GELİBOLU’YU ANLAMAK

İnsansız Tarih ( Zümrüt Sönmez )

 


 


Bugün yaşadığımız ve tartıştığımız meselelerin sacayaklarının bundan yıllar, hatta yüzyıllar öncesine uzandığını çoğumuz biliriz. Ancak buna rağmen ilk kez başımıza geliyormuş gibi çaresiz, hazırlıksız buluruz kendimizi. Bu durum eskilere dair bilgilerimizi birer tecrübe olarak içselleştiremediğimizi gösterir.


 


Geçmişe tutacağımız aynaya yansıyan geleceğimizdir ancak çoğu zaman bugünü dünle bile ilişkilendiremeyiz. Tarih bugünü çözümleyen etkin bir unsur değil, kaskatı kesilmiş bilgiler yığını haline gelir. Her dönem siyasi-politik tutumumuz, değer yargılarımız, hatta kullandığımız dil ve kavramlarımızla şekillenen tarih algımız bugünü anlamada yeterince etkin değildir. Bugünkü tasavvurlarımızla dönüştürdüğümüz geçmişimiz aslında bugünü şekillendiren en önemli faktördür. Ancak ne yazık ki tarih geleneğimiz, onu devlet-kurum ilişkilerine, bilimsel soyutlamalara hapsedip, topluma ve özellikle de birey olarak insana dair unsurları konusu dışında bırakır.


 


Tarih yazımının tüm zamanlardaki seyrine göz attığımızda, dünyada tarih eğitimini şekillendiren anlayışların büyük ölçüde, dönemin hakim siyasal/felsefi düşünce akımlarına paralel gelişme gösterdiğini görürüz. Mesela modern çağda ulusçuluk, günümüzde ise küreselleşmeyle birlikte postmodern-çokkültürlü yaklaşımlar tarih yazımına büyük ölçüde etki etmiştir.


 


Tarih eğitimi de buna benzer şekilde gelişimini sürdürür. Aydınlanma ile birlikte, yüksek sınıf sayılan ailelerin çocuklarını yöneticiliğe hazırlamak, onların kültürlü birer insan olmalarını sağlamak için özel hocalar tarafından öğretilir. 19.yy.dan itibaren de toplumda ortak bir kimlik oluşturmak için devletin hizmetinde olan bir eğitim ve öğretim tarzı olarak yeniden tanımlanır.


 


19.yüzyılda eskisinden çok daha fazla önemsenen Tarih, bu yüzyılda artık daha amaçlı, daha dizgisel ve daha pragmatik ele alınmaya başlanır. Tarih alanında yapılan önemli çalışmalar ve yeniden yorumlar nedeniyle bu yüzyıla Tarih yüzyılı bile denmiştir. Batı’da ortaya çıkan uluslaşma sürecinin tüm dünya toplumlarını etkilemesiyle, bu dönem tarihçileri ulus kimliklerin oluşmasına katkıda bulunmak eğilimi içerisine girmişlerdir. Bu dönem tarih öğretimi de toplumda “ortak kimlik” oluşturma çabasına yöneliktir. Bu yaklaşım bir yandan devletlerin uluslaşma sürecine katkı sağlamış, diğer yandan da dünya devletlerinin, özellikle “iç siyaseti kontrol edebilmek” için tarih eğitim/öğretimini kullanarak bir ya da birden çok ‘öteki’ yaratmalarına, başka ulusların kendi ulusları için birer tehlike oluşturdukları inancını taşımalarına neden olmuştur.


 


Çünkü kendisini “ulus” olarak tanımlama sürecindeki bir toplum bu tanımı sadece olumluluk yüklediği değerler üzerinden yapar. Dolayısıyla bu durum o ulusun başka uluslardan üstün olduğu iddiasına kaynaklık edebilmektedir. Bu bir anlamda devletin devamına hizmet etmesi amacıyla geçmişe ilişkin olayların yeniden kurulmasıdır. İnsan hafızasını zaman içerisinde istediği gibi dönüştüren, devlet ve kurumlar merkezli -yukarıdan yazılan- tarih anlayışında tasnifçi, genelleyici bir tarz hakimdir. Kendini sadece olumluluklarıyla tanımlayan ulus için kendi gibi olmayan diğer halklar birer tehdit haline gelir. Bazı tarihçiler Dünya Savaşlarına bu tarz bir tarih anlayışının sebep olduğunu, bunun barışçı bir dünyanın oluşmasını engellediğini, yabancı düşmanlığını ve toplumsal açıdan içe kapanmayı da beraberinde getirdiğini belirtmiştir.


 


Günümüzde ise ırkçılık/milliyetçilik artık eskisi gibi tezahür etmez. Ancak bu bahsettiğimiz geçmişi algılama biçimi bir vaziyet alış olarak kendini göstermeye devam eder. Devlet-ulus tarihi anlayışı sosyal alanda da var olan ötekiler yaratmıştır. Çünkü denetleyenler hakim olanlar kendilerini meşrulaştırmak ya da denetimlerini sürdürmek amacıyla “öteki”ye ihtiyaç duyarlar. “Öteki” hakim güç ve ideolojinin tasnifiyle şekil alır. Dolayısıyla olumsuzdur, bir tehdittir.


 


Her şeyin zıddıyla bilindiği gerçeği göz önünde bulundurulursa “öteki”siz bir toplum düşünülemez. Ancak burada önemli olan ötekini ötelememektir. “Öteki”, farklı olan anlamına geldiğinde, yani onu algılayan üstünlük iddiası taşımadığında, kendisi gibi olmadığı için itelemediğinde sorun kalmayacaktır. Çünkü farklılıklar zenginlik olduğu gibi aynı zamanda hem insani hem toplumsal gelişim süreçlerimiz açısından itici güçtür, motivasyon kaynağıdır. Ulusların ben ve öteki ayrımı ise üstünlük iddialarını da beraberinde getirir. Öteki olan üstün olanın karşısında aşağılık olarak konumlandırılır. Bu tam manasıyla dillendirilmese de süreç içerisinde içselleştirilir. Toplulukların birbiriyle ilişkisi de bu önyargıya dayandığı sürece sağlıksızdır.


 


Bu yüzden, insanın kendi tarihine yabancılaşması ve kolaylıkla birlik beraberlik içerisinde yaşayabileceği başka insanlara da yabancılaşması, yani insanın insana yabancılaşması, ulus-devlet tarihi anlayışının doğurduğu sonuçlar arasındadır.


 


Diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanında dediği gibi “hadiselerle beraber biz de değişiriz ve biz değiştikçe mazimizi de yeni baştan kurarız.” Altını çizmemiz gereken bu gerçek bize, kurmaca, subjektif, amaçlı olduğunu söylediğimiz resmi tarih yazınının doğal bir sürecin sonucu olduğunu söyler gibidir. Bu yüzden bir şekilde sürekli yeni baştan kurduğumuz, zaman içinde farklı şekillerde yorumladığımız tarihin devlet-siyaset-diplomasi eliyle yoğrulmasıdır “Resmi Tarih”. Ancak ne yazık ki yaşananları toptancı ve genelleyici bir gözle yorumlayarak sunar, tarihi olaylar kalıplar halinde üst üste yığılır. Bu yığından insan olarak nasiplenmemiz ise içinde kendimizi bulamadığımızdan imkansız hale gelir.


 


Peki, insanından arındırılmış bir tarih ne kadar sahiplenilir ve ne kadar sorumlu tutulabilir insan, kendini konumlandıramadığı bir geçmişten? Biliyoruz ki tarih insanlığın arka planı, kökleridir; bu kökleri içselleştirdiğimiz, anlamlandırabildiğimiz ölçüde bugünü ve geleceği yorumlayabiliriz. Peki, yabancısı olduğumuz, kendimizi çok uzağında bulduğumuz bir geçmişi ne derece doğru anlayabiliriz?


 


Merkezde İnsan!


 


Tarih olanı yaşayan da, sonradan kayıtlara geçiren de insandır ama yazılı tarih bir o kadar insana yabancıdır. Çünkü Tarih geleneğimiz, sıradan hayatlarımızı, evlerimizi, içinde yaşadığımız şehri, kısaca “yerel”i konusu dışında bırakır.


 


İnsanı merkez alan, insanla doğrudan ilintili yerel unsurları konu edinen tarih ise, tekil değil çoğul, tekdüze değil çeşitlidir. Bu da aslında kurumsal olanın daha iyi anlaşılmasında büyük bir açılımdır. Yerelden merkeze doğru gidiş, daha farklı ve sağduyulu bir gözle, bir çeşit tersinden okumadır.


 


Ancak burada bu iki tarz tarihçiliğin birbirlerinden uzak, birbirlerine tepki olarak konumlanmaması çok önemlidir. Bunların birbirlerinden ayrı düşünülmemesi gerekir. Çünkü yerel örnekler genel tarihin daha anlaşılır hale gelmesine katkı sağlar, genel soyutlamaların içini doldurarak daha anlaşılır hale getirir. Detaylar her zaman bütünün içerisinde kaybolma, gözden kaçma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Parçalardan yola çıkarak bütünü anlamlandırmaya çalışmak aynı zamanda içten dışa bir hareket olacak, parçaların değerini teslim edecektir.


 


Bizler ne yazık ki insan odaklı okumalar yapmaya pek yanaşmaz, zaman zaman eleştirdiğimiz, detayları eleyen farklılıkları silikleştiren, sivri uçları törpüleyen genelleyici okumalarla aslında birçok meselenin sadece üstünden geçtiğimizi fark etmeyiz. Tarihe yabancılaşmamızın nedeni, içinde insan izine rastlayamamamızdır aslında. Akıp giden zamanın her geçen gün bizden uzaklaştırdığı geçmişimiz, geçirdiğimiz düşünsel değişimlerle zihin dünyamızdan da uzaklaşır. Kullandığımız dil ve hatta kelimelerimiz zaman aşımına uğrar. Tarihi kişi ve olayların gelişimi, sebep ve sonuçları üzerinde kafa yoracak, yorum yapabilecek yetiyi de kaybederiz.


 


Tam bu noktada geçmişe açılan “insan” penceresi tarihin derinliklerinden bize uzanan bir el gibidir. Çünkü boşlukları doldurmak, uçları birbirine iliştirmek için gereklidir insan. İnsan tecrübesi tarihin hala yaşamaya devam eden yüzüdür. Kur’an-ı Kerim’in, geçmişi peygamberlerin, ihya ya da helak olan halkların, insanların gözüyle anlattığına şahit oluruz. Üzerinden binlerce yıl geçmiş o olaylara olan tanışıklığımız, peygamberlerin ve onların halklarına dair o ayetlerin, eskilerin masalları olmanın çok ötesinde evrensel birer mesaj olması, tüm zamanlarda değişmeyecek olan insan doğamızdan, en insan tarafımızla kurduğumuz bağlantıdan kaynaklanır.


 


Tarihe insani açıdan yaklaşmak, salt siyasi/bilimsel yorumlar yerine, insani haslet ve hassasiyetlerimiz çerçevesinde yeni yorumlamalar yapmak, geçmişin sorumluluğunu yükleyecektir omuzlarımıza. Ancak diğer yandan devlet-siyaset bağlamında yapılacak soyutlamaları insanileştirecek, hüküm ve karar sahiplerini daha duyarlı olmaya itecektir ister istemez. İnsanın ve onun hatıralarının tarihin ve aslında hayata bakışımızın içine konumlandırılması, bizlere unuttuğumuz komşu akraba sohbetlerini, yaşlılarımızın, büyüklerimizin dizleri dibindeki yeri de geri verecektir.


 


Geçmişimizi bugünümüze yaklaştıracak, onu daha derinden daha insani okuyup anlamlandırmamızı sağlayacak, daha çoğulcu, daha hassas, donuk/statik olmayan, aksine yarın için çözüm üreten, toplumsal ilişkileri düzenleyen bir tarih algısına, geçmiş okumasına bugün çok fazla ihtiyacımız olduğu bir gerçektir.


 


 


zumrutsonmez@yahoo.com.tr


 

13.323 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir