Bir adam ağır ağır, nazik bir üslupta, yumuşak bir ses tonunda konuşur. Sesinin tonu kendinden o kadar emindir ki, bahsettiği meseleye hâkimiyeti kadar bu ses tonunun güvenilirliğinden de etkilenirsiniz. İlber hoca konuşurken bende bıraktığı etki budur. İlginç olan, İlber hoca yazarken de aynı üslupta yazar. Sanki karşınızdadır, bir yere oturmuş, sohbet ediyorsunuzdur. Her ne kadar bahsedeceğim kitabına yönelik olarak, tarih alanında, özellikle de Tanzimat ve Osmanlı modernleşmesi konularında ön bilgisi olmayanlara ağır geleceği yönünde eleştiriler var ise de ben buna katılmıyorum.
“İmparatorluğun En uzun Yüzyılı” ilk olarak 1983 yılında basılmış. 1995’e kadar dar bir çerçevedeki tarih meraklıları haricinde çok ilgi gördüğü söylenemez. İlber hocanın Osmanlının 700 yılı kutlamaları vesilesi ile yaptığı çıkış sonrasında hem genel olarak Osmanlı tarihine hem de İlber hocanın eserlerine yönelik ilgi çok arttığını görüyoruz. 1983’den 1995’e kadar 3 baskı yapmış olan bu kitabın 1999–2006 arası dönemde 21 baskı yapması da bunun ispatı gibi.
Osmanlı tarihi ile ilgilenenler genellikle imparatorluğun en görkemli dönemiyle yani 15 -17. yüzyıllarla ilgilenirler, bu dönemden sonrası ise alelacele kapatılmak istenen bir hesap gibi kolaylıkla tasviye edilir ve oradan cumhuriyete geçilir. Oysa imparatorluk cumhuriyete birçok kurum bırakmıştır; parlamentarizm, üniversite, eğitim sistemi, maliye sistemi, basın başta olmak üzere. Dolayısı ile kitabın arka kapağında da değinildiği gibi, “Günümüz Türkiye’sinin sorunlarını ve dinamiklerini kavramak, ülkenin dünya konjonktüründeki yerini olanca açıklığıyla görebilmek için başvurulabilecek en vazgeçilmez kaynak, 19. Yüzyıl’da Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı serüvendir.”
İlber hoca kitabın giriş bölümünde Osmanlı modernleşmesinin Tanzimat devri ile sınırlanamayacağı, daha eskiye uzanan bir olgu olduğunu belirtir. Osmanlı modernleşmesinin Avrupalılar ile ani karşılaşmaktan kaynaklanan bir şok da olmadığını savunan yazar, Osmanlı coğrafyasının tarihi boyunca Avrupa coğrafyası ile siyasi ve iktisadi yönden bir beraberlik içinde olduğunu söyler. Her toplumun zaman akışı içinde değişim geçirdiğini, Osmanlı’nın doğuşu ve yükselişinin ise tarihin hızlandığı bir döneme rastladığını, devletin klasik dönemi diye ifade nitelenen ilk dört yüz yılda bile dil, kültür, din, idari, askeri ve mali yapıda değişmeler olduğunu vurgulayan İlber hoca, Osmanlı modernleşmesinin sadece Osmanlı Türkiyesini değil, “diğer Müslüman toplumları da kapsadığını” ifade eder.
İlber Hoca Osmanlı toplumun modernleşmesini modernleşmenin klasik tarifi olan “gelişmiş toplumun özelliklerinin gelişmemiş toplum tarafından alınması” (mimétisme) gibi bir tümce ile anlaşılamayacağını savunur. Hocaya göre modernleşme olgusu kaba bir deyişle var olan değişmenin değişmesidir. Osmanlı ülkesinde modernleşmenin salt değişen dış dünyanın etkisiyle olmadığı söyleyen İlber hoca “yaşamın var olan kalıplarının kırılmasının yalnız buhar medeniyetinin, limanlar, demiryolları ve bankaların eseri değildir. Şark kendi bilincinde de, yaşadığı zaman çizgisinin, değişen çevre ve dünyanın farkına vardı” diyerek daha bütün bir paradigma değişimine vurgu yapar.
Bu bağlamda da Osmanlı insanının 18. yüzyıldan beri dil öğrendiğini, zaman ve mekan bilincinin değiştiğini, yani yeni bir tarih bilincinin uyandığını, yeni bir aydın kesiminin oluştuğunu ve bu aydınların da dünya tarihi ve coğrafyasını tanımaya, çevresini değiştirmeye başladığını belirtir.
Modernleşme Avrupa ile direk alakalı bir mesele olduğundan İlber hocanın Batı – Batılılaşma ile ilgili görüşleri de çok önem arzediyor. Şöyle diyor İlber hoca:
“Batı nedir? Bugün bu soruya Avrupa diye cevap verenlerin yanında Amerika, dahası Japonya diye cevap verenler var. İşe sanayi imparatorluklarının bilânçolarıyla bakınca Japonya Batı’ya girer. Parlamentarizm diye bakınca Sarklığın prototipi diye gözlenen Hindistan niye Batı olmasın ki? Kavram kalıplarını böylesine yaymaya devam edince en sarsılmaz mütearifelerin bile yetmezliği görülür. En yaygın tarif şu: Batı uygarlığı Helen-Hıristiyan bir uygarlıktır. O zaman Ortadoğu’daki Nasturileri ne yapalım? Kendileri Batı’nın en eski Hıristiyanları kadar Hıristiyan olup, Helen dili ve düşünce yöntemiyle de Avrupa’dan çok daha önce temasa geçmişlerdir ve hatta o dilin ardındaki düşünce ve yöntemle de.. Hele yanı başlarındaki Süryaniler için bu keyfiyet hiç tartışma götürmez. [..] Batı uygarlığının Hıristiyan kanadını Protestanlıkla özdeşleştirme yanlıları da var. Ancak bu görüş sahiplerinin talihsizliği şudur: Protestanlık ortaya çıktığında Batı uygarlığı denen şey çoktan tarihin fırınından çıkıp kalıplara dökülmüştür. (s.18)
Kitap sonuç kısmıyla birlikte 8 bölümden oluşuyor. Bunlar sırasıyla; “Alemdar Sultan Mahmud ve Kavalalı”, “Osmanlı Uluslarının Yeniçağı”, “Osmanlı Tarihinde Babıâli Asrı”, “Aydın Mutlakıyet ve Merkeziyetçi Reformlar”, “Laik Hukuk ve Eğitim Gelişimi”, “Reformcuların Çıkmazı”, “Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu” ve “Sonuç”.
Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşanın reformcu padişah III. Selim’i tekrar tahta geçirme çabası, II. Mahmud’un tahta geçişi ve faaliyetleri, İlber Hoca’nın “Otaokratik Gelişme” dediği, sanayi devrimini gerçekleştiren Batı toplumunun gelişimine yetişme çabası olarak bilinçli ve uyarılmış gelişme faaliyetleri sergilenmesi ve bunların dönemin Rusyasının aynı minvaldeki faaliyetleri ile kıyaslanması, ulusalcılık hareketlerinin analizi, bunların modernleşmeye ve imparatorluğun yıkımına olan etkileri, Hatt-ı Hümayunun okunması ile Babıâli’nin gerçek hükümet döneminin başlaması, Osmanlı’nın geleneksel devlet tipinden, modern merkeziyetçi devlet tipine geçiş süreci ve bu süreçte idareyi güçlendiren yenilikler, değişime uyabilmek için laik hukuk ve eğitim alanında yapılan faaliyetler, reformların ve değişimin ekonomik alandaki olumsuz etkileri ilk bölümlerde öne çıkan konulardan bazıları.
Tüm bu süreçler işlerken Osmanlı’nın yönetim felsefesi olarak tebaya bakışına da şu sözlerle vurgu yapıyor İlber hoca:
“19 yy.ın otokratik yönetimi sanayi, tarım, ticaret ve eğitimde güdümlü bir gelişme politikası izlemiştir ve tebaya 17.-18. yy monarşileri gibi bir sürü olarak değil, zabturabt altına alınması gerekli, ama kanun ve düzenin güvencesi altında yaşamaya ve daha insanca muameleye hak kazanmış bir halk olarak bakar. Sultan II. Mahmut’un şu sözleri anlamlıdır: ‘Saltanatın millet için dehşet ve korku kaynağı değil, destek olmasını isterim.’ “
“Reformcuların çıkmazı” başlıklı bölümünde 1854’te ilk dış borçlanma, borçların zamanında ödenememesi, bunun neticesinde Duyun-u Umumiye’nin kurulması ve bunun sonuçlarına değinen Ortaylı, Osmanlı iktisadi yapısına ve bankacılığa değindikten sonra 19. yüzyıl dünyasının gerektirdiği siyasi ve idari yapıyı kurmak için çabalayan reformcuların, çağlarına uygun olmayan bir iktisadi yapı devraldıklarını, bir başka deyişle, dünya görüşleri uygarlık anlayışları ve devlet gelenekleri arasındaki çelişkili yolun, iktisadi engelleri aşamadığını belirtiyor. Hoca’ya göre “Osmanlı modernleşmesinin çıkmazı” da bu oluyor..
“Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu” başlığı taşıyan son bölüm ise oldukça önemli. “Modern çağın toplumları artık tarihi yaşamayıp, yapıyorlardı. Tanzimat aydınları da tutucu yöneticisinden muhalif yazarına kadar çağdaş dünyada varolmak için değişmek ve olaylara yön vermek gerektiğini anlamıştı” diyen Ortaylı, Tanzimat aydınlarını yaygın eleştirilerin aksine oldukça iyi hasletlerle değerlendiriyor. Hatta öyle ki cumhuriyetin ilk yıllarında Tanzimat aydınları gibi adamlarımız olsaydı ülkenin bugün çok daha ileri bir konumda olacağını iddia ediyor. (İnsan bazen İlber hocanın tarihten çıkıp gelmiş kudretli bir Babıali bürokratı olduğunu düşünmüyor değil.)
Sonuç bölümde Genç Osmanlılara da değinen Ortaylı, kitabı şu cümlelerle bitiriyor:
“Tanzimat dönemi XI. yüzyıldan beri Batı ile ilişkide olan, çarpışan bir toplumun, iktisadi, sınaî Batı uygarlığı karşısındaki bir direnişidir. Örnek yoktu, bu alanda da ecdadımız bir öncülük yapmak ve yeni dünyanın şartlarına uymak zorundaydı. [..] Uzun ve sancılı bir asır halen sürmektedir. Hüküm vermek tarihçi için zordur, çünkü Tanzimat devri tarihinin geniş coğrafya üzerindeki kavimlerin tarihidir, kapanmış bir bilinç değil, dramatik gelişmelerle halen yaşayan bir tarihtir”
Kitapta anlatılanlar, Osmanlı’nın, okullardaki tarih kitaplarında, anlatılmayan, adeta kayıp addedilen ama aslında çok önemli olan bir dönemine ışık tutuyor. Tarih okumalarında ve yorumlarında yeralan beylik yargılara Hoca’nın cümlelerinde rastlayamazsınız, derinlemesine ve titiz bir araştırmanın, yılların birikiminin damıtılmışıdır o satırlar.
“İmparatorluğun en uzun yüzyılı”.. Halihazırda okunan ya da elde okunmayı bekleyen ne varsa hemen bırakılmalı, bu kitap okunmalı; hem geçmişi hem de bugünü anlayabilmek için..