Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı ordusunun son harbi ve dolayısıyla da son birleşik harekât tecrübesi oldu. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla başlayan düzenli ordu döneminin ilk birleşik harekâtı, 1853-56 Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Harbi) idi. Kimi askerî tarihçiler tarafından “ilk dünya savaşı” olarak anılan bu harpte Osmanlı Devleti Birleşik Krallık, Fransa İmparatorluğu ve Sardunya Krallığı ile Çarlık Rusya’sına karşı askerî ittifak kurmuştu. Cihan Harbi’nde yakın düşman değişmedi, ancak eski müttefikler olan Birleşik Krallık ve Fransa bu kez Çarlık Rusya’sı ile ittifak kurmayı tercih etti. Osmanlı Devleti ise bu kez Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan Krallığı ile aynı tarafta yer aldı. Adı geçen bu devletler ve orduları II. Dünya Savaşı’na da katılırken, Osmanlı ordusunun vârisi olan Türk Silahlı Kuvvetli Kuvvetleri’nin bir sonraki birleşik harekât tecrübesi Kore Harbi (1950-53) oldu. Bu üçüncüsünde de ittifak kurulan güç değişti ve Türk Tugayı çatışmalarda Amerikan üst komutasına bağlı olarak yer aldı.
1853-1953 arasındaki yüz sene içerisindeki üç birleşik harekât tecrübesi içinde hiç şüphesiz en önemlisi, ilk modern topyekûn harp olarak tarihe geçmiş Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı-Alman ittifakıdır. Yüzüncü sene-i devriyesini idrak ettiğimiz bu silah arkadaşlığının askerî açından tam bir muhasebesi ne Türkiye’de ne de Almanya’da çıkarılmış değildir. Bu savaşta aldıkları mağlubiyet sonrası imparatorluk ve krallıktan cumhuriyetlere dönüşen dört ülke de de Cihan Harbi’nin resmî tarihi yazılırken mağlubiyetin faturası yerli siyasi ve askerî karar alıcılar kadar yabancı müttefiklere de çıkarılmıştır. Hiç şüphesiz ki Osmanlı Devleti’nin gizli bir ittifak antlaşmasının neticesinde sadece üç aylık bir seferberlik üzerine savaşa girmesinde, Batı cephesinde umduğu hızda ilerleyemeyen Almanya’nın baskılarının rolü büyük olmuştu. Bununla beraber, dört sene süren savaş iki devlet ve silahlı kuvvetleri arasında karargâhtan kıtaya, cephe gerisinden muharebe meydanlarına uzanan gerçek bir askerî işbirliğine sahne oldu.
Söz konusu bu işbirliğinin stratejik ve politik açılardan olduğu kadar, günümüz harekât ortamında giderek daha fazla önem kazanan birleşik harekât konsepti çerçevesinde de incelenmesi gerekmektedir. Son 60 yıldır birlikte aynı askerî ittifak çatısı (NATO) altında bulunan bu iki devletin Dünya Savaşı’ndaki silah arkadaşlığının hikâyesi, bugün ve gelecekteki birleşik harekât açısından da geçerli dersleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu kapsamda ele alınabilecek araştırma konuları şu şekilde sıralanabilir:
- Stratejik planlanmada tarafların karşılıklı faydalar üzerinde gerçekçi bir mutabakat içinde olmaları
- Bilhassa uzun süreli harplerin stratejik planlanması sırasında müttefik silahlı kuvvetlerin milli ve askerî kuvvet potansiyellerinin gerçekçi olarak analizi
- Stratejik ve taktik düzeydeki karar alma süreçlerinde müttefik silahlı kuvvetlerin karargâhları ve kurmayları arasında eşgüdümün sağlanması
- Farklı silahlı kuvvetlerin kurumsal kültürleri ile personellerinin askerî formasyon ve doktriner alışkanlıkları arasındaki farklılıkların dikkate alınması ve bu konuda taraflarda bir karşılıklı farkındalık oluşturulması
- Müttefik unsurlardan en az birinin personeline coğrafi ve kültürel açılardan yabancı harekât alanları hakkında personele oryantasyon eğitimi verilmesi ya da bu konuyla ilgili hazırlanacak bir hususi talimname hazırlanması
Uzun bir sıcak çatışma süresine ve üç kıtaya yayılmış çok cepheli bir çatışma çevresine yayılmış Birinci Dünya Savaşı, birleşik harekât yönetiminde çıkabilecek bu ve benzeri pek çok problem kaynağını gözler önüne sermiştir. Savaş boyunca her iki ittifak bloğu içinde de birleşik harekât yönetiminde sıkıntılar yaşanmış ve çatışma uzadıkça müttefik unsurların birbirlerine yönelik suçlama ve şikâyetleri giderek daha sesli dile getirilir olmuştur. Meseleye Merkez Kuvvetleri çerçevesinde bakıldığında, ittifakın en güçlü unsuru olarak lider rolünü üstlenen Alman Ordusu Başkomutanlığının (Oberste Heeresletiung) 1916 yılından itibaren hem Viyana hem de İstanbul ile ilişkilerinin gerginleştiği söylenebilir. Rusya karşısında daha savaşın ikinci senesinde hezimete uğrama tehdidiyle karşı karşıya kalan Avusturya-Macaristan Genelkurmayı da, Çanakkale Zaferi sonrasında özgüveni artarak daha fazla inisiyatif isteyen Osmanlı Başkomutanlık Vekâleti de Berlin’i rahatsız etmiştir. Uzayan ve genişleyen savaşta müttefiklerine ihtiyacı artan Almanya’nın onları daha fazla kontrol etmeye yöneltmiştir. Müttefiklerinin karargâh ve kıtalarına başlangıçta öngörmediği kadar personel ve teçhizat göndermek zorunda kalan Alman Genelkurmayı’nın komutada daha fazla söz sahibi olmak istemesi kendisi açısından haklı olsa da birleşik harekâtın icrasında taraflar arsındaki sürtüşmeleri arttırmıştır. Savaşın son iki senesinde artan problemler yukarıda maddeler halinde verdiğimiz konu başlıkları çerçevesinde incelediğinde, bir ittifakın tesisinden müttefiklerin birleşik harekâtı sonlandırmasına kadar hangi hususların dikkate alınması gerektiği hakkında bize önemli bilgiler sağlayabilir. Aksi takdirde mevzu sadece 1914-18 arası Türk-Alman askerî ittifakının Almanya ya da Osmanlı Devleti’ne neler kaybettirdiğinin tek taraflı hikâyesine döner ki bunun hem geçmişi doğru anlamak hem de geçmiş tecrübeden dersler çıkarmak hususlarında bir fayda sağlamayacağı açıktır.
- Birleşik Stratejik Planlamanın Kusurları ve İttifakın Asimetrik Yapısı
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen arefesinde, 2 Ağustos 1914’de dış ve iç kamuoylarından gizli olarak imzalanan Osmanlı-Alman İttifak Antlaşması, hem millî hem de askerî güç potansiyeli asimetrik bulunan iki devletin arasında stratejik düzeyde savunma işbirliğini öngörüyordu. Sonradan uzun yıllar hâkim olacak kanaatin aksine, Cihan Harbi öncesinde Merkez Kuvvetleri olarak bilinen Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın siyasî ve askerî karar alıcıları 1914 ortalarına kadar aralarında Osmanlı Devleti’ni görmeye istekli değildi. Benzer bir şekilde Osmanlı hükûmeti de, Enver Paşa da dâhil, illa Almanya ile ittifak kurma arayışında değildi. Oysa Osmanlı Devleti’nde 1883’den beri neredeyse kesintisiz otuz yıldır Alman askerî danışmanlık heyetleri mevcuttu ve Osmanlı ordusunun teçhizatı ağırlıklı olarak Alman silah endüstrisinden temin edilmekteydi. Alman Dışişleri ve Genelkurmayı, Balkan Harbi’nde hezimete uğrayan Osmanlı silahlı kuvvetlerinin kendilerine bir katkı sağlayamayacağını düşünüyor, Osmanlı devlet adamları ise en yakın tehdit gördükleri Rusya’ya karşı hem İtilaf Devletleri hem de Merkez Kuvvetleri ile ittifak pazarlığı yaptıktan sonra birini tercih etmeyi istiyorlardı.
Avrupa siyasetinin giderek ısınması ile birlikte 1914 yazının sonlarında hem Alman hem de Osmanlı taraflarında aceleci stratejik tercihler ağır bastı ve zoraki bir ittifak kurma yoluna gidildi. Berlin’de Osmanlı Devleti ile ortaklığa gidilmesini isteyen bizzat İmparator II. Wilhelm olmuştu, çünkü kendilerinin reddetmesi halinde Osmanlıların düşman bloğa katılmasından endişe ediyordu. Oysa ne Birleşik Krallık, ne Fransa ve ne de Rusya Osmanlı Devleti’nin müttefiki olmayı kabul etmişti. İstanbul’da Almanya ile bir savunma işbirliğine gidilmesinin en büyük taraftarı Harbiye Nazırı Enver Paşa idi, çünkü hem o hem de diğer kabine üyeleri Çarlık Rusya’sının yakın zamanda İstanbul ve Boğazlara dönük bir saldırıda bulunacağına ve bunu tek başına def edemeyeceklerine kanilerdi. Oysa her ne kadar bazı Rus siyasetçi ve generallerinin bu yönde hazırladığı ve öne çıkardığı planlar olsa da bunların hayata geçirilmesi sanıldığından çok daha zordu. İki ülkede de resmî ya da fiilî liderlerin, kimi devlet adamları ve kurmaylarının uyarılarına rağmen, tek başlarına büyük strateji oluşturma arzuları, stratejik planlama ilkelerine aykırı olarak aceleyle hazırlanmış bir savunma ortaklığını ortaya çıkardı.
Gizli Osmanlı-Alman ittifak antlaşmasının imzalanmasından sadece üç gün önce, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a harp ilân etmişti. Ancak o tarihte Osmanlı Devleti de dâhil Avrupa’daki hiçbir gücün sefer ve seferberlik planlarında dört senelik bir topyekûn harp öngörülmemişti. Hem Balkan Harbi hezimetinden yeni çıkmış olması hem de seferberlik hızının Avrupa’daki rakiplerine nispetle düşüklüğü sebebiyle Osmanlı ordusunun kısa süreli bir harbe dahi süratle girecek durumu yoktu. Buna karşılık, hem nüfus hem de tabiî kaynaklara erişim açılarından rakiplerine göre dezavantajlı bulunan Almanya’nın 1870-71 Savaşı’ndan sonra doktrinleşmiş milli askerî konsepti hızlı seferberlik ve taarruz ile Kıta’daki düşmanlarını süratle etkisiz hale getirmek üzerine kuruluydu. Savaş çıkarsa bunun çok uzun sürmeyeceğini düşünen Alman ve Osmanlı karar alıcıları, birbirlerinden bekledikleri karşılıklı faydayı sıcak çatışmada destek vermek ve almaktan çok düşman blokta olmayarak köstek olmamak üzerine kurmuşlardı.
Bununla beraber, pek çok stratejik savunma antlaşmasında olduğu gibi, taraflardan birine saldırı halinde diğerinin de onunla birlikte harbe iştirak edeceği şeklinde bir madde burada da mevcuttu. Ancak İstanbul’daki hiçbir yetkili antlaşmanın hemen ertesinde seferberlik ilân edilmiş olmasına rağmen sadece üç sonra daha henüz hazırlıksız bir vaziyette savaşa girmeyi ummamıştı ve o vakit geldiğinde bunu geciktirmek için de bir hayli uğraştılar. Ancak, savaşa girmek için Merkezî Kuvvetleri 1915 sonlarına kadar oyalamayı başaran Bulgaristan’ın aksine, Osmanlı hükûmeti uzun süre direnemedi. Osmanlı hizmetine alınmış Alman savaş gemileri Göben ve Breslau’ya komuta eden Amiral Souchon’un 29 Ekim 1914’de Karadeniz’deki Rus limanlarına, Berlin’in talimatı ve İstanbul’da Enver ve Cemal Paşaların bilgisi dahilinde yaptığı bir emr-i vâki saldırı ile Kasım 1914’de savaşa girilmiş oldu.
Bu dakikadan sonra iki devlet ve ordunun asimetrik yapısı yüzünden harekâtın stratejik planlamasında inisiyatif ister istemez Alman tarafına kaydı. İttifak Antlaşması öncesinde Osmanlı Devleti’ne Liman von Sanders başkanlığında bir askerî danışman heyeti göndermiş ve iflas durumuna gelmiş Osmanlı maliyesini rahata kavuşturmak için ciddi bir kredi açmış olan Almanya, bunun karşılığında Osmanlı ordusunun Rusya ve İngiltere ile çatışacağı cepheler açmasını istedi. Böylelikle İtilaf Devletleri ordularının kuvvet tasarrufu yaparak sıklet merkezlerini Batı cephesine odaklamaları imkânsız hale gelecekti. İlk bakışta Almanya’nın lehine, Osmanlı Devleti’nin ise aleyhine gözüken bu stratejik harekât planı, orta vadede işleri Berlin’i de zora sokan bir hale getirdi. Her ne kadar Osmanlı ordusu Kafkas ve Kanal cephelerinde umulandan daha başarılı olup bir miktar Rus ve İngiliz kuvvetinin Batı Cephesi’nden buraya naklini sağlasa da, bu iki cephede çatışmaların 1917’ye kadar sürmesi ve Çanakkale’de yeni bir cephenin açılması Almanya’nın Osmanlı ordusuna vermesi gereken desteği sürekli daha büyük boyutlara getirdi. Avusturya-Macaristan’ın Doğu Cephesi’nde Ruslar karşısında düştüğü durumu düzeltmek için Mayıs 1915’de ortak komutayı üstlenen Almanya, beklentilerin terse döndüğü 1916 yılından itibaren Osmanlı cephelerine de doğrudan müdahil olmaya başladı. Osmanlı cephelerine para, silah, mühimmat ve teçhizat desteği yapan Almanya, Osmanlıların yeteri kadar teknik elemana sahip olmamasını da gerekçe göstererek, hava ve deniz kuvvetleri ile menzil teşkilatı, demiryolu ve kamyonlarla gerçekleştirilen nakliye işleri, telsiz haberleşmesi ve sıhhiye hizmetlerini ağırlıklı olarak kendi personeliyle yürütmeyi tercih etti.
Osmanlı harekât planlarını Osmanlı Erkân-ı Harbiyyesinin fiilî reisi olarak daha 1914 Mayıs ayında hazırlayan Alman Tümgeneral Bronsart von Schellendorf ve muavini Yarbay Hafız Hakkı Paşa, bu planların Enver Paşa’nın başkomutanlığında icrasında yapılacak değişiklikleri de savaşın bu kadar uzamasını da kestirmemişlerdi. Neticede Osmanlı ordusunun her iki cephede önce durup sonra çekilmek zorunda kalışında, birliklerin muharebe etkinliğindeki problem değil harekâtın stratejik yönetimine dâhil olan lojistikten kaynaklanan zaaflar rol oynadı. Stratejik savunma ortaklığının birleşik harekâta dönüşme sürecinde eleştirilmesi gereken esas husus, müttefiklerin birbirlerinden mümkün mertebe faydalanmaya çalışmaları değil, bunu hem kendi hem de ortaklarının imkân ve kabiliyetlerini gerçekçi olarak değerlendirmeden yapmaya çalışmalarıdır.
Alman Genelkurmayı gönülsüz girdiği bir ittifakı şartların zorlaması ile sonradan fazla istismara yönelirken, Osmanlı silahlı kuvvetlerinin stratejik ve taktik karar alma süreçlerine de İstanbul’daki subay ve generalleriyle doğrudan müdahil olmuştur. Osmanlı ordusunun üst komutasında, yani Harbiye Nezareti ve Erkân-ı Harbiyye Riyaseti’nin o tarihteki yerli kadrosundaki zaaflar elbette bu müdahalenin boyutlarının artmasında etkili olmuştur. 1914 Ocak ayında henüz 33 yaşında ve mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle hem Harbiye nazırlığı hem de Erkân-ı Harbiyye reisliğini üstlenen Enver Paşa’nın büyük birlik sevk ve idaresinde tecrübesi olmadığı gibi, 1913 Aralık ayında İstanbul’da çalışmaya başlayan Alman danışmanların Osmanlı Genelkurmayı’nı yeniden yapılandırma çalışmaları da neticelenmiş değildi. Ayrıca 31 Mart Vak‘ası (1909) ve Balkan Harbi (1913) sonrasında Enver Bey’in başını çektiği İttihatçı grubun çıkarttığı rütbe ve tekaüdlük kanunları ile yüzlerce subay ve astsubay emekliliğe sevk edilmiş ya da görevinden uzaklaştırılmıştı. Kimileri siyasi sebeplerle kimileri ise meslekî açıdan yetersiz ya da yaşlı olduklarından tasfiye edilen bu komuta kadrosunun yerini bir anda doldurmak mümkün olamadı. Bunun bir neticesi olarak, Dünya Savaşı’nda tümen ve hatta kolordu mesabesinde büyük taktik birliklerin sevk ve idaresi genç yarbay ve albaylara emanet edilirken, Osmanlı hizmetine giren Alman subaylara da kendi ordularında sahip olduklarından bir ya da iki üst rütbe tevcih edilmesi kural haline geldi.
Terfi ve tayin işleri fevkalâde kurallı olan Alman ordusunda kıta komutanlığı verilmeyen pek çok Alman general ve subay, kendi başkomutanlıklarının da daveti ve teşvikiyle, bu yüzden Osmanlı hizmetine girmeyi kabul etti. Bunlar arasında en dikkat çekici olan, Irak’daki Osmanlı VI. Ordusu komutanlığını Belçika valiliğine tercih edip 72 yaşında Bağdad’a giden von der Goltz Paşa’dır. İstanbul’daki Alman Askerî Misyonunun başkanlığından 1915 Nisanında Çanakkale’deki V. Ordu komutanlığına tayin edilen Liman von Sanders ile Suriye ve Filistin’de artan İngiliz tehdidine karşı kurulan Yıldırım Grup Komutanlığını (Heeresgruppe F) üstlenen eski Alman Genelkurmay Başkanı Erich von Falkenhayn ise kayda değer diğer generallerdir. Savaşın sonuna gelindiğinde von Sanders’e bağlı Askerî Misyona katılmış Alman subay ve kâtiplerin sayısı 800’ü, Misyon dışı Osmanlı ordusu ve donanmasında komuta görevi almış kara ve deniz subaylarının mikdarı ise 190’ı bulmuştur. Bunlardan 23’ü general, 10’u da amiraldir.
Çanakkale merkezli V. Ordu’da görev yapan Alman komutanların üstlendiği vazifelere bakıldığında, Berlin’in daha 1915’den itibaren Osmanlı cephelerindeki harekât yönetimine ne derece müdahil olduğunu gözler önüne serer. Çanakkale Boğazı’nın gelecekteki bir saldırıya karşı savunulması için yapılan hazırlıklar, Eylül 1914’den itibaren Alman amiralleri Usedom ve Merten’e bırakılmıştı. Sahil Topçu ve Torpil Kıtaatı Umum Müfettişi Usedom ve Merten ile İstihkâmlar Umumi Müfettişi General Weber koordinasyon içinde çalışıyorlardı. Kezâ ağır topçu birliklerinin komutası da 1915 yazında Alman Albay Wehrle’ye verildi. Aynı yılın Eylül ayında bütün topçu birliklerinin komutasını Avrupa’daki Batı Cephesinden gelen Albay Grossmann aldı. Anafarta Grubu’ndaki ağır topçu komutanı, bir kolordu komutanı ve bir tümen komutanı da Alman subaylardı. Şimal (kuzey) grubunun kurmay başkanı da Alman’dı. Cenub (Güney) Grubu’nda ise bir kolordunun komutanı, diğer bir kolordunun kurmay başkanı ve bir tümen komutanı Alman subaylardı. Deniz Yüzbaşı Pier ise Mayıs 1915’de İstanbul’daki mühimmat üreten fabrikaların idaresini üstlendi. Pier’in maiyetinde bulunan yüzlerce Alman personel içinde sadece subaylar değil sivil memurlar, mühendisler, kimyagerler, ustabaşılar ve işçiler de mevcuttu. Çanakkale’de muharebe halindeki V.Ordu’nun mühimmat ihtiyacı Pier’in idaresindeki bu birim sağlıyordu.
- Birleşik Harekât Yönetiminde Personel Kaynaklı Problemler
Osmanlı-Alman stratejik ittifakının şartların zorlaması ile kısa sürede birleşik harekâta dönüşmesi, birlikte çalışacak müttefik askerî personelin birbirlerini tanıması ve aralarındaki uyumun sağlanması açısından ciddi problemleri beraberinde getirmiştir. Buna bir de, savaşın Avrupa cephelerine göre çok farklı bir fizikî ve beşerî coğrafyaya sahip Doğu (Osmanlı) cephelerine Alman subayların yabancılığı eklenince birleşik harekât yönetimi zaman zaman içinden çıkılmaz bir anlaşmazlık ortamına dönüşmüştür.
Savunma işbirlikleri ve askerî ittifakların yürütülmesinde barış ve savaş zamanları arasında hiç şüphesiz önemli farklılıklar mevcuttur. Max Weber’in “hizmet disiplini” (Dienstdisziplin) olarak tanımladığı kurallı ve hiyerarşik bir çalışma tekniğine sahip modern ordularda, aynı milli ve kurumsal kültür içinde yetişmiş personeli dahi bir bütün haline getirmenin kolay bir iş olmadığı açıktır. Farklı ordulardan ve milli kimliklerden personelin görev yaptığı birleşik karargâh ve kıtaların yönetim ve organizasyonu ise daha da fazla emek ve mesai gerektirir.
Modern dönemde başta Avrupa olmak üzere Dünya’daki askerî sektörün giderek daha fazla izomorfik hale geldiği söylenebilir. Bununla beraber, hemen her orduda personelinin farkında olduğu ya da olmadığı bir kendine özgülük ve yerellik de mevcuttur. İnsanın içinde yaşadığı ve yetiştiği toplumun kültürel kodlarından etkilenmemesi mümkün olmadığı için, rütbesiz personelde daha fazla olmak üzere, her askerin dünyaya bakışı ve meslekî hayatında kendi kültürünün damgaları mevcuttur. Buna ilâveten, ilk bakışta birbirine çok benzer gözükse de 19.ve 20. yüzyıl ordularının subay yetiştirmeye yönelik profesyonel askerî öğretim programları ve anlayışlarında da farklılıklar mevcuttur. Kaldı ki devletlerin jeopolitik konumları, milli güç potansiyelleri ve tehdit algılamalarında mevcut farklılıklar da, askerî personele öncelikli olarak kazandırılmaya çalışılan bazı doktriner beceri ve alışkanlıkların (inisyatif alma-almama, müdafaa ya da taarruz harekâtına yatkın olma vs.) diğer ordularınkinden farklılaşmasına tesir eder.
1826-1914 arası dönemde Geç Osmanlı ordusunun teşkilat, teçhizat ve doktrin alanlarında Avrupa ordularını kendine model olarak aldığı bilinmektedir. Bilhassa 1870-71 Fransa-Almanya Harbi sonrasında, Osmanlı askerî yetkililerinin kara kuvvetlerinde ibreyi, Dünya’daki pek çok başka orduda yapıldığı üzere, Fransa’dan Almanya’ya doğru çevirdiği görülür. Ordu kuruluşundaki değişikliklerden talimname çevirilerine, subay öğretim programlarından teçhizatın yenilenmesine kadar pek çok hususta, 1883-1914 arasında gelen çeşitli Alman danışmanlık heyetlerinin de katkısıyla, İstanbul-Berlin arası askerî alışveriş artmıştır. Almanya’daki harp okulları ve akademilerinde tahsil görüp Almancayı lâyıkıyla konuşup yazabilen bir Osmanlı zâbit zümresi yanında, başta von der Goltz Paşa olmak üzere Osmanlı Devleti/Türkiye’nin şartlarına, insanlarına ve kültürüne aşina bir Alman subay grubu ortaya çıkmıştır.
Ancak Birinci Dünya Savaşı gibi bir topyekûn harpte ihtiyaç duyulan rütbeli ve rütbesiz asker ihtiyacı, daha önce birlikte çalışma tecrübesine sahip bu iki grubun toplamının çok üzerinde olmuştur. Almanya’dan ve Dünya Savaşının Batı Cephesi’nden gelip Osmanlı hizmetine giren pek çok Alman personel, Osmanlı insanı ve kültürünün yanı sıra Asya coğrafyasıyla da ilk kez bu vesileyle tanışmıştır. Tabir-i caizse bu onların ilk “Şark (Orient) tecrübeleridir”. Irak, Filistin, Kanal, İran ve Kafkasya bir tarafa, Çanakkale Cephesi’ndeki iklim ve beslenme tarzının alıştıklarından farklı olması yüzünden dahi hayatını kaybeden Alman personelin varlığı bilinmektedir.
Büyük bir kısmı sadece muharip bir kıta komutanlığı deruhte ederek mesleklerini gerçek anlamda icra edebilmek için gönüllü olarak gelen Alman subaylar ne ile karşılaşacaklarından habersiz halde yabancı bir harekât çevresine gelmişlerdi. Doğu hakkındaki bilgileri ancak Binbir Gece Masalları, romanlar, ekzotik seyahatnameler ya da İncil’deki kadim kıssalarda anlatılanlardan ibaretti. İstanbul’a vardıklarında eğer hemen cepheye gönderilmeyip de buraya daha önce gelmiş vatandaşlarından Osmanlılar ve Asya’daki savaş şartları hakkında bilgi alabilirlerse şanslılardı. Böylesi bir durumun ortaya çıkmasında hiç şüphesiz en önemli etken, savaşın ve dolayısıyla da askerî ittifakın boyutlarında ortaya çıkan genişlemenin başlangıçta öngörülememiş ve plana katılmamış olmasıydı. Liman von Sanders’in başkanlığındaki Alman Askerî Misyonu 1913 Aralık ayı başında İstanbul’a geldiğinde herhangi bir muharip görev üstlenmeleri söz konusu değildi. Kaldı ki hem diğer büyük güçlerin baskılarından çekinen hem de geleneksel olarak komuta kadrosunda yabancılara yer vermeye sıcak bakmayan Osmanlı idaresi, Alman subayların kıtalarda sevk ve idareyi üstlenmesine dahi açık kapı bırakmamıştı. Aslında 1914 Ağustos ayına gelindiğinde, yani iki taraf arasında gizli bir savunma antlaşma imzalandığında da bu tablo değişmiş değildi. Ancak ne olduysa birkaç ay içinde oldu ve Berlin’in İstanbul’a açtırdığı her cephe stratejik, taktik-operatif ve hatta teknik düzeydeki komuta-kontrol kadrolarına ihtiyacı şişirdi.
Britanya ve Fransa’dan farklı olarak Avrupa dışı çatışma ortamlarında pek boy göstermemiş Almanya Ordusu’nun, velev ki küresel askerî coğrafya ve topografya müktesebatı zengin olsa da, Avrupa dışı alanda harekâta mahsus çıkarılmış derslere dayalı bir talimname mevzuatı yoktu. Osmanlı Devleti’ne gönderilen personelin eline böylesi bir yazılı metin verilemediği gibi, daha önce bu topraklarda çalışmış Alman personelin rehberliğinde kısa süreli bir oryantasyon eğitimi verilmesi yoluna da gidilmedi. Savaştan sonra kaleme aldıkları hatıraları incelendiğinde, Alman subayların İstanbul’a gelişleri öncesi ya da sonrasında bu kabil bir bilgilendirme sürecinden geçirildiklerine dair hiçbir karîne mevcut değildir.
Peki, Osmanlı birliklerinde komuta makamlarına getirilen Alman personelin bu bilgi eksikliklerinin birleşik harekât yönetimi ve icrasına nasıl bir tesiri oldu? Yine hatıralar ışığında bu soruya bir cevap verirsek diyebiliriz ki, harekât alanının ve başta lojistik hatlardaki kopukluk olmak üzere altyapı hizmetlerinin köklü problemleri bir tarafa bırakılırsa harekât yönetiminde karşılaşılan en büyük sıkıntı karşılıklı iletişim alanında gerçekleşti. Tarafların çoğu kez tercüman vasıtasıyla anlaşmak durumunda kalması, Alman komutanların harekâtın işleyişi ve fiilî halinden yeterince haberdar olmamasına yol açtı. Bir kısmı maksatlı olarak eksik ya da hatalı yapıldığı belirtilen çeviriler, taktik düzeyde emirlerin akîm kalması ya da istenmeyen neticeler vermesine sebep oldu.
Emir-komuta zincirindeki iletişimsizliğin tek kaynağı, Alman üstler ve Osmanlı astların sözcükler anlamında değil beden dilleri ve kültürel kodlar anlamında farklı dilleri konuşmalarıydı. Alman askerî geleneğinde normal karşılanan emir kipleri, başta rütbesiz personel olmak üzere Osmanlı askerî çevresinde zaman zaman hakaret ya da tahakküm olarak yorumlandı. Gündelik askerî mesaide tarafların ciddiyet, düzen ve disiplinden anladıkları, yani iki tarafın kurumsal askerî kültürleri arasındaki farklılıklar da bu iletişimsizliği arttıran etkenler oldu. Rahatsızlıklarını açıkça ifade etmek yerine pasif bir direnişi tercih eden Osmanlı astlarının bu tavırları Alman üstlerini daha da strese sokup sertleştirirken, kendi ülkelerinde başlarında yabancı komutanlar görmekten zaten pek memnun olmayan astların kırgınlığı ve direnişi de buna mukabil artış gösterdi. Bilhassa işlerin ters gitmeye başladığı 1916 yılı ortalarından itibaren, yaşları 30-40 arası yeni nesil Osmanlı zâbit zümresi birleşik harekâtın stratejik ve taktik karar karar alma süreçlerinde Alman meslektaşlarına verilen önceliği daha sesli olarak sorgular hale geldi. Kress von Kressenstein’ın Kanal Harekâtı’nda gözlemlediği türden karşılıklı suçlamalar bu tepkilerin bariz bir örneği olarak kayda değerdir.
Eğer hem Alman hem de Osmanlı ordularının başkomutanlıkları, aslında her stratejik karargâhta gözlemlenebilecek türden, buyurganlık ve sahadan yükselen eleştirilere kayıtsızlık yerine iletişim ve yönetişime daha açık bir tavır sergilemiş olsaydı belki de ters giden bazı şeyleri vaktinde değiştirmek kabil olabilirdi. Çünkü her iki tarafta da, sadece yabancı olan müttefikini değil bizzat kendi ordusunun yüksek sevk ve idaresini de iyi niyetle tenkit eden, gerçekçi bir analizle ve uzlaşmacı bir dille alternatifler öneren subay ve generaller mevcuttu. Ancak gerek Berlin gerekse de İstanbul’da bu sesler otoriteye muhalefet ya da mahalli unsurlarla fazla kaynaşma belirtileri olarak yok sayıldı ya da itham edildi. Osmanlı insanı ve askerinin farklı bir dünya tasavvuru ve formasyona sahip olduğuna dikkat çeken Alman subayları “Türkleşmiş” (vertürkt) olmakla suçlayan Alman Başkomutanlık Karargâhı, hem Berlin’in hem de cephelerdeki Alman personelin stratejik ve taktik kararlarını eleştiren Osmanlı paşalarını da kolaycılıkla “Alman düşmanı” şeklinde ötekileştirme yoluna gitti.
Hem İstanbul hem de Sofya’da Alman irtibat subaylığı yapmış Yarbay von Bardenleben bu tavrı sonradan şu şekilde tenkit etmiştir:
“Maalesef biz müttefiklerimizin yapısı ve tarzını, bakış açılarını, iç siyasi hedef ve beklentilerini ve nihayet örf ve âdetlerini çok az tanıdık. Her şeyi kendi gözlüğümüzden değerlendirmeye çok daha meyilliydik ve sonunda bu gözlüğümüz çıkarılıp da gerçeğin çok farklı olduğunu görünce ağır bir hayal kırıklığına uğradık.”
Almanya’da genelkurmay başkanlığı yapmış bir figür olan Erich von Falkenhayn’ın savaşın son demlerinde bizzat Filistin Cephesi’ne gelerek kurmay heyetini tamamen Alman personelden oluşturduğu Ordu Grubu F/ Yıldırım Orduları Grup Komutanlığının (Heeresgruppe F) başına geçmesi ve fakat daha harekât bitmeden başarısız bir şekilde cepheden ayrılıp gitmesi çok manidardır. Sadece bu son harekât dahi birleşik harekât prensipleri açısından neyin yapılıp yapılmaması gerektiği konusunda fevkalâde dersler içermektedir.
Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk-Alman askerî ittifakı, başarısız neticesinden etkilenmeden ve sadece bir tarafı günah keçisi haline getirmeden derinliğine incelenebilirse, özelde Osmanlı/Türk askerî tarihi genel olarak ise modern birleşik harekât tarihi açısından faydalı olacaktır.
Doç.Dr.Gültekin Yıldız İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesidir.
Bu makale Harp Akademileri Komutanlığı’nın 20-21 Kasım 2014’te İstanbul’da düzenlediği “1914’ten 2014’e 100.Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak” Uluslararası Sempozyumunda bildiri olarak sunulmuş, yazarının izniyle sitemize konulmuştur.
Bibliyografya:
Aksakal, Mustafa, Harb-ı Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
Erickson, Edward J., Ordered To Die, A History of the Ottoman Empire in the First World War. Westport, CT, USA: Praeger Publishers, 2001.
von der Goltz, Colmar Freiherr, Yirminci Yüzyıl Başlarında Osmanlı-Alman İlişkileri “Golç Paşa’nın Hatıraları”, haz Faruk Yılmaz, İstanbul 2012.
von der Goltz, Colmar Frieherr, Denkwürdigkeiten, ed: W. Foerster, Berlin 1932.
Guhr, Hans, Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza, çev. Eşref Özbilen, İstanbul 2007.
Kerner, Robert J., “The Mission of Liman von Sanders”, Slavonic Review, 6 (1927/1928).
Kiesling, Hans, Mit Feldmarschall von der Goltz Pascha in Mesopotamien und Persien, Leipzig 1922.
von Kressenstein, Kress, Son Haçlı Seferi: Kuma Gömülen İmparatorluk, İstanbul 2008.
Kurat, Akdes Nimet, Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Bulunan Alman Generallerinin Raporları, Ankara 1966.
Mühlmann, Carl, Deutschland und die Türkei, 1913-1914, Rothschild 1929.
, Das Deutsch-Türkische Waffenbündnis im Weltkriege, Leipzig: Verlag Koehler&Amelag, 1940.
Pomianowski, Joseph, Der Zusammnbruch des Ottomanischen Reiches, Graz: Akademische Druck-u. Verlaganstalt, 1969 (first print: Wien 1928).
Reichmann, Jan Christoph “Tapfere Askers” und “Feige Araber”: Der osmanische Verbündete aus der Sicht deutscher Soldaten im Orient 1914-1918, Doktora tezi, Philosophische Fakultaet der Westfaelischen Wilhelms-Universitaet zu Münster, 2009.
von Sanders, Liman, Türkiye’de Beş Yıl, çev. E. Özbilen, İstanbul 2010.
Soy, H. Bayram, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçlerle Yaptığı İttifak Görüşmeleri ve Savaşa Girişi”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 18 (2005), 165-193.
Wallach, Jehuda, Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askerî Heyetleri 1835-1919, çev. Fahri Çeliker, Ankara 1985.
Yasamee, Feroz, “Colmar Freiherr von der Goltz and the Rebirth of the Ottoman Empire”, Diplomacy of Statecraft, 9 (1989), 91-128.
Yıldız, Gültekin (ed.), Osmanlı Askerî Tarihi 1792-1918, İstanbul: Timaş Yayınları, 2013.