Sezonun favori konusunda sahne sırası Yeşim Sezgin imzalı ‘Çanakkale 1915’te. Film hamasi bir milliyetçiliğe soyunurken, ‘Görüntülü Çanakkale Savaşı’ olmaktan öteye gidememiş
Bazı filmler bizi ‘Sözün bittiği yer’e getirip bırakıyor. Örnek vermek gerekirse ben Peter Weir imzalı ‘Gallipoli’den (Gelibolu) sonra ‘Çanakkale meselesi’nde söylenecek pek bir şeyin kalmadığı kanaatindeyim. Çünkü bu başyapıt bir kere hem söz konusu savaşın özeline hem de genel bir çerçeve içinde meselenin emperyalist bir dünyadaki yerine son derece doğru bir bakış açısıyla yaklaşıyordu. Sahi, İngiliz subaylar çadırlarında beş çaylarını yudumlarken Avustralyalı ve Yeni Zelandalı gencecik fidanların Gelibolu kumsallarında hayata veda etmelerinin ne anlamı vardı? Weir’ın filmi, Anzak gençliğinin, sömürge tarihinin belki de en büyük ustası sayılan İngilizler tarafından, “Türkler buraya kadar gelip vatanınızı işgal edecek” yalanıyla kandırıldıklarını gösteriyordu.
Weir’ın filmi 1981’de çekilmişti. 31 yıl sonra aynı sulara geri dönüyorsanız, kuşkusuz duvara yeni bir taş koymalısınız. Bu sezonun favori konusu olan ‘Çanakkale Savaşı’ serisinin ikinci adımı olan (ilki malum Sinan Çetin imzalıydı) ‘Çanakkale 1915’, ne yazık ki yeni bir taş ya da tuğla koyma konusunda son derece eksik kalıyor. Evet, Weir bir Avustralyalı olarak “Orada ne işimiz vardı?”yı soruyordu, Yeşim Sezgin imzalı ‘Çanakkale 1915’ ise ‘Orada ne işleri vardı?’dan çok ‘Onlara hadlerini bir güzel bildirdik’in peşine düşüyor. Elbette bu bir tercih meselesi ama film bu tercihin üstesinden gelme yolunda, bırakın derinleşmeyi yüzeysel bir sosyolojik arka planı bile dert etmiyor. Aksine sırtını aksiyon sahnelerine dayayıp fona yerleştirdiği türküler, mehter marşı ve de ilahiler eşliğinde, milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu bu günlerin ruhuna uygun bir formatla huzurumuza çıkıyor.
İlkokul düzeyinde bilgiler
Turgut Özakman’ın senaryosundan çektiği filminde yönetmen Sezgin, prodüksiyon açısından sırıtmayan, hatta beklentilerin üzerinde bir iş çıkarmış. Özellikle de kostüm tasarımları son derece etkileyici. Ama bu yan sokaklardaki başarı asıl dert edinilmesi gereken kalıcılık, savaşı doğru dürüst okuma, meseleye daha serinkanlı bakma, tarihsel bir perspektifin içine oturtma gibi alanlarda elde edilememiş. ‘Çanakkale 1915’, iki saati aşkın zaman diliminde Turgut Özakman’ın ‘Resimli Osmanlı Tarihi’nden mülhem, ‘Görüntülü Çanakkale Savaşı’ olmaktan öteye gidememiş. Film boyunca önce ekranda bir yer ve mekân yazısı beliriyor, sonra da bu yazının görsel ifadesini izliyoruz. Bütün bu süreçte de ta ilkokul tarih kitaplarından bu yana zihinlerimize yerleşmiş bazı görüntüler de canlandırmasına şahit oluyoruz. Film, özellikle de Mustafa Kemal’in Yarbay rütbesiyle mücadele ettiği savaşta, imgesel olarak kuşaklar boyu belleğimize kazınan tarihi kadrajları, bir kez de kendisi perdede yaratma işlevine soyunuyor.
Öte yandan ortada Turgut Özakman imzalı, bildik ya da bilmedik bir sinema mantığına çok da uygun olmayan bir senaryo varmış anlaşılan. Çünkü film, hiçbir karakter analizine soyunmadan, el attığı birçok öyküden hiçbirini öne çıkarmadan, herhangi bir ansiklopedide bulacağınız genel Çanakkale Savaşı bilgilerini arka arkaya sıralıyor. Bu da perdede meseleye ilişkin özel bir filmden çok, ‘Canlandırma sineması’na yakın bir seyirlik izliyoruz hissiyatıyla bizi baş başa bırakıyor. Tüm bu süreçte de bir kere beni ikna etmeyen şey, daha ilk karelerden itibaren subayların askerleri sürekli empoze etmek istediği, ‘Vatan sevgisi’ ve bu sevgi için savaşmak gerektiği fikri oldu. Çünkü tarihsel bir perspektiften bakıldığında, zaten savaşmak o dönem insanı için bir geleneğin devamı. Dolayısıyla sizin o insanları savaşmaya özendirmek için özel bir çabaya soyunmanıza ihtiyaç yok. Savaş fikriyatını zihinlere sokmak asıl bugün problem! Çünkü biz, savaşın anlamsızlığını, gereksizliğini, niçin ve ne adına yapıldığı biliyoruz. ‘Çanakkale 1915’ başlar başlamaz bu türden kendi içindeki çelişkileriyle seyircisini meseleye dahil etmeye çalışınca, ‘Dakka bir’ inandırıcılığını yitiriyor’. Daha sonra da kaybettiği irtifaya yeniden yükselmekte zorlanıyor.
Bence ilgili gibi duran bir-iki notla devam edelim: Alman general Liman von Sanders’in durumu, filmdeki yansımasıyla Türkiye Ligi’ni bilmeden, tanımadan görev yapan yabancı teknik direktörlere benzemiş. Hikâyenin bir yerinde, karakterler kendi aralarındaki konuşmalarda, “Sömürgecilere ders verdik” diyor, elbette bu filmden her konuda fikir belirtmesini bekleyemeyiz ama Osmanlı da bir sömürge imparatorluğuydu, ‘Yükseliş dönemi’nden yok olana kadar sömürdüğü topraklardan geriyi doğru gelerek sonuçta bize şimdi yaşadığımız coğrafyayı miras bıraktı. Öte yandan ‘Çanakkale Destanı’nın en önemli figürlerinden ‘Seyit Onbaşı’nın 215 okkalık mermileri üç kez kaldırarak namlunun ucuna sürmesi filmde o kadar saçma sahneler eşliğinde verilmiş ki (Seyit Onbaşı burnundan kan gelerek mermileri taşırken etraftakiler sadece olan biteni seyrediyor), doğrusu insan bu tarihsel imgenin zihnindeki yeriyle oynanmasına isyan etmeden duramıyor!
Kadınlar ve milliyetçilik
Gelelim benim için şaşırtıcı bir noktaya daha. Doğrusu ‘Çanakkale 1915’ türü hamaset ve milliyetçilik gazıyla dolu bir filmin, bir kadının elinden çıkmasını aklım almıyor. Belki de kadına bakışımda bir sorun var, bilemiyorum. Ama kendilerine yönelik şiddetin bu denli hayatı sarıp sarmaladığı, erkekleri tarafından hayatı sonlandıran kadınların öykülerine hemen her gün tanık olunan bir coğrafyada, bir kadının bu denli erkeksi bir hikâyeye niye el attığını doğrusu ben çözemedim. Evet, Çanakkale destanı sonuç olarak bir savunma, bir kurtuluş mücadelesiydi ama karşımıza gelen film bence çok ‘Erkeksi’. Öte yandan dışarıda da bu tür örnekler var; mesela Oscar’lı ‘The Hurt Locker’ ve yönetmeni Kathryn Bigelow. Filmi Oscar aldıktan sonra yaptığı konuşmada Bigelow’un, “Bu ödülü Irak, Afganistan ve dünyanın değişik ülkelerinde bulunan Amerikan askerlerini, hatta itfaiyeciler de dahil bütün üniformalılara adıyorum” demesi belki filmini değil ama kendisini defterden silmeme neden olmuştu. ‘Çanakkale 1915’ gibi hamaset kokan bir filmin bir kadının elinden çıkması da beni bu türden düşüncelere sevk etti.
Sinan Çetin’in Çanakkale yorumunu izlemedim ama beğenene de rastlamadım. Bundan sonraki adımlarda Serdar Akar imzalı ‘Çanakkale’yi ve Mahsun Kırmızıgül imzalı ‘57. Alay’ var. Kırmızıgül’den pek umutlu değilim, umarım Akar’ın çalışması en azından Peter Weir’ın ‘Gelibolu’suna yakın bir çizgide seyreder. İçinde bulunduğumuz manzara itibariyle zamanında burun kıvırdığımız Tolga Örnek imzalı ‘Gelibolu’ belgeseli de başyapıt gibi duruyor.
Yazının linki: