İstanbul, tarih boyunca seyahatnamelere, romanlara, öykülere, araştırmalara konu olmuş, dünya üzerindeki en etkileyici kentlerden biri. Hakkında yazılanlar dev bir kütüphaneyi dolduracak kadar fazla. İstanbul Kitaplığı ya da İstanbul Araştırmaları Enstitüsü misali, şehre adanan kütüphaneler de bu durumun açık ispatı.
Şehir, eski devirlerden bu yana sürekli bir cazibe merkezi olmuş ve çevresindeki topluluklarca arzulanmıştır. Çevre uygarlıklar bu gözde mekâna gayet görkemli isimler vermişlerdir. Bulgarlar “Çarigrad” yani çarın şehri, Araplar ise “el-Mahrusa” yani gözetilen, korunan kent unvanını yakıştırırken, şehre sahip olanlar da ellerindeki cevherin farkında olduklarını yine kullandıkları başka sıfatlarla göstermişlerdir. İmparator Konstantin, temellerini attığı kente “Nea Roma” yani Yeni Roma diyerek ilkçağ dünyasının en görkemli kentinin veliahtı olan bir yerleşimde hüküm sürdüğünü ilan eder. Bir diğer Doğu Roma imparatoru olan ve devlete altın çağını yaşatan Justinyanus ise şehri “Ebedi kent” olarak nitelendirir. Osmanlılar da payitahtlarına “Dersaadet” yani mutluluk kapısı demeyi tercih ederler.
İstanbul, tüm bu unvanları fazlasıyla hak eder. Zira kent, Megaralılarca temellerinin atıldığı ilk anlardan itibaren kilit konumunu muhafaza etmeyi bilmiş ve bir metropol olma özelliğini korumuştur. Pers-Yunan savaşlarında ve sonrasında Yunan sitelerinin kendi aralarındaki Peleponnes savaşlarında rol almış, Roma devrinde çıkan iç isyanlarda taraf olmuş, hatta bu isyanların birinde muhalefet ettiği Septimus Severus tarafından büyük bir zarara uğratılmıştır. Ancak gerek bu hükümdar, gerek sonraki Roma imparatorları kentten vazgeçememişler ve bunun neticesinde Büyük Konstantin, şehri Roma imparatorluğunun merkezi yapmıştır. Hz. Muhammed’in hadisine konu olan şehir, Batı Hıristiyanlarının da düşlerini süslemiştir. 1204’te büyük bir yağmaya sahne olurken, 1453’te şehre giren Osmanlılar, Bursa ve Edirne’yi bir yana bırakarak İstanbul’u saltanatlarının merkezi haline getirmişlerdir. Bu iktidarın ilk hükümdarı olan Fatih, tıpkı şehre adını veren Büyük Konstantin gibi, yeni başkentine farklı yerlerden nüfus getirtmiştir. Kenti pagan devri ve Hıristiyanlık döneminin abidevi eserleri ile donatan Konstantin’le yarışırcasına, o ve vezirleri birbiri peşi sıra külliyeler etrafında gelişen mahalleler inşa etmişlerdir.
Elinizdeki eserin kaleme alınmasındaki temel amaç, süreç içinde kentin yaşadığı değişim ve dönüşümleri elverdiğince derli toplu biçimde sunmaktır. Kent, gerek deprem ve yangın gibi tabii afetler, gerek işgaller neticesinde defalarca yakılıp yıkılmışsa da, her defasında eskisinden ihtişamlı biçimde küllerinden yeniden doğmuştur. Justinyanus Nika İsyanı sonrasında, Paleologoslar Haçlı istilasının akabinde şehri yeniden canlandırmayı bilmişlerdir. Osmanlılar zamanında II. Beyazıt ve III. Mustafa devirlerinde halkın “Küçük Kıyamet” dediği büyük depremlerin akabinde, şehirde misli görülmemiş imar faaliyetleri yaşanmıştır. Lakin İstanbul 20. yüzyılın ikinci yarısında imar adı altında yapılan yıkım çalışmalarına yenik düşmüştür. Kent, son 50 yılda aldığı yoğun insan göçü sonrasında, kendisini yenileyebilme yeteneğini yitirmiştir. İstanbulluların Şam, Halep, Üsküp gibi modernite öncesinden hâlâ izler taşıyan komşu ülkelerdeki benzer şehirlere gittiklerinde acı acı tebessüm etmeleri biraz da bundandır. Bilmektedirler ki bu şehirlerin akıbeti de yakın bir zaman sonra İstanbul’dan çok farklı olmayacaktır.
İstanbul her ne kadar pek çok tabii afete, işgal ve kuşatmalara sahne olsa da son 50 yılda bilinçsiz yetkililerin idaresi altında gördüğü zararı, bunların hiçbirinden görmemiştir. Zira İstanbul’u modern zamanlarda idare eden yetkililerin gözünde kent; suyundan, havasından, tarihinden, mimarisinden istifade edilmesi ve bu unsurları ile pazarlanması gereken bir meta görünümündedir. Kapitalizmin en çirkin tezahürleri ile karşılaşan İstanbul, ne yazık ki bu süreç içinde pek çok önemli vasfını ve zenginliğini yitirmiş ve yitirmektedir. Tarihi eserler alelacele yapılan restorasyonlar ile aslî kimliklerinden koparılmakta, birer sanat şaheseri olan köşkler ve hatta ibadethaneler ortadan kaldırılarak otopark ya da apartman haline getirilmekte, şehrin geleneksel mimari dokusu dikkate alınmadan modernizm adı altında absürt yapılar dikilmektedir. Böylelikle kent, aslında modern dünyaya eklemlenmemekte, aksine ucube bir görünüme bürünmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkemize davet edilen şehir planlamacısı Prost’un sur içi İstanbul’unun bir müze kent olarak düzenlenmesi yönündeki fikri hiçbir şekilde dikkate alınmadığı gibi, Vatan ve Millet caddeleri ile de adeta bu düşünceye meydan okunmuştur. Tarihsel miras olarak Prag, Budapeşte, Roma, Viyana, Paris, Londra, Petersburg gibi kentlerle yarışacak ve hatta bu şehirlerin birçoğunu geride bırakacak kadar muhteşem bir diyar olan İstanbul, ne yazık ki Cumhuriyet devrinin bilinçsiz imar politikalarının kurbanı olmuştur.
Elinizdeki eser, genel okuyucu kitlesine hitap etmektedir. İstanbul hakkında yapılan pek çok çalışma popüler ya da bilimsel dergilerin, armağan kitaplarının ya da yayınların içinde kalmakta, bu veriler genel okur kitlesine ulaşamamaktadır. İstanbul üzerine kaleme alınan söz konusu çalışmalardan hareketle 22 bölümlük bir İstanbul tarihi yazma ihtiyacı duymamın temel hareket noktası hem bu çalışmaların okurlarla paylaşılması, hem de keyifli bir şehir tarihinin ortaya çıkarılmasıdır. Dönemlerin sınıflandırılmasında şehrin tarihine damgasını vurmuş belli başlı olaylar, geçiş devreleri, değişim-dönüşüm ya da kırılma evreleri esas alınmıştır.
Eser, İstanbul’u tüm yönleriyle ele alma iddiasında değildir; zira bunun zorluğu ortadadır. Çalışmayı kaleme alırken, okurlarımla paylaşmayı arzuladığım bazı ilginç hadiseler ve gelişmeler arasından bir seçki yaptım. Bu noktada, mesleğimin de bir etkisi olsa gerek. Her öğretmen mesleğini icra ederken, tarihin bazı evrelerine değişik noktaları ön plana çıkararak yaklaşır. Doğal olarak bu kitap da yazarının bir İstanbul seçkisi niteliğindedir.