İstanbul, dünyanın en önemli imparatorlukları olan Roma, Bizans ve Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış bir şehirdir. Bu imparatorluklar döneminde şehirde birçok tarihi yapı inşa edilmiş, özellikle son dönemde İstanbul adeta bir açık hava müzesine dönüştürülmüştür. Osmanlı padişahları İstanbul’un fethinden sonra büyük bir hızla, artık bakımsızlıktan dökülen şehri, yeniden mamur hale getirmeye çalışmışlar, yaşanılabilir, dünyaya nizam getirmek isteyen bir medeniyete yakışır bir başkente dönüştürmek için uzun bir mesai harcamışlardır. Fethettiği yeri sömürgeleştirmeyi değil şenlendirmeyi vazife edinmiş Osmanlılar insanların yararına olabilecek her türlü yapıyı tıpkı diğer Osmanlı coğrafyalarında olduğu gibi İstanbul’da da inşa etmekten geri durmamışlardır. Nitekim bu imar çalışmaları süreklilik arz etmiş ve şehir, vakıf anlayışının bir neticesi olarak birçok hayır kurumuyla donatılmıştır. Bu vesileyle inşa edilen binalar bazı hayırseverler ya da devlet adamlarının sağladıkları gelirlerle kimseye muhtaç olmadan varlıklarını uzun süre devam ettirmişlerdir.
Osmanlı toplumu mahalleler etrafında şekillenmiş ve bir yerleşim yeri kurulurken oraya olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir takım yapılar bina edilmiştir. İnsanların ibadet edecekleri mescitler, etrafında çocukların ilköğretimlerini gerçekleştirebilecekleri sıbyan mektepleri, dinin temizliğe verdiği önemin bir sonucu olarak hamam ve hayatın en temel gereksinimi olan suyun, hapsedildikleri mahzenlerden ve sarnıçlardan çıkarılarak insanlara ulaşmasını sağlayan çeşmeler bir arada adeta küçük bir külliye özelliği göstererek inşa edilmiştir. Bunun yanında merkezi diyebileceğimiz noktalarda camiler, çevresinde bir dönem yüksek öğrenim yerleri olarak da hizmet veren medreseler, ölümün hayatın her anında hissedilir kılınması için cami etrafına yapılan hazireler Osmanlı şehircilik anlayışının mühim unsurlarıdır.
Toplumların meydana getirdikleri bu eserlerin onların yeryüzüne attıkları imzaları ya da kurdukları uygarlığın en nadide eserleri olarak kabul etmek, oluşturulan büyük medeniyetin gelecek kuşaklara iletilmesini sağlayan birer aracı olduklarını düşünmek yanlış olmaz. Bununla birlikte şehirde meydana gelen ve bazılarının kıyamet-i suğra (küçük kıyamet) olarak da adlandırıldığı depremler, ahşabın kullanılan binaların vazgeçilmez malzemesi olarak görülmesi neticesinde yangınların verdiği büyük zararlar bu eserlerin tahrip olmasına neden olmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu hayır kurumlarının, ömür boyu ayakta durabilmesi adına bânileri tarafından vakfedilen gelirler vasıtasıyla adeta bir sigorta gibi, tadilat görmeleri ya da yeniden inşaları mümkün olabilmiştir. Fakat meydana gelen bu doğal afetlerin yarattığı tahribatın daha fazlasını insanlar gerçekleştirmiş ve maalesef bu müdahaleler Osmanlıların meydana getirdiği bu güzel eserlerin büyük bir kısmı yok olmaktan kurtarılamamıştır.
Aslında tarihi eserlerin tahribatı 19. yüzyılın sonlarına kadar götürülebilir. Osmanlı toplumunda meydana gelen modernleşme çabaları ve bunun doğurduğu sosyal hareketlilik, değişen dünyaya ayak uydurmak adına meydana gelen yeni ihtiyaçlar şehrin mimari dokusuna zarar vermeye başlamıştır. Ancak bu dönemde yıkılanın yerine vakıf malının kutsal kabul edilmesinden dolayı yenisini inşa etmek, bir zaruret olduğu için tarihi eserlerin yok edilmesi genel bir uygulama olarak görülmemiştir. Fakat Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte yeni kurulan cumhuriyetin yaşadığı zihniyet değişikliği eskinin köhnemiş ve terakkiye engel olduğu düşüncesini getirmiştir. Ayrıca tarihi eserlerin ortadan kaldırılması, modern şehirlerin kurulabilmesi için kimi zaman bir zorunluluk olmuştur. Bu teknik nedenlerin yanı sıra bazı zihni farklılıklarının getirdiği neticeler de dikkat çekicidir. 1935 yılında çıkarılan bir kanunla, beş yüz metre içerisinde tarihi değeri büyük de olsa birden fazla cami olmayacak şeklinde bir uygulamanın hangi teknik gerekçelerle ortaya çıkarıldığı merak konusudur. Yine İstanbul’un yöneticiliğini yapan belediye başkanları ve valilerin aymazlıkları yurt dışından getirilen bazı şehir planlamacılarının Türklerin mazisini yok etmeye yönelik çalışmaları yüzlerce yıldır ayakta duran tarihi eserlerimizin tek tek ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. Dama tahtası şeklinde planlanan şehir bu uygulama çerçevesinde büyük bir yıkıma uğramıştır. Özellikle 1950’li yıllarda geniş caddeler ve büyük bulvarlar açma merakı başta Mimar Sinan eseri olma üzere birçok tarihi yapıyı ortadan kaldırmıştır. İşin ilginç yanı bu caddeler açılırken yola tesadüf edeceği düşünülen ve bu nedenle yıkılan eserlerin birçoğunun yolla hiç alakası olamayacak konumda olmalarıdır. Bununla birlikte yıktırılan bu eserlerin yerlerine alışveriş merkezleri vesaire binalar da yapılmaktan geri durulmamıştır. İstanbul’un ilk belediye başkanı olan Hızır Çelebi’nin mezarı dahi bu yağmadan nasibini almış mezarın bulunduğu hazirenin yanındaki cami herhalde tekrar yapılmasın diye arsası üzerine İMÇ blokları inşa edilmiştir. Başta Atatürk Bulvarı olmak üzere, Aksaray meydanı, Vatan ve Millet caddeleri yaptırılırken birçok tarihi eser yola tesadüf etmemesine rağmen yıktırılmıştır. Yahya Kemal merhumun “kör kazma” olarak nitelendirdiği bu yağmadan yüzlerce tarihi eser nasiplenmiş, yıllardır insanların hizmetine sunulan yapıların büyük bir kısmı bir gecede ortadan kaldırılmıştır.
Elinizdeki bu çalışma İstanbul’da çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılmış ya da bakımsızlıktan harap olmuş yüz tarihi eserin hatırlatılması amacını taşımaktadır. Listemizin yaklaşık yarısını oluşturan camilerin tamamı yıkılmıştır. Bazılarının üzerinde apartmanlar ya da çeşitli binalar bulunsa da bir kısmının arsasının hala boş olarak durması sevindiricidir. Nitekim bu eserlerin bazıları vakıf ya da dernekler tarafından ihya edilmekte yapılar tekrar eski durumlarına getirilmektedir. Arsası işgal edilerek üzerine binalar inşa edilen camiler için sağlam bir kayıt tutulmasından başka artık yapacak bir şey yok demektir.
Kitapta yer alan medreseler ise daha şanslı bir durumdadır. Bir kısmı ortadan kakmış olsa da harap bir vaziyette kaderlerine terk edilen bu yapılar, ekseriyeti bazı tahsisatlarla kurtarılıp yeniden birer ilim ya da kültür-sanat merkezleri haline getirilebilir durumdadır. Mezbelelikten farksız bu yapıların metruk vaziyette her gün üzerinde yürüdüğümüz cadde kenarlarında boynu bükük bir halde durmaları insaf ehli bütün İstanbulluları rahatsız etmektedir. Bir zamanlar gençlerin ilim tahsil ettikleri bu yapılar bugün kapılarına kilit vurulmuş, birçoğunun duvarları yıkılarak hazireleri toprak altına gömülmüştür. Bazılarının ise spor kulübü adı altında kumar oynanan yerler haline getirilmesi ise dayanılacak gibi değildir.
Temizliğin imanın yarısı olduğu düsturunu çok iyi idrak etmiş olan Osmanlılar şehrin neredeyse her mahallesine inşa ettikleri hamamlarla bu niyetlerini amele dönüştürmüşlerdir. Özellikle bazı cami, medrese ya da mekteplerin giderlerinin karşılanması için vakfedilen hamamlar bu anlamda bu müesseselerin ayakta kalabilmeleri için önemli bir akar sağlamıştır. Ancak ülkemizin değişen şartları bu yapıların varlığının devam etmesine müsaade etmemiş birçoğu yol çalışmaları sırasında yıkılarak ortadan kaldırılmış bir kısmı da harabe olarak varlıklarını metruk bir vaziyette devam ettirmişlerdir. Oysa son dönemlerde Türk turizminin hızla geliştiği ve özellikle hamamların yabancılar için uğrak yeri haline gelmeye başladığı düşünüldüğünde bu önemli eserlerin ihya edilmelerinin sağlayacağı katkı küçümsenmeyecek kadar fazladır.
Çalışmamızın önemli bir diğer kısmını oluşturan çeşmeler ise meydana getirdiğimiz medeniyetin bir su medeniyeti olduğunun en önemli kanıtıdır. Aslında kadim kültürümüzde su hiçbir zaman ihmal edilmemiş bilakis çevresinde bir medeniyet ve buna bağlı olarak kültür, sanat, edebiyat oluşturulmuş bir unsurdur. Nurettin Topçu’nun “Şarkın sembolü, bir çınarla çeşme başıdır” ifadesi doğunun suya verdiği öneminin açıkça ifadesidir. Bununla birlikte çeşmelerimizin, sebillerimizin bugünkü durumu bu büyük medeniyetin artık can çekişmek üzere olduğunu gösteriyor. Üstad Sezai Karakoç’un “su yerine süs akıyor” dediği ancak hâlihazırda muslukları çalınmış, suyu kesilmiş, kitabesi kırılmış çeşmelerle büfeye dönüştürülmüş sebiller toplumumuzun bir yüz karası olarak değerlendirilebilir. Bu kısımda genellikle hala varlığını şöyle ya da böyle devam ettiren çeşmeleri de bilginize sunduk. Diğer yapılara göre restorasyonu daha kolay ve daha ucuz olan bu yapılar ilgili vakıf ve derneklerle iş adamlarının harekete geçmesini bekliyor. Sevindirici olan şey ise birçok belediyenin ve özel kurumun bu çalışmalara son dönemlerde büyük bir ilgi göstermesi ve çeşitli sponsorluklarla tahrip olmuş bu güzel eserlerin ihyasının gerçekleştiriliyor olmasıdır.
Bunlardan başka tiyatro, han, konak gibi sivil mimari eserleri, sıbyan mektebi gibi eğitim kurumları ile karakollar ve bir türbe de çalışmamızın kapsamı içerisine alınmıştır. Eserler Türk dönemi yapıları arasından seçilmiş olup çoğunluğu sur içi bölgesinde bulunmaktadır. Hiç şüphe yok ki İstanbul’da kaybolmuş ya da halen harap olarak yıkılacağı günü bekleyen yüzlerce eser mevcuttur. Ancak kitabın formatı gereği çalışma yüz yapıyla sınırlandırılmış ve bu seçim yapılırken ihya edilebileceğini düşündüğümüz metruk eserlere de yetkililerin dikkatini çekmek adına az da olsa yer verilmiştir. Her sayfanın altında hakkında araştırma yapılan eserle ilgili kısa bir bibliyografya verilerek konuyu daha ayrıntılı araştırmak isteyenler için kolaylık sağlanmıştır. Ancak üzülerek belirtilmesi gereken bir durum ise böyle zengin bir mirasa sahip toplumun eski eserleri ile ilgili maalesef yeteri kadar çalışmasının olmadığıdır. Birçok tarihi yapımızın yabancılar tarafından çeşitli vesilelerle incelenerek hakkında yayınların yapıldığını görmek ilmi faaliyetlerimizin kifayetsizliği bağlamında üzücü Türk sanat tarihi açısından ise sevindiricidir. Bu bağlamda konuyla ilgilenen az sayıdaki akademisyenlerden biri olan Prof.Dr. Semavi Eyice’ye teşekkür etmeden geçemeyeceğim.
İstanbul’un Kaybolan 100 Eseri
Fatih Güldal
Kültür AŞ -2010 İstanbul