaması ve emrin yerine getirildiğinin ispatı amacıylada içi bal dolu bir torba içine konarak başkente ulaştırılırdı
Sıradan insanlar ise adi bir suçtan dolayı idama mahkum edilmişlerse genelde halka ibret olması amacıyla suçu işledikleri yerde ya da Fatih’te, Yavuz Selim camisinin alt tarafında Haliç’e yakın bir bölgede yani Parmakkapı’da asılarak idam olunurlardı. Osmanlı ordusunun en itibarlı birimi olan Yeniçeri Ocağının neferleri ise idam cezasına çarptırıldıklarında sıradan cellatlar tarafından değil, ocak içinden yetişen cellatlarca ve başları cellat satırı ile vurularak idam olunurlardı.
Siyasi bir suçtan dolayı idam edilen kişinin kellesi ayrıca Topkapı Sarayı içerisinde yer alan, Bab-ı Hümayun ve Babüsselam arasında Birinci Avlu olarak adlandırılan yerdeki çeşmenin önünde, bir taşın üstünde sergilenirdi. Bu çeşmenin önüne kesik kelleyi getiren cellat önce kelleyi bir güzel temizler ardından da çeşmenin önünde yer alan ve “İbret Taşı” olarak adlandırılan sütunun üzerinde sergilerdi. Başın sergilendiği yerin adından da anlaşılacağı gibi bundan amaç gelen geçenlerin ibret almasıydı. İşini bitiren cellat kullandığı malzemedeki kanı, yine bu çeşmede temizlerdi. Bundan dolayı da çeşme “Cellat çeşmesi” adı ile anılırdı. Cellatlar da bu çeşmenin hemen arkasında yer alan koğuşlarında ikamet ederlerdi. Çeşme bugün de ayaktadır. Fakat lülesi koparılmış olup harapça bir haldedir. O kadar mahzun bir hali vardır ki insanın bu çeşmenin bir dönem nice kanlı sahnelerin biricik şahidi olduğuna inanası gelmez.
Cellatların Mezarlığı
Eyüp Sultanı kuşbakışı en güzel göreceğiniz yer hiç şüphe yok ki Pier Loti’dir. Kahveye çıkarken yürüdüğünüz mezarlık yolu, o müthiş manzara ile birleşince insanda tuhaf duygular uyandırır. Pier Loti’ye geldiğinizde durmayıp yolunuza devam ederseniz Karyağdı Baba tekkesine ve türbesine ulaşırsınız. Bu türbenin yaklaşık 100 metre ilerisi ise sizi Osmanlı tarihinin en ilginç mezarlık alanlarından birine götürür. Burası “Cellat mezarlığı”dır.
Belki de yaptıkları işten dolayı cellatlar, eski İstanbul’un en uç noktalarından biri olarak kabul edilen Karyağdı tepesindeki bu ıssız mezarlığa gömülürler, diğer fanilerin mezarları ile karıştırılmazlardı. Yine Eyüp mezarlığındaki mezar taşlarında ölen kişinin künyesi hakkında yazılı bilginin yanı sıra mezar taşının üzerindeki işaretlerden mevtanın mesleği ya da mensup olduğu tarikat hakkında da bilgi edinebilirsiniz. Sözgelimi Mevlevi külahı ölünün Mevleviliğine, savaş topu işlemesi Topçu Ocağına mensubiyetine ya da açık bir kitap ilim ehlinden oluşuna işaretti. Fakat cellatların mezar taşlarında mesleklerine ya da yaşamlarına dair en ufak bilgi bulmak imkansızdır. Zira bu mezar taşları son derece kaba ve dayanıklı yontulmamış taşlardan ibaretti. Bu taşlardan tespit edebildiğim kadarıyla cellat mezarlığında sadece dört tane kalmıştır. Resimde de görüleceği üzere bu taşlar bugün diğer mezartaşlarının arasında kaybolup gitmiştir. Cumhuriyet ile beraber cellatlara mahsus bu mevkiye de cenaze gömülmeye başlanmasıyla bir zamanlar toplum tarafından dışlanan bu uğursuz sınıfın memurlarının mezarları, diğer fanilerin mezarları arasında kaybolup gitmiştir. Dolayısıyla cellat ile kurban birbirine karışmıştır.
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisinde bu mezar taşlarının boyunu 1.70-1.90 cm. arası olarak verir ki bu ebata uyan mezartaşı sadece bir tanedir. Diğer taşlar kırılmış ya da toprağa gömülmüştür. Yine Koçu aynı maddede Cellat mezarlığına 1950’den beri gidemediğini ve akıbetini merak ettiğini de kaydeder. Yukarıda da ifade ettiğim gibi taşlardan tespit edebildiğim kadarıyla dört tanesi halen yerindedir. Ama bu taşların bilinçsiz birer kaya parçası olarak algılanıp bir şekilde gürültüye gitmesi de an meselesidir. Zira taşlar ve mezarlık hakkında hiçbir açıklayıcı bilgiye rastlanamamıştır. Yaptıkları iş nedeniyle toplum hayatından soyutlanan bu insanlardan kalan birkaç yadigara sahip çıkılmalıdır.
Tanzimat Devri padişahı Sultan Abdülmecit zamanında sarayda cellat bulundurulması geleneğine son verilmiş ve böylece Cellatlar Ocağı da sessiz sedasız ortadan kalkmıştır.