İnsanlık tarihi aynı zamanda çatışmaların ve savaşlarında tarihidir. Toplumlar ya rahatsız edilir ya da rahatsız ederler. Sebep ne olursa olsun hiçbir savaş yok ki geride büyük bir trajedi, travmaya uğramış bir toplum ve gözyaşı bırakmasın.
Asırlardır her trajediye ağıt yakan rikkatli kalplerin sahibi kara yağız insanımız. Birinci Dünya Savaşıyla yedi düvele karşı cepheden cepheye koşan Mehmetçiğe, tabiri caizse ağıt yakmakla baş edememiştir. Zira her evden bir şehit veriliyor ve her evden bir ağıt yükseliyordu.
Hani icatlar ihtiyaçlardan doğarmış derler ya; savaşlardan sonra ise geride kalan insanların çektiği çile, döktüğü gözyaşı, ayrılık acısı hiçbir şeyle dindirilememiş olacak ki, çekilen çileler türkülere, ağıtlara dönüşmüştür. İnancı gereği kaybettiği yakını için, imanı gereği isyan etmeyen Anadolu insanı derdini dağa taşa, turnaya, toprağa ve ırmağa dökmüştür. İçi kor kor yandığında, türkü yakmıştır. Onun için yalnızca türkülere has bir özelliktir türkü yakmak. Yanan yüreğin söz ve ezgiyle taşmasıdır.
Oğlunu Yemen’e veren ana, kocasını Sarıkamış’ta kaybeden kadın ve nişanlısını Çanakkale’de yitiren genç kız, tevekkülle türkü yakmaktan başka ne yapabilirdi ki.
Yemen’e gönderdiği kardeşlerinin geri gelmeyeceğini anlayan Çukurovalı nazenin genç kız, köyünün ıssız yerlerinde amaçsızca dolaşırken yüreği dağlı gönlü yaslı ve umudunu kaybetmiş olarak, yürek yangınını şöyle dile getirir.
Kara çadır is mi tutar
Martin tüfek pas mı tutar
Ağlayalım anam bacım
Elin kızı yas mı tutar
Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Tan borusu er vurulur
Sen küçüksün uyanaman
Yemen yolu çukurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir
Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışı’n toza dumana
Mektubunu sal kardaşım
Bacını koyma gümana
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Memet biri Memiş
Çukurovada ki çığlık Sivas ‘ta ise benzeri bir ağıta döner; ve türküyü yakan der ki:
Ben Gidiyom Rüştü Beyim Ağlama
Köz Koyupta Ciğerimi Dağlama
Alay Gitti Beni Burda Eğleme
Yemene De Benim Ağam Yemen’e
Endi M’ola Mehrali Bey Yemen’e (Oy Oy Yemen’e)
Gurdu M’ola Çadırları Çimene
Oğul Köz Düştüğü Yeri Yakar Kime Ne
Dert Benim Vallah Kime Ne
Ben Gidiyom Rüştü Beyim Sana Bir Nişan
Susuzluktan Alaylarım Perişan
Hiç İflah Mı Olur Da Yemene Düşen
Yemene De Benim Ağam Yemen’e
Endi M’ola Mehrali Bey Yemen’e (Oy Oy Yemen’e)
Gurdu M’ola Çadırları Çimene
Oğul Köz Düştüğü Yeri Yakar Kime Ne
Dert Benim Vallah Kime Ne
Mehrali’yi Sokaklarda Tuttular
Ağamı Da Bir Gurşuna Sattılar
Mehrali’yi Yemen’e Attılar
Yemene De Benim Ağam Yemen’e
Endi M’ola Mehrali Bey Yemen’e (Oy Oy Yemen’e)
Gurdu M’ola Çadırları Çimene
Oğul Köz Düştüğü Yeri Yakar Kime Ne
Dert Benim Vallah Kime Ne
Yemen adı mutlulukla anılsa ve kahvenin vatanı olarak hafızalarımızda yerini alsa da, biz Yemeni orada bıraktığımız yiğitlerimizin ve onların ardından yakılan hasret kokan hüzün dolu türkülerinden biliriz. Bu türküleri öyle benimsemiş ve sevmişiz ki bu coğrafyanın hangi bölgesinde olursa olsun, kulağımıza:
Havada Bulut Yok Bu Ne Dumandır
Mehlede Ölüm Yok Bu Ne Şivandır
Şu Yemen Elleri Ne De Yamandır
Ano Yemen’dir Gülü Çemendir
Giden Gelmiyor Acep Nedendir
Şu Dağın Ardında Redif Sesi Var
Varın Bakın Çantasında Nesi Var
Bir Çift Pabuç İle Bir De Fesi Var
Burası Muş’tur Yolu Yokuştur
Giden Gelmiyor Acep Ne İştir
Kışlanın Önünde Çalınır Sazlar
Ayağım Yalınayak Yüreğim Sızlar
Yemen’e Gidene Ağlıyor Kızlar
Burası Muş’tur Yolu Yokuştur
Giden Gelmiyor Acep Ne İştir
Diye sesler gelmeye başlasa, gayri ihtiyari neredeyse hepimiz bu türkünün sözlerine iştirak eder ve birlikte söyleriz.
Hiç dikkat ettiniz mi Yemen türküsü, Çanakkale türküsü, Urfa türküsü ve daha bir çok kahramanlık türküsünü gayr-i ihtiyari ezberlemişizdir.
Çünkü gitmesek de, hepimizin kalbi Yemen’de, Çanakkale’de ve diğer cenk meydanlarında atar.
Nasıl atmasın ki. Bu toprakların her metrekaresi şüheda kanıyla sulanmıştır. İstiklal Marşı Şairimiz, merhum Mehmet Akif ERSOY’un da İstiklal Marşında dediği gibi,
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Toprağı şüheda kanıyla sulanmış bir milletin edebiyatı da, elbette bu kahramanlıklara bigane kalamazdı.
…………..
Çanakkale’de cepheye sürecek yetişkin kalmayınca, yaşı küçük, bıyıkları henüz terlememiş delikanlılarda askere alınmıştır.
Henüz okul çağındaki çocukların askerlik hizmetine alınmasına ilişkin çıkarılan kanun bunun en önemli göstergelerinden biridir. Balıkesir’de yayınlanan Karasi Gazetesi’nde verilen bilgiye göre, 21 yaşındakilerin askere alınacağı bildirilmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda 1307-1309 (1891-1893) doğumlular silah altında bulunmaktadır. Osmanlı Devleti silah altında bulunan 1891-1893 doğumlulara ilave olarak ilan edilen seferberlikle 1875-1890 doğumlular da kıta hizmetine çağrılmıştır. Daha sonra ise bir Tokat Türküsü’ne konu olacak 1315 doğumlular da ihtiyat ve geri hizmet maksadıyla askerlik hizmeti için çağrılacaktır.
Hey onbeşli onbeşli,
Tokat yolları taşlı.
Onbeşliler gidiyor,
Sevenlerin gözü yaşlı.
Çanakkale savaşının cephe gerisinde de öyle şeyler yaşanmıştır ki; binlerce kilometre uzaktan gelen düşman askerlerini bile etkilemiş ve günlüklerine yazdıkları bu acı hatıralar yıllar sonra torunları tarafından anlatılmıştır.
Dedesinden Çanakkale’yi defalarca dinlemiş olan üniversiteli bir Anzak genç kız şöyle anlatır.
Dedem şöyle anlatmıştı;
Türk siperleriyle aramız çok yakındı, öyle ki ateş kesildiği zaman kısık sesle konuşur ve gürültü yapmamaya çalışırdık.
Neredeyse her gece aynı saatlerde Türk siperlerinden bir ses yükselirdi. O Türkün söylediği müziğin ne olduğunu ve ne dediğini hiç birimiz anlamıyorduk. Ama öyle içli ve dokunaklı söylüyordu ki dinlenmeye doyamıyorduk. Hatta diğer siperlerden de bu müziği dinlemeye gelen arkadaşlarımız olurdu. Her akşam Türkün söylediği müziği kaçırmıyor ve hepimiz etkileniyorduk. Gündüz savaştığımız insanın gece söylediği türküyü dinlemek ilginç ama gerçekti. Yine bir akşam konser bekler gibi Türkün söyleyeceği türküyü bekledik ama o boşunaydı. Türk siperlerinden ses çıkmadı. İkinci akşam üçüncü akşam da ses çıkmayınca Türkçe bilen arkadaşımıza kısaca O meçhul askerin neden artık türkü söylemediğini yazıp bir taşa bağlayarak Türk siperlerine attık. Çok geçmeden yüreğimizi yakan bir cevap geldi. Taşa sarılı kağıdı açığımızda şu ifade vardı. “O arkadaşımızı geçen hafta vurdunuz”
Çanakkale’de şehit düşen yanık sesli yiğidimiz belki Yemen Türküsünü söylüyordu. Kimbilir belki de Çanakkale Türküsünün ağıdını yakıyordu.
Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı,
Ana Ben Gidiyom Düşmana Karsı.
Of Gençliğim Eyvah.
Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi,
Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli.
Of Gençliğim Eyvah.
Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü,
On Üçüncü Fırka Yürüdü.
Of Gençliğim Eyvah.
Çanakkale İçinde Bir Dolu Testi,
Analar Babalar Mektubu Kesti.
Of Gençliğim Eyvah.
Peki ya Sarıkamış, Sarıkamış Çanakkale’den farklımıydı.
Bir inat uğruna umutların dahi donduğu bir havada doksan bini yiğidi cepheye sürmek hangi aklın ürünüydü acaba. Enver Paşa’nın basireti mi bağlanmıştı; yoksa hırs mı gözünü bürümüştü.
Termometreler o günlerde –kaç dereceyi gösteriyordu bilmiyoruz ama 90 bin yiğit bir yandan düşmanla bir yandan da ağır kış şartlarıyla mücadele ediyordu. En acısı da askerlerin önemli bir kısmı daha tek kurşun atamadan soğuğa yeniliyor ve kurşundan daha ağır havada birer birer cansız yere düşüyordu.
Ya onları bekleyenler. Onlar ne yapıyordu dersiniz.
Her biri kaderine razı, boynu bükük Sarıkamış’ın Destanını yazıyordu.
Sarıkamış Altın Bulak
Soğanlıyı Biz Nerden Bilek
Bizim Uşak Göycek Gezer
Ağca Zıbın Kara Yelek
Yüz Başılar Bin Başılar
Tabur Tabur Karşılar
Bir Kar Yağar İnce İnce
Yatan Şehitler Işılar
Gözünü Sevdiğim Eşe
Tekerin Dayandı Taşa
Seferberliği Durdur
Elin Öpem Enver Paşa
…………..
I. Dünya Savaşı’nda Amiral Rauf Orbay emrindeki Hamidiye kruvazörü geceleyin üç bacasından birini kamufle ederek Odesa limanına girmiş ve Rusların Osmanlı donanmasını vurmaya hazırlandıkları, Kazbek ve Kagül isimli kruvazörlerini saklandığı yerinde yakalamıştı. Odesa limanını bombardımana tutarak Kazbek’i batırmış, Kagül kruvazörünü de ağır yaralamıştı. Bu başarı yurtta büyük sevinç yaratmıştı. Bu sevinci, Azeri Şair Muallim Ahmed Cevad Bey (Genceli) şu şekilde dile getirmiştir.
Çırpınırdın Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına
Ah ederdim , hiç ölmezdim düşebilsem ayağına
Sırmalar saçsam yoluna, inciler döksem yoluna
Vefalı Türk geldi diye, yol ver Türk’ün bayrağına
Hamidiye ol Türk kanı, hiç vakt bilmez onun şanı
Kazbek oldu ilk kurbanı, eğil Türk’ün bayrağına
Türk elinden esen yeller, sana şirin selam söyler
Olsun bütün Kafkas eller kurban Türk’ün bayrağına
Tufan gibi çoşacağız,Kafkasları aşacağız
Şanlı Türk’ün bayrağını yükseklere asacağız
Bu şiir daha sonra Üzeyir Hacı Beyli tarafından bestelenmiştir. Günümüzde de bu türküyü severek dinliyor ve söylüyoruz.
……………..
Bizimle aynı kökenden gelen Azeri kardeşlerimiz de acılarını türkülerle dile getirmişlerdi.
Birinci Cihan Savaşı dönemi Kafkasya cephesinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya orduları arasında ki savaş sırasında Rusya ordusunda hizmette bulunan Ermenilerin yaptığı mezalim herkesin malumudur. Ermenilerin tüm bu “hizmetleri”ne rağmen, 1917 tarihli Rus devrimine kadar gerek Batı devletleri, gerekse Rusya defalarca Ermenilere bağımsızlık vaat etseler de, “tek ve bölünmez Ermenistan” kurmak görüşünün gerçekleştirilmesi için gerekenleri yapmamışlardı.
Ermenilerin Azerbaycan Türklerine karşı yaptıkları soykırım Mart 1918 tarihinde Bakü’de başlamış ve onun devamı olarak Şemahi, Guba, Gökçay, Karabağ, Zengezur, Nahçıvan, Şeki, Lenkeran’da, özellikle bugün bir tek Azerbaycan Türkünün kalmadığı Ermenistan’da görülmedik bir şekilde uygulanmıştı.
Azerbaycan Cumhuriyeti devlet arşivlerinde ki binlerce belgeler, özellikle Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin tesis ettiği ve 15 Temmuz 1918 ile Mart 1920 tarihine kadar faaliyet gösteren Fevkalade Soruşturma Kurulunun çalışmaları sonucu ortaya çıkan belgeler Ermenilerin, Azerilere karşı Bakü, Şemahi, Guba, Zengezur, Şuşa ve Azerbaycan’ın diğer kazalarında uyguladıklarını bütün yönleri ile ortaya koyuyor. Azerilere karşı yapılan toplu katliam ve sürgünler neticesinde Ermenistan’da Azeri kalmamıştır.
İşte 1918 – 1920 yılları arasında Azerilerin Osmanlı Askerini yani Mehmetçiği beklerken, şairin müthiş bir sembolle laleye benzettiği askerimiz için bir şiir yazılır. Osmanlı Askerinin başında kırmızı renkli bir fes vardır; ve bu fesin üzerinden sarkan püskül tıpkı bir lale gibidir. Şair özlemini, hasretini, zulümden ve katliamdan kurtarması için beklediği Türk Askerini lale ile sembolize etmiş; ve şiirinde de bu canhıraş beklentiyi ifade etmiştir. Daha sonra türküye dönüşen bu şiir onlarca yıldır söylenir. Bir de bu bakışla bu güzel türküyü dinlemeniz dileğiyle.
Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıhıblar gene de dize laleler
Yağışdan ıslanan yarpağlarını
Seripler dereye düze laleler
Heyalımdan neler gelibde geçer
Yaz geler ellere durnalar göçer
Bulağlar simaver ağ daşlar şeker
Benzeyir çemende köze laleler
Meylim üzündeki gara haldadır
Hicranın elacı ilk vüsaldadır
Ne vahdır aşığın gözü yoldadır
Bir gonağ gelesiz bize laleler
Talman Hacıyev
Türk milleti özellikle Osmanlı Devletinin son zamanlarında birçok cephede savaşmıştır. Birinci Dünya Savaşının yaşattığı acılar yıllarca toplumun hafızasından silinmemiş ve yakılan türkülerle de her bir savaş ölümsüzleşmiştir.
Merhum Mehmet Akif ERSOY’un “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın”
Diye dua ettiği gibi bizde benzer şekilde “Allah bu millete bu ağıtları bir daha yaktırmasın” diye dua ediyoruz.
Cengiz DEMİR
Cengiz Demir, Radyo 15 ( FM 101.2) Genel Yayın Yönetmeni. Aynı zamanda Türk Halk Müziğine yönelik araştırmalar yapan Demir’in “Bir Radyomuz Vardı” adlı kitabı da bulunuyor. Sunduğumuz çalışması Kültür Dergisi Mart 2008 Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı’nda yayımlanmıştı.