GELİBOLU’YU ANLAMAK

Zorla Yaptırılan Anıtı Dinamitle Yıktık ( Önder Kaya )

 

19. yüzyıla gelindiğinde özellikle Balkan topraklarında Osmanlılar için işler hiçte iyi gitmiyordu. Bu dönemde Rusya’nın desteğini arkalarına alan  Balkan ulusları, Osmanlı Devletine peşi sıra başkaldırıyorlardı. Bu teşebbüsler, doğal olarak Balkanlarda kendisine bağlı devletler kurarak Akdeniz’de söz sahibi olma politikası uygulayan Rusya’nın da işine gelmekteydi.


29 Haziran 1876’ya gelindiğinde henüz Osmanlılara bağlı bulunan Sırbistan; Bosna topraklarının kendisiyle Hersek’in ise Karadağ toprakları ile birleştirilmesini Bab-ı Alî’ye teklif etti. Osmanlı Devleti, kendisine ait topraklar üzerindeki bu tür talepleri mevcut statükoya aykırı bularak reddetti. 1 Temmuz 1876’da ise önce Sırbistan, ardında da Karadağ isyanları patlak verdi. Bununla beraber Osmanlı birlikleri hızla hareket ederek her iki isyanı da bastırdı. Fakat bu isyanların eninde sonunda 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoksların hamîliğini elde eden Rusya’yı işe karıştırması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. Rusya, öncelikle Osmanlı Devletine iki hafta süreli bir ültimatom vererek mücadeleyi derhal sonlandırmasını bildirdi. Osmanlı birliklerinin ilerlemelerini durdurmaları üzerine de Avrupa’nın diğer büyüklerine Balkanlardaki durumu gözden geçirmek amacıyla bir çağrı yaptı. Çağrıya olumlu yanıt verilmesiyle de büyük devletler, Osmanlı Devletine Balkanların durumunu tartışmak amacıyla bir konferans toplanacağını iletti. Osmanlı devletinin bunu içişlerine bir müdahale olarak görmesi bir işe yaramadı ve sonuçta 11 Aralık 1876’da İstanbul Konferansı toplandı.


Konferansa katılan ülkeler İngiltere, Rusya İtalya, Almanya, Avusturya ve Fransa olup bu ülkelerin aldıkları kararlar Bosna-Hersek ve Bulgaristan’a özerklik verilmesinin yanında Osmanlıya bağlı kalmaya devam edecek olan Sırbistan ve Karadağ’a yeni araziler bağlanması şeklinde oldu. Bab-ı Alî’nin bu kararları reddi üzerine de Londra’da toplanan ve Osmanlı delegelerinin katılmadığı ikinci bir konferansta İstanbul Konferansı kararlarının Osmanlı Devletine gerekirse silah zoruyla uygulatılmasına, gayrimüslim topluluklar için ıslahatlar yapılmasına ve bu ıslahatların batılı devletlerin elçileri tarafından kontrol edilmesine, son olarakta Osmanlı silahlı kuvvetlerinin azaltılmasının tavsiye edilmesine karar verildi. Bu kararların reddi durumunda Osmanlı Devletini yola getirme işini ise Rusya üslendi. 


Bununla beraber İngiltere, Londra protokolünde Rusya’ya destek verirken kendi çıkarlarının zedelenmemesi konusunda da ihtarda bulundu. Yapılan görüşmelerin ardında Rusya, Osmanlı Devletinin alınan kararları kabul etmemesi üzerine 24 Nisan 1877’de savaş ilan ederek Tuna’yı geçti. Hazırlıksız yakalanan ve ciddi bir savunma planı dahi olmayan Osmanlı birlikleri, Rusları ancak batıda Plevne’de doğuda ise Erzurum yakınlarında durdurabildi. Hatta doğu orduları komutanı Müşir Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Rusları Kafkaslara kadar püskürttü ise de beklenen yardımın gelmemesi üzerine tekrar Erzurum önlerine kadar çekilmek zorunda kaldı. Batıda ise Gazi Osman Paşanın gösterdiği olağanüstü direniş ise Ruslara yardıma gelen Romen ve Sırp birliklerinin katılımıyla 10 Aralık 1877’de kırıldı. Bu savunma hattının çökmesinden bir ay kadar sonra Edirne’yi alan Ruslar, Çatalca’ya dayandı.


Bu noktada devreye İngiltere girdi ve Rusya’ya çizmeyi aştığını hatırlattı. Zira İstanbul yolu Ruslara açılmıştı. İngiltere, derhal İstanbul’daki vatandaşlarını koruma bahanesi ile bir filosunu Çanakkale Boğazına yolladı. Rusya da Osmanlı Devletine, İngiliz filosunun başkente demirlemesi halinde birliklerinin Ayastefanos’a (bugünkü Yeşilköy) gireceğini söyledi. Osmanlı Devleti iki ateş arasında kalmıştı. Sonuçta gerginlik ortamının suçlusu olan iki devletle karşı karşıya kalınmıştı. İngiliz filosu Tuzla önlerine gelip demirleyince Osmanlılar da 1500 civarında Rus askerinin Ayastefanos’ta konuşlanmasına izin vermek zorunda kaldı. 10.000 kişilik bir Rus birliği ise Büyükçekmece’de konakladı. Hikayenin bundan sonrası malumdur. Osmanlılar, Rusya ile tarihlerinin en ağır anlaşmalarından biri olan  Ayastefanos Antlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmayı kendi çıkarları açısından tehlikeli bulan İngiltere’nin, diğer büyük güçleri de yanına alarak Rusya’nın karşısına dikilmesi ile Berlin Anlaşması, Ayastefanosun yerini alacaktı.



Rus birliklerinin Ayastefanosta konuşlandığı günlerde Osmanlı Devletine, Rus hükümetinden ilginç bir teklif geldi. Ruslar, savaş sırasında hayatını kaybeden yaklaşık 5000 civarındaki askerlerinin Osmanlı topraklarının farklı yerlerinde gömülü kaldıklarını beyan ederek bunlar için İstanbul’da toplu bir mezar alanı talep ettiler. Savaş sırasında ölen askerlerin düşman da olsa şereflerine yakışır bir biçimde defnedilmesi zaten devletlerarası bir anane olduğundan Osmanlı Devleti bu teklifi kabul etti. Bugün Florya ile Yeşilköy arasında kalan Şenlikköy civarında bir araziyi de Barutçubaşı ailesinden satın alarak Rus hükümetine, mezar alanı için hediye etti.


Ruslar, mezarın yapımı için aşırı bir ihtimam gösterdiler. Zira Ruslar için asıl amaç hem 5000 Rus askeri için toplu bir mezar alanı temin etmek hem de Ayastefanos zaferini ölümsüzleştirmekti. Bu amaçla Rus hükümeti, İstanbul’daki askerî ateşesi Peçkov’u görevlendirdi. İnşaat için 1893’de izin alındı. Yapımına 1895’de başlanan anıtmezar 1898’in son aylarında tamamlandı. 18 Aralık günü de pek parlak bir törenle açıldı. Törenden bir gece önce Fener Patriği, anıtı kutsadı. Rusya da anıtın açılışına büyük önem verdi. Hatta Rus çarının kardeşi Grandük Nikola, çarı temsilen bizzat törende bulundu. İmparatorluk muhafız birliği, İmparatorluk ordusu, Süvari birliği gibi Rus ordusunun seçme birlikleri de bu törende yüksek rütbeli subaylarca temsil edildi. Osmanlı Devleti de törende tümen komutanı düzeyinde temsilci bulundurdu.


Törenin hemen ardından Grandük Nikola, ağabeyi Çar hazretlerinin anıtmezar arazisi için şükran duygularını ve hediyelerini takdim amacıyla padişah huzuruna çıktı. Ancak II. Abdülhamit’in anıt nedeniyle keyfi fazlasıyla kaçmıştı. Zira Rus askerlerine toplu bir mezar alanı olması planlanan alana oldukça görkemli bir abide dikilmişti. İstanbul’un hemen girişinde yeşil renkli parlak bir malzemeyle ve Rus kilise mimarisi tarzında inşa edilen bu yapı, mütevazi bir mezar abidesi olmanın çok uzağındaydı. Yapının süslemeleri ve ikon resimleri de Saint Petersburg’taki İmparatorluk Güzel Sanatlar Akademisinin en güzide sanatçılarında beşine aitti. Bu sanatçılar Beyoğlu’ndaki Rus büyükelçiliğinde beş ay kadar hazırlık yaptıkları gibi üç ay kadar da yapının içinde çalışmışlardı. Yapının alt katı, Rus askerlerin kemiklerinin düzenli bir şekilde istiflenerek korunmasına ve papazların ikametine ayrılmıştı. Yine burada bir de ibadet için küçük bir şapel vardı. Üst bölüm ise on iki parça sütun üzerinde yükselen birkaç katlı kule şeklinde tasarlanmıştı.


Ayastefanos Rus Anıtının ömrü çok da uzun olmadı. Osmanlı Devleti, bilindiği gibi 1914 yılında Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında İtilaf Devletlerine karşı savaşa girdi. Osmanlıların bu savaştaki rakiplerinden biri de Rusya’ydı. Osmanlıların, Almanya’dan satın aldıkları Goben ve Brasleau zırhlılarının Karadeniz’e açılarak Rusya’ya ait limanları bombardıman etmesinden hemen sonra 2 Kasım 1914’de Rusya, Bab-ı Alî’ye savaş ilan etti. Onu, İngiltere ve Fransa izledi. Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’de Fatih camiinde ilan edilen cihad-ı ekber ile resmen savaşa girdi.


Osmanlıların savaşa girmesi ile beraber yıllardır utanç vesilesi olan bazı uygulamalara da son verildi. İlk olarak yüzyıllardır Osmanlı ekonomisinin en büyük baş ağrısı olan kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı. Ardından da Osmanlı tarihinin en utanç verici abidelerinden biri olan Rus Anıtının yıkılması gündeme geldi. Hükümet aslında daha savaşa girmeden önce bu iş için kolları sıvamış ve yıkımın filme kaydedilerek savaşta propaganda malzemesi olarak kullanılması için de bir Avusturya şirketi olan Sacha Master Gesall ile temasa geçmişti.


 Talat Paşanın deyimi ile abidenin yıkılması savaşı halkın gözünde popüler hale getirecek, milliyetçi duyguları kamçılayacaktı. Haberin kamuoyuna yansıması ile beraber gazete yazarları ve halk bu teşebbüse büyük destek verdi. Ancak bu denli milli duyguları galeyana getirecek bir hareketin müttefikte olsa yabancı eli ile değil de bir Türk eli ile filme alınmasının daha doğru olacağı kanaati ağır bastı. Sonuçta 1888’de İstanbul’da doğan, Galatasaray Sultanisini bitirdikten sonra Darülfünun’da (bugünkü İstanbul Üniversitesi) fizik ve kimya eğitimi alan filmcilikle de amatör olarak uğraşan yedek subay Fuad (Uzkınay) Efendinin  bu yıkımı filme almasına karar verildi. Fuad Bey, İstanbul Sultaniyesinde (lise) öğretmenlik yaparken  öğrencilerine projeksiyon makinesiyle film seyrettirmişti. Fakat film çekimi konusunda herhangi bir tecrübesi yoktu. İstanbul’a davet edilen Sacha Master film şirketi görevlileri Fuad Efendiye birkaç saat içinde kameranın kullanımı hakkında bilgi verdiler ve hatta söylendiğine göre bir de küçük deneme filmi çektiler. Bunun akabinde anıtın belli bir mesafe gerisine çekilen Fuad Bey, yıkım anını görüntüledi.


Osmanlı Devleti savaşa girdikten tam üç gün sonra 14 Kasım 1914’de Rus Anıtının önünde yine mahşeri bir kalabalık vardı. Ama bu sefer söz konusu olan anıtın açılışı değil, anıtı ayakta tutan 12 kolonun dinamitlenerek yıkılmasıydı. Yıkım başarı ile gerçekleştirildi ve Fuad Efendinin kaydettiği 150 metrelik görüntüler de Türk sinema ve belgesel tarihinin ilk görüntüleri olarak tarihe geçti. Filme “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Hedmi (Yıkılışı)” adı verildi. Yazık ki bu kayıtlar sonradan korunamadığı için günümüze de ulaşamadı.


Filmin günümüze ulaşamama nedenleri hakkında farklı görüşler vardı. Bunlardan ilkine göre 1950li yıllara kadar filmler selüloz nitrattan yapılıyordu. Bu karışım ısınınca patlayıcı bir madde gibi birden alev almaktaydı. Fuad Efendi bir yedek subay olduğu ve filmi de Harbiye nezareti adına çektiği için film Yıldız Sarayındaki Kara Kuvvetleri Ordu Foto Film Merkezinde muhafaza ediliyordu. Ancak kolayca yanabilen bu filmlerin olası bir aksiliğe yol açmaması ve Yıldız sarayının korunması için bazı filmler denize attırılarak imha edilmişti ki bu film de bunların arasında olabilirdi. Bir diğer görüş filmin başka filmlerden birinin kutusu içinde olabileceğiydi. Yurt dışına kaçırılmış olması da bir ihtimaldi. Bazı sinema tarihçileri ise böyle bir filmin belki de hiç çekilmemiş olabileceğini dile getiriyorlardı. Filmden günümüze eser kalmasa bile anıtı ve anıtın yıkılışını tasvir eden kartpostallar mevcuttur.


Ahali aslında anıtın önüne sabahın erken saatlerinde gelmiş ve ahşap kısımlarını yıkım öncesinde çoktan ateşe vermişti. Anıtın yıkımından sonra da çevre halkı yıkıntıların arasına girdi ve bazı noktalara Osmanlı bayrağı dikti. Davullar çalındı, ezanlar okundu. Yıkımdan biraz önce abidenin içindeki kutsal emanet ve ikonlar Rus papazlara teslim edilmişti. Yine, abidenin dört büyük çanı da Harbiye’deki Askeri müzeye gönderilerek, Fatihin İstanbul’u fethi sırasında Haliç’i kapatan kalın zincirlerin yanına konuldu.

12.660 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir