Bu makale, Sayın İsmail BİLGİN’in, “Türk Askeri Çanakkale’de Aç-Bilaç Savaştı (!) başlıklı makalesine cevap olmak üzere hazırlanmıştır.
Çanakkale savaşlarıyla ilgili yayınlarda ve yapılan tartışmalarda herkes kendince bir belgeye dayanmaktadır. Nitekim, Sayın İsmail BİLGİN’de, sözü edilen makalesindeki iddialarını Mehmet Fasih’in anılarına ve bazı belgelere dayandırmıştır.
“Tarih Biliminin Yöntemi” ne göre belgeler genel olarak arşiv malzemeleri, kütüphane malzemeleri, müze malzemeleri ve sözlü kaynaklar olarak tanımlanabilir. Bunların içinde doğru olanı da vardır, yanlış olanı da…
Gerçekten savaş sürecinde yayınlanan gazete ve mecmualar ile düzenlenen bazı resmi belgeler gerçeği yansıtmazlar. Belgelerin böyle bir metotla hazırlanmasındaki amaç elbette ki gerçeklerin örtülmesi ve kamuoyunun yanıltılması değildir. Siyasi ortamı ve toplum psikolojisini dikkate alan ve aksi uygulamanın savaşın etkisinden daha ağır sonuçlara yol açacağını hesaba katan devletlerin öteden beri uyguladıkları askeri, siyasi ve sosyal politikanın önemli bir parçasıdır bu. Bir gerekliliktir. Ama ne yazık ki, bu durum, tarihin nüsvettesi olan belge ve yayınların savaş sürecinde tarihe yanlış not düştüğü gerçeğini değiştirmemektedir.
Bazı resmi belgelerin sıhhatine dair günümüzde sıkça kullanılan bir örnek vardır.
Farz edelim ki araştırmacısınız, 2100 yılındasınız… Size 2010 yılındaki ev, arsa ve arazilerin rayiç değerlerini araştırmak ve o dönemde gayrimenkullerin kaça alınıp satıldıklarını tespit etmek üzere bir görev verildi. Araştırmalarınıza nereden başlarsınız?
Kuşkusuz tapu müdürlüklerinden ve belediyelerden… Çünkü 2010 yılında yapılan alım-satım işlemleri gayrimenkulün değeri üzerinden tapu dairelerince yapılmakta ve bu değer tapu kütüklerine kaydedilmektedir. Gayrimenkullerin o günkü emlak beyan değerlerine ilişkin kayıtlar da belediyelerce tutulmaktadır. Bunlardan ikisi de resmi kurumdur. Tuttukları kayıtlar da resmi belge hükmündedir.
Siz, bu kurumlara gittiniz, resmi kayıtlardan 2010 yılında satışı yapılan gayrimenkullerle ilgili uzun bir liste çıkardınız ve alım satım değerlerine ulaştınız. Ama bir türlü içinize sinmedi bu değerler. Yetmedi, tapu dairesinden, belediyeden ayrılmadan önce bir de uyarı aldınız. Resmi kayıtlarda yazılı alım satım değerlerinin gerçeğe nazaran çok düşük olduğu söylendi size.
Ne yaparsınız? Yanlışlığı apaçık ortada olan bir resmi belgeye mi itimat edersiniz yoksa gerçeğin peşine düşerek, o dönemde yaşamış birkaç ihtiyarı mı arar gözleriniz?
Elbette ki doğru olan ikinci seçenektir ve o ihtiyarların size vereceği fiyatlar doğruluk bakımından resmi kayıtların önüne geçecektir.
Aynı şey Çanakkale muharebeleri sırasında düzenlenen bazı belgeler içinde geçerlidir. Bu belgeler dikkatle incelendiğinde lehe olan olayların abartıldığı, aleyhe olan olaylara ise ya hiç yer verilmediği ya da çok az yer verildiği görülmektedir.
Belgeler, askere 3000 kalori esasına göre düzenli olarak yemek verildiğini yazmakta, askerler ise yemeklerin azlığından bahsetmektedir. Şimdi burada doğru olan belge midir, yoksa tanıkların ifadesi mi?
Araştırmaya muhtaç bir konudur bu. Çünkü belgeler başka, askerler başka söylemektedir. Yemek listesinin doğruluğu tartışmalı hale gelmiştir ve elimizde listenin bulunması uygulamanın da öyle olduğu anlamına gelmemektedir.
1. ÇANAKKALE CEPHESİNDE VARLIK YOKLUK TARTIŞMALARI:
Çanakkale cephesinde ordunun ikmal malzemeleri ve sağlık hizmetleri bakımından iyi olduğunu iddia edenler ile kötü olduğunu söyleyenler arasında tartışmalar yaşanmaktadır. Bu iki ayrı görüşü savunanların ellerinde kendilerini haklı çıkaracak belgeler de vardır. Belgesi olmayanlar da, ya Mehmetçiğin imanına, kahramanlığına ya da “Napolyon’un “ordular karnı üzerinde yürür” söylemine dayanmaktadır.
Bir başka görüş de, “Çanakkale Cephesinde ordunun her türlü gıdaya ve malzemeye yeter derecede sahip olduğu, ancak dağıtımdaki aksaklıklar nedeniyle bu malzemelerin ihtiyaç duyulan yerlere ulaştırılmasında geçici sıkıntılar yaşandığı” yönündedir.
Aslında Çanakkale harp tarihinin, edebiyatının bu üç görüşü de haklı çıkaran ve varlık-yokluk iddiasında bulunan herkese “sende haklısın” dedirten bir yanı vardır. Zira bu bir savaş ortamıdır ve böylesine bir ortamda başlangıçta öngörülemeyen aksaklıkların ortaya çıkması normaldir.
Ne var ki, cephede yaşanan sıkıntıların yokluktan ya da aksaklıktan kaynaklanması neticeyi değiştirmez. Sebebi ne olursa olsun açlık açlıktır ve geçici bir süre de olsa aç kalan Mehmetçiğin açlıktan bahsetmeye hakkı vardır.
O bahislerden bazıları şöyledir.
“Yiyecek stokları fazla değildi. Açlık umacı gibi her yerde, her tarafta görünüyordu.” [1, s. 118]
***
“Mevzilerde askerler bir araya gelince herkes anasının pişirdiği yemeklerden bahsederdi. ‘Anam dolma yapardı, anam kuskus pişirince yanına da hoşaf yapardı’ gibi laflar konuşulurdu. Açlık vardı da ondan…” (Gazi, Osman Kaçmaz) [2, s. 79]
***
“Çok miktarda olan Türk askeri için erzak temini güçtü… Öyle zaman oldu ki, komutan tarafından erzak gönderilemedi ve askerin fazla vücuttan düşmemesi için iş gösterilmeyip uyutulmaları emredildi.”[3, s. 142]
***
“Askerler bir iki aydan beri yolda yaya yürüyor. İnce milli elbiseler içinde kadid vücutlar mahzun mahzun bakıyor. Ayaklar çıplak, sine açık, yüz solgun. Hasta vücutları saklayacak bina yok, bölüklerde fazla elbise yok…yok…yok!..
Bu yeni askerlere sordum: Neden bazılarınız çok zayıf düşmüş?
İçlerinden biri cevap verdi:
Açlıktan, sefaletten…”[4, s. 57]
Askerler açlıktan, yokluktan yakınmaktadır, gazeteler de ise yokluğun esamisi okunmamaktadır. Öyle ki, Mehmetçik cephede bolluk, bereket içinde yüzmekte, ateş etmediği zamanları kuruyemiş yiyerek geçirmektedir.
“Mevkii Harp Muhabirimizden…
Ölülerin defni ve yaralıların toplanması için yapılan ateşkes sırasında bizim sıhhiye neferlerinden biri tahdit olunan bölgenin en uzak hududuna gitmiş. İngilizler bunu yakalayınca doğru generallerinin huzuruna çıkarmışlar. Kendisine ekmek ikram etmek istemişler. Bizim nefer ile general arasında söyle bir konuşma geçmiş:
Mehmed: “Bizim ekmeklerimiz daha has ve tazedir. Sizinki çok siyah… Hem benim karnım padişahımız sayesinde hamdolsun toktur. Sizin ekmeğinizi istemem!
General: “Yalan söylüyorsun! Sizde has ekmek bulunmaz. Hepiniz açsınız!
Mehmed:“Bizim siperlerimize kadar sıcak ekmek geliyor. Ekmeğimiz has undan. Sahra fırınlarında yapılıyor. Dumanı çıka çıka geliyor. Ceplerimiz fındık üzümle doludur. Ateş etmediğimiz zaman kuruyemiş yeriz. İşte bakın! Cebimde birçok fındık ve üzüm var. İsterseniz size de vereyim. Eğer izin verirseniz siperlerimize gidip, yediğimiz ekmekten numune getireyim.
Mehmed’in cebinden çıkardığı avuç dolusu üzümle fındığı gören general ve maiyeti Türklerin umdukları gibi aç olmadıklarını, hatta kendilerinden daha iyi beslendiklerini anlayarak pek büyük bir sükûtu hayale uğramışlar ve biraz sonra da bizim Mehmed’i salıvermişler…
Koca Mehmed, generale avuç dolusu üzüm ile fındığı nasıl uzattığını iftihar ederek anlatırken, arkadaşları da İngilizlere inat ağızlarına birer avuç daha kuruyemiş atıyorlar.” [5]
Bolluktan, bereketten bahseden sadece gazeteler değildir. Resmi belgeler de aynı şeyi söylemektedir. Savaştan elli, altmış yıl sonra bu belgelere bakanlar Çanakkale’de askerin yiyeceğinin, giyeceğinin ve sağlık hizmetlerinin mükemmel olduğunu söylemekte ve bu belgeleri delil olarak göstermektedir.
Askerin yiyecek maddesi ve miktarı her bakımdan mükemmeldi. Çünkü seferi istihkak yüksek düzeyde olduğu gibi Batı Anadolu’nun bütün kasabaları, Çanakkale Kahramanlarına az bulunan erzakı armağan olarak gönderiyorlardı. İzmir ve Ege Bölgesi’nin nefis kuru yemişleri her askerin torbasında bol bol mevcuttu… [6. s,32]
Yokluk bahsinin içinde sağlık hizmetleri de vardır.
Muharebelerde bir anda ortaya çıkan ve hepsi kan kaybeden binlerce yaralıya sağlık hizmeti vermek günümüz koşullarında dahi oldukça zordur. 1915’in sağlık koşulları ise zaten herkesin malumudur. Bu zorluk orta yerde iken, cephede sağlık ekibinin tam olmasının, depoların ağzına kadar ilaçla, malzemeyle dolu bulunmasının tedavi hizmeti alamayan yaralı Mehmet’e bir faydası olmayacak ve bu durum Mehmet’in anılarına “yokluk” olarak yansıyacaktır.
“Düşmanı memlekete sokmamak için göğsünü siper ederek yaralananların orada, topraklar üstünde kaç gündür hastaneye sevklerini beklediklerini görmek, bana çok acı gelmişti. Orası yaralılardan mahşer gibi bir halde idi. Alayın yaralıları beni görünce sevindiler. Yaralarına henüz bakılmadığını anlatarak ‘Aman bizi hastaneye sevk ettiriniz’ diye ricaya başladılar. Bütün millet Çanakkale’ye düşmanla dövüşmeye gönderildi. Fakat o büyük yaralı zayiatını karşılayacak teşkilat ve nakil vasıtası hazırlanmamış, düşünülmemişti.” [7. s, 87]
***
“Yaralı askerleri yatırmak için yatak ve yer bulunamamıştır. Doktorlar, binlerce yaralının yalnız yaralarını sarıp salıvermişlerdir. Bunlardan birçoğunun yaraları kurtlanıp kangren olmuş, el ve ayakların kesilmesiyle son bulmuştur” [4. s,34]
***
Sağlık hizmetleriyle ilgili yukarıdaki ifadeler Çanakkale cephesinde bulunmuş iki subaya aittir. Resmi kaynaklar ise aynı konuda şunları söylemektedir.
Sağlık işlerinde de aksaklık görülmemişti. İlk günlerde personel yetersizliğinden şikâyet edilmiş, bu konu kısa bir süre içerisinde çözümlenmişti. Sağlık malzemesi seferi kadrolara göre tamdı.” [6. s,32]
Cephenin varlık-yokluk durumu tartışılırken, muhakkak göz önüne alınması gereken bir başka hususta ülkenin ekonomik durumu ve ancak güçlü ülkelerin güçlü ordulara sahip olabileceği gerçeğidir.
2. OSMANLI DEVLETİ’NİN EKONOMİK DURUMU
Osmanlı Devleti’nin, 1854 – 1874 yılları arasında Avrupa ülkelerinden aldığı borç tutarı 238.773.000 liradır. Aynı dönemde elde edilen yıllık 25 milyon liralık gelirin 13,2 milyon lirası borç taksitine ve faizine yatırılmaktadır. Ekonominin hızla kötüleşmesi ve borçların ödenemez hale gelmesi, alacaklı firmaları harekete geçirmiş, duyun-u umumiye idaresinin kurulmasına yol açmıştır. [8, s.184]
Böylece, başta tarım olmak üzere tüm sektörlerin faaliyetleri yabancıların eline geçmiş, Osmanlı Devleti ekonomik özgürlüğünü yitirmiş, yarı sömürge haline gelmiştir.
1914 yılına gelindiğinde, Osmanlı devletinin dış borçlarının 104.202.000 Osmanlı lirası olduğu görülmektedir. Yıllık bütçesi 30.000.000 Osmanlı lirası olan devlet, bunun 13.000.000 Osmanlı Lirasını borç taksitine ve faizine ödemektedir. [12, s.140]
Osmanlı Devleti’nin son dönem ekonomik tablosu budur ve bu tablo ordunun lojistik imkânları hakkında açık bir fikir vermektedir.
Art arda gelen Trablusgarp, Balkan ve Sarıkamış savaşlarında kaybedilen malzeme ve insan gücü ise bu tabloyu daha da kötüleştirmektedir.
Tarımla uğraşan işgücünün askere alınması, Tekâlif-i Harbiye Komisyonlarınca tarımda kullanılan hayvanlara el konulması ya da satın alınması “Anadolu’nun köylerinden cepheye bol bol erzak gönderildiği ve askerin torbasında ekmek şöyle dursun, kuruyemişin bile bulunduğu” iddiasının sorgulanmasına yol açmaktadır.
Münim Mustafa’nın anısı da, bu sorgulamayı haklı çıkarmaktadır.
“Zavallı köylülerin bütün konuşmalarını ekmek yapmak üzere öğüttükleri mısır koçanları teşkil ediyordu… Mısır koçanı unundan ekmek yapıldığını ömrümde ilk defa işittiğim vakit hayretler içindeydim ve bu görüşmelere inanamıyordum…“Ekinler nasıl?” diye sordum.
Biri cevap verdi: “Efendi!” dedi. “Köy için ihtiyar iki öküz bıraktılar. Bunlar sıra ile köylünün tarlasını sürüyor. Fakat cansız oldukları için biz de sabanı iterek yardım ediyoruz. İhtiyarlık var. Eksik eteklerle ne kadar iş olur? Bu işi gençler yapabilir ama onlarda cepheye gitti. Onun için ekinler iyi olmuyor. Köyde bir iki delikanlı kalsa bereket olurdu” [7, s. 111]
İfade doğrudur. Osmanlı tarım toplumudur, tarımsal faaliyetler de el emeğiyle, insan/hayvan gücüyle yapılmaktadır. Nüfusun büyük çoğunluğunun askere alınması ve tarımda kullanılan hayvanlara el konulması başta buğday olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin üretimini düşürmüştür.
Savaş ekonomisi üzerine araştırma yapanların ulaştıkları sonuçlar da bu yöndedir.
“Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte seferberlik ilan etmiştir. Ancak seferberliğin beraberinde getirdiği sıkıntılarla karşı karşıya gelinmiştir. Tarım alanında çalışan nüfusun – yüzde 80’i, askere alınmış, bu da tarımsal üretiminin azalmasına yol açmıştır. Ayrıca yurtdışından gelen tahıl ithalatı da savaş nedeniyle özellikle İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’nı kapatması ile sekteye uğramıştır. Örneğin savaştan önce İstanbul’da ithal edilen un miktarı 25 bin ton iken savaşın başlamasıyla 8 bin tona düşmüştür.” [9, s.127]
Bu durum, kıtlığın sadece cepheyi değil şehirleri, kasabaları, köyleri de kuşattığının alametidir. Çünkü savaş koşullarında bulunan devlet, tarım politikalarında radikal değişiklikler yapacak, temel gıda ürünlerinin üretimini ve tüketimini kontrol altına alacaktır. Öyle ki, daha mahsulü kaldırmadan çiftçinin tarlasına gidecek “Bana şu kadar buğday vereceksin” diyebilecektir. Genellikle o tarladan devlete ayrılan mahsul, çiftçiye kalandan daha fazla olacaktır.
Osmanlı bu politikayı 1. Dünya Savaşı sırasında katı bir biçimde uygulamaya çalışmıştır. Şehirlerde “İaşe-i Umumiye Erzak Merkezleri” kurulmuş, gıda maddelerinin tedarik edilmesi ve dağıtılması kontrol altına alınmaya çalışılmış ama başarılı olunamamıştır. Zaman zaman bu merkezlerin idaresinin orduya devredilmesi iaşe tedarikindeki ve dağıtımındaki başarısızlığı ortadan kaldırmamıştır. Stokçuluğun, vurgunculuğun, karaborsacılığın önüne geçilememiş, fiyat artışları kontrol altına alınamamıştır.
“Örneğin serbest piyasada satılan ekmeğin fiyatı dört yıl içinde 27.2 kat, unun fiyatı 25.7, makarnanın fiyatı 30, sütün fiyatı 25.2 ve gazyağının fiyatı 93.3 kat artmıştır. Dikkat edilirse savaşın bitiminden hemen sonra fiyatlar düşme eğilimine girmiştir. Kısacası savaşın bir ülke üzerindeki olumsuz etkisini bu tablo özetlemektedir.” [10, s. 50,51]
YIL |
EKMEK |
UN |
MAKARNA |
PİRİNÇ |
ŞEKER |
PATATES |
SÜT |
TUZ |
GAZYAÐI |
ODUN (ÇEKİ) |
1914 |
1,25 |
1,75 |
3 |
3 |
3 |
1 |
2 |
1,5 |
1,5 |
45 |
1915 |
1,65 |
2,3 |
4,5 |
5 |
7,5 |
1,6 |
3,5 |
1,5 |
3 |
70 |
1916 |
9,5 |
12 |
24 |
20 |
30 |
3 |
7 |
2 |
50 |
150 |
1917 |
18 |
30 |
65 |
45 |
112 |
14 |
15 |
2,5 |
80 |
235 |
1918 |
34 |
45 |
90 |
92 |
195 |
27 |
45 |
4,5 |
140 |
540 |
1919 |
13 |
20 |
38 |
45 |
46 |
16 |
40 |
12 |
22 |
500 |
Birinci dünya savaşı öncesi ve esnasında İstanbul’da bazı tüketim maddelerinin cari fiyatları
(Yıllık ortalama- kıyye/kuruş) [10, s. 50,51]
II. Dünya savaşı sırasındaki ülke ekonomisi, I. Dünya savaşı sırasındaki ülke ekonomisinden kuşkusuz daha iyidir. Ama Türkiye II. Dünya savaşına girmediği halde savaşın sıkıntılarını yakından hissetmiştir. Savaşa girme ihtimaline karşı erkek nüfusun büyük bir bölümünün silâhaltına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürmüştür. [11, s.35]
Bu durum, un tüketiminin kontrol altına alınmasını gerektirmiş, 13 Ocak 1942 tarihinden itibaren ülkede ekmek karnesi uygulamasına geçilmiştir. Uygulama uyarınca yedi yaşından büyüklere günlük 375 gr., yedi yaşından küçüklere ise günlük 187,50 gram ekmek verilebilmiştir.
Savaş ekonomisi üzerine söylenecek daha çok söz vardır. Ama bu kadarı bile gerçeği ortaya koymak için yeterli olacaktır.
3. PROPAGANDA
Varlık/Yokluk mevzuu işlenirken savaşın propaganda yönü de gözden uzak tutulmamalıdır.
İngiliz uçaklarının siperlerimize attıkları beyannamelerde, genellikle esirlere sağlanan imkânlardan bahsedilmekte, giyim kuşam malzemelerine ve gıda maddelerine yer verilmektedir. Propaganda uzmanı İngilizler, siperinde bu imkânları zaten bulan karnı tok, sırtı pek Mehmetçik için neden hazırlasınlar ki bu beyannameleri?
“Silah Arkadaşlarıma,”
“Her nasılsa birkaç gün evvel, İngilizlere esir düştüm. Görmekte olduğumuz muamele-i nazikâne, bizim orada zannettiğimizden bütün bütün aksine bulunmaktadır… Vakta ki, teslim olduğumda, beni birkaç kumandanın huzuruna çıkardılar. Her biri ayrı ayrı hediyelerle taltif etti. Sigara paketleri, çay, reçel ve saire takdim ettiler… Nihayet İmroz Adası’na sevk olunduk. Burada bizden pek çok arkadaş var. Hepsine yeni çamaşır, elbise ve kundura verilmiş. Beşer beşer mahruti çadırlara taksim edilmişler. Yatmak için insan başına üçer battaniye tevzi edilmiştir…” (Üserayı Osmaniyeden Sıhhiye Çavuşu M.C.) (13, s. 96)
***
“Kardeşler, arkadaşlar!..
“Siperlerde bulunduğum günleri andıkça vücudum titriyor. Siperlerde yiyecek maddelerinin azlığı, soğuk ve üstlerden zincirleme olarak görülen vahşice hareketler, özetle çekmekte olduğumuz çeşitli saldırı ve yoksulluğu göz önüne getirdikçe üzüntü duymadan yapamıyorum. Düpedüz kan ağlıyorum. Buraya gelir gelmez bana derhal sıcak çay, bol bol yiyecek maddeleri, tatlı ve sigaralar verildi. Battaniyelerin, yünden, elbiselerin ise sınırı yok. Nihayet ömrümde benzerini görmediğim rahatlığa burada kavuştum. Bir baba kendi çocuğu için bundan fazla bir şey istemez ve yapamaz!… Bu sefil durumunuzdan bir an önce yakanızı kurtarmanın çaresine bakınız. Fırsatı geri tepmeyerek buraya geliniz! Bu büyük ve insanlığı seven milletin kucağına atılınız!” (İmroz’daki savaş esirlerinden vatandaş ve silah arkadaşınız) (13,s.97)
4. SONUÇ:
Harp tarihine ilişkin belgeler ne derse desin şu bir gerçektir ki o günleri cephede ve cephe
gerisinde yaşayanların en çok şikâyet ettikleri konu açlıktır, yokluktur. Bizler de, çevremizdeki güngörmüş ihtiyarlarla yaptığımız sohbetlerde hep aynı şeyi duymuşuzdur.
Öyleyse, cephenin zor koşullarını dile getiren gazilerimizin anılarına hürmetsizlik etmeye ve onları bi tamam yalancı çıkarmaya hakkımız yoktur.
Ama şu bir gerçektir ki, Mehmetçik bu tabloya rağmen Çanakkale’de yedi düveli dize getirmiş ve bir destan yazmıştır.
Ordunun varlıklı olması veya yokluk içinde bulunması bu destanın kıymetinden ne bir şey eksiltecek ne de ziyadeleştirecektir. Ama öyle görünüyor ki bu tartışmalar uzun bir süre daha sürüp gidecek, gündemi işgal edecektir.
Kimi, “Hiç karnı doymayan, kıyafeti bulunmayan, sağlık hizmeti almayan asker savaşır mı? Sorusunun cevabına sığınacak, kimi cephede bulunmuş komutanların anılarında yer alan yemek sofralarından, çaylardan, kahvelerden bahsedecek, kimi tamamen iç ve dış propagandaya yönelik gazete ve mecmua haberlerini delil gösterecektir.
Karşı görüş de boş durmayacak, kendini haklı çıkarmak için tıpkı ötekiler gibi belge sunma gayretine girişecektir. Aç, susuz Mehmet, kırık dökük silahıyla mağrur düşmanını nasıl alt edebilir” diyenlere Mustafa Kemal’in diliyle cevap verecektir.
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor; hiç ufak bir duraksama bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur-an’ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin Olmasınız ki, Çanakkale Muharebeleri’ni kazandıran işte bu yüksek ruhtur.”
Osman KOÇ
[*] Araştırmacı / Başbakanlık VGM.
[1]Carl Mülhman: Çanakkale Savaşı, Timaş Yayınları, 2004
[2]Cahit Önder: Atatürk’ün Silah Arkadaşları, Yaşayan Çanakkaleli Muharipler
[3]Herman Lorey: Türk Sularında Deniz Hareketleri, Cilt 2, Ankara 1946
[4]Hüseyin Cemal: Çanakkale’de Ulu Cenk, Tercüman Yayınları, İstanbul 1982
[5]İkdam Gazetesi, 24 Haziran 1915
[6]Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Harp Tarihi Yayınları, Birinci Dünya Harbinde Türk
Harbi, V. Cilt, Çanakkale Cephesi 2. Kitap, Ankara 1978
[7]Münim Mustafa: Çanakkale ve Kanal Hatıraları, Cepheden Cepheye, Arma Yayınları 2002
[8] Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları Hakkıkda Bir Tetkik, Türk Tarih
Kurumu Yayınları Ankara 1994
[9] ZaferToprak, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi: Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik,
Homer Kitabevi, İstanbul 2003
[10] Vedat Eldem (1994), Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994
[11] Haldun Gülalp, Gelişme Stratejileri ve Gelişme Ideolojileri, Yurt Yayınları, Ankara, 1983
[12] Sait Açba, Devlet Borçlanması, Adım Yayıncılık Ankara, 1991
[13] Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, Atatürk ve Çanakkale Savaşları Araştırma Merkezi
Yayınları, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Mart 2003, Sayı 1