Asırlardır cihana huzur ve adalet dağıtan Osmanlı yurdunda bülbüller susmuş kargalar ötmeye başlamıştı. Devlet-i li Osmân’ın her metrekaresi mahşer yeri gibiydi. Trablusgarp için gözyaşı döken Osmanlı, kordon bağını kendi eliyle kesmek isteyen Balkanlar için doğum sancısı çekiyordu. Evlerinden yurtlarından olan halk, kafile kafile payitahta doğru yürüyordu. Gözlerinde yaş, yüreklerinde geride kalanların acısı vardı. Ateş düştüğü yeri yakıyor, çekilen acılar yüreklerde sızı dudaklarda ağıt oluyordu. Bu kâbustan bir an önce uyanmak isteyen Osmanlı, ordusunu takviye için askere alımları hızlandırdı.
Niğde’nin Ulukışla kazası Barastal köyü nüfusuna kayıtlı Bakkalbaşı Hasan Efendizâde Ali için de askerlik celbi gelmişti. 1892 doğumlu olan Ali, celbin geldiği 1912 yılında Kayseri’de medrese tahsili görmekteydi. Talebe olmasına rağmen o da alındı askere. Geride gözü yaşlı anasına veda edip düştü Balkan yoluna. Düşmandan donanım olarak daha üstün olmamıza rağmen sevk ve idaredeki beceriksizlikler nedeniyle Balkan Savaşı hüsranla sonuçlandı. Kaybedilen topraklara rağmen elimizden giden Kırklareli ve Edirne’nin tekrar geri alınması belki de tek tesellimizdi. Ağustos 1913’te imzalanan Bükreş Anlaşmasıyla savaş bitmişti. Niğdeli Ali köyüne döner dönmez yavuklusu Sabriye ile evlendi. 1 Temmuz 1914 yılında adını Şerife koydukları bir kızları oldu. Şerife, o karanlık günlere inat bir güneş gibi aydınlıktı.
Sömürge yarışına girip Osmanlı üzerinden toprak ve petrol devşirmeye çalışan Düvel-i Muazzama tarafsızlığını ilan eden Osmanlı’yı savaşın içine çekmek için her türlü planı devreye sokuyordu. Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki yakınlaşma gizli bir ittifakla neticelendi. Aynı gün 2 Ağustos 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu “tedâbir-i ihtiyât” gerekçesi ile genel seferberlik ilan etti. Barastal’da köy kıraathanesinin önünden geçen tellal, davuluna ritmik darbeler indirirken avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Seferberlik vaaaar!” Eli silah tutan herkes köy meydanında toplanmaya başlamıştı. Ali, anasının elini öptükten sonra eşi Sabriye’ye veda etti, helallik diledi sonra da henüz bir aylık olan kızı Şerife’yi aldı kucağına, kokusundaki rayihayla mest olmuştu adeta. Hıçkırık boğazında düğümlendi ağlayamadı. Askerler köy meydanından dualarla uğurlandı. Niğde askerlik şubesinden Bakkalbaşı Hasan Efendizade Ali Çanakkale Cephesi’ne gidiyordu. Tren kampanasının acı çığlıkları gözü yaşlı anaların hıçkırıklarına karıştı. Hüzün ve gurur bir aradaydı. Günler süren tren yolculuğu Balıkesir tren istasyonunda son buldu. Buradan Çanakkale’deki birliğine kadar yürüyerek ulaşacaklardı. Niğdeli Ali 2.Ağır Topçu Tugayı, 4. Ağır Topçu Alayı, 2. Topçu Taburuna bağlı olan Mecidiye Tabyası’ndaki 3 numaralı topta topçu neferiydi. Sultan Abdülmecit tarafından inşa ettirilen tabya, dokuz adet bonetten oluşuyordu. Bu bonetler arasında 4 adet 240/35, 2 adet 280/22 milimetrelik top vardı. Her bonetin içinde karşılıklı iki oda ve bir cephanelik vardı. Mecidiye Tabyası’nda Alman öğretmenlerden topların çalışma sistemleriyle ilgili olarak dersler almaya sonra da öğrendiklerini talim etmeye başladılar. Niğdeli Ali aynı tabyada nefer olan Mehmet oğlu Seyit ile yaren olmuştu. Seyit, babayiğit bir pehlivandı. Ama onun dev cüssesinin altında pamuk gibi yumuşak bir yüreği vardı. Gayet vakarlı, dini bütündü. Kimseyi incitmezdi. Seyit de Niğdeli’yi çok severdi. İstirahat vakitlerinde bazen Balkan Savaşı üzerine koyu sohbete dalarlardı. 3 Kasım 1914 günü saat 06.50’de Boğaz’ın girişinden belli belirsiz top sesleri duyuldu. Acaba beklenen harekât başlamış mıydı? Bütün tabyaya top başı yaptıran bu sesler 17 dakika devam etti. Durum öğleye doğru anlaşıldı. Düşman filosu Boğaz’ın girişindeki dört istihkâmı bombalamıştı. Bu bombardımanda Seddülbahir Kalesi’ndeki bir cephanelik isabet almış 5 subay ve 81 neferimiz bu patlamada şehit olmuşlardı. Bu ilk şehâdet haberi tabyada büyük bir hüzne sebep olmuştu. Rumeli Mecidiye Tabyası Gurup Komutanı Hilmi Bey, askeri sürekli teyakkuzda olmaları konusunda uyarıyor, morallerini yüksek tutmaya çalışıyordu. O akşam tabyada şehitlerimiz için Yasin okundu, dualar edildi.
17 Mart’ta tabyada hummalı bir çalışma vardı. Ertesi gün büyük bir saldırı olacağına dair istihbarat alınmıştı. Müstahkem Mevkii Komutanlığı’ndan o gün bir emir çıkmıştı: “Bütün topçular tetikte olsun!” Komutanları Yüzbaşı Hilmi Bey tabyadaki neferlere bir türkü öğretmişti. Hep bir ağızdan onu söylüyorlardı:
“Çanakkale Çanakkale
Geliyor düşman hergele
Ölmek varsa da yok dönmek,
Geçilmez bu Çelikkale”
Mecidiye Tabyası’nda kimse uyumuyordu. Dâvûdi sesiyle Niğdeli Ali, Kur’an-ı Kerim okurken herkes zafer için dua ediyordu. Sabah namazından sonra tabyada koşuşturma başladı. O sabah hava sakin ve güneşli, deniz ise gayet sakindi.
Sabah Çanakkale’den bir Türk keşif uçağı havalandı. Uçağı Alman pilot Yüzbaşı Serno kullanıyordu. Rasıt mevkiinde ise Binbaşı Schneider vardı. Tayyare batıya doğru açıldıkça Bozcaada civarında düşman harp gemilerinin prova nizamında Boğaz’a yaklaştığı görülüyordu. Bu olayı rapor etmek için Çanakkale’ye yöneldiler. Toprak piste indiklerinde hemen bu rapor, Müstahkem Mevki karargâhına iletildi. Bütün istihkâmlar alarma geçirilmişti. Türk topçusu gönlünü Allah’a tevcih etmiş eli tetikte düşmanı bekliyordu. Birleşik Donanma, 16 savaş gemisi, 4 kruvazör, 14 muhrip, 21 mayın tarama gemisi, 6 denizaltı, 6 uçağı taşıyan bir gemi, çok sayıda muhrip ve gambotlarla sayısı yüzü geçen devrin en büyük filosu Boğaz’dan içeri girmeye başladığında saatler 10.05’i gösteriyordu. Müttefik Donanma’nın ilk atışı 11.15’te yapıldı. Giriş tahkimatımıza bir müddet atış yapıldıktan sonra merkez tahkimatımıza doğru şiddetli bir bombardıman başladı. Anadolu ve Rumeli Hamidiyeleri, Rumeli Mecidiye ve Namazgâh Tabyaları yoğun ateş altındaydı. Tabyalarımıza
Neferin “Yarım Dünya” dediği Queen Elizabeth sağlı sollu yaylım ateşiyle ilerliyordu. Rumeli Mecidiyesi ateşler içinde yanıyordu. Gemilerden atılan yüzlerce kilo ağırlığındaki mermiler ıslık çalarak gelir düştüğü yer harman yeri gibi açılır, su çıkardı. Yerden yükselen toprak sütunları bir minare boyu yükseliyor herc ü merc olan tabyada ağaçlar bile kökünden sökülüyordu. Bir de insanları düşün derdi Niğdeli Ali: Nasıl çıkar bu cehennemden? Durumun kötüye gittiğini anlayan Yüzbaşı Hilmi “ Sığınağa !” emrini verdi. Askerlerin sığınağa koştuğu sırada tabya, kulakları sağır eden bir gürültüyle sarsıldı. Toz bulutu arasında toprağa saplanan Niğdeli Ali kendinden geçti. Yüzbaşı Hilmi’nin sesiyle irkildi. Keskin barut kokusu genzini yakmış, patlamadan sonra kulaklarındaki vınlama halâ devam ediyordu. Bedenini saran toprak örtüsü ağzına ve burun deliklerine kadar girmişti. Üzerindeki sersemlik hali dışında bir yarası yoktu. Tabya cehenneme dönmüştü. Etrafa yayılan mübarek şehitlerimizin bedenleri, yaralanan neferlerin yardım çığlıkları yüreğinin bam telini oynattı Niğdeli Ali’nin. Yaralı arkadaşlarına yardıma koşarken ayağı takılıp düştü. Arkasını döndüğünde kendisini düşüren şeyin toprağa diklemesine saplanmış bir insan ayağı olduğunu fark etti. Gözyaşlarına boğulan Ali, ayağın etrafını kazdıkça ortaya bir insan bedeninin çıktığını fark etti. Yüzündeki toprağı silince bu yiğidin, yareni Koca Seyit olduğunu anladı. Seyit ölmemiş yaşıyordu. Gözlerini açtığında “Ne oldu bana Ali, her yerlerim ağrıyor. Nefes alamıyorum… Arkadaşlar nerde ?” diye sordu. Cevap vermekte zorlanan Ali’nin başı öne düştü, yutkundu, söyleyemedi. Ama başını kaldıran Seyit, tabyanın içler acısı halini görmüş, durumun vahametini anlamıştı. Bir- iki sendeledikten sonra ayağa kalkan Koca Seyit, bir çocuk gibi iç çekerek hüngür hüngür ağlıyordu.
Bombardıman sırasında önce ikinci topun solundaki cephaneliğe bir mermi düştü. Daha sonra 3. ve 4. topların cephanelikleri delindi. Bu patlamada tabyadaki 12 nefer şehit olmuş, 30 nefer de yaralanmıştı. Öğleden sonra savaşın seyri değişmeye başlamıştı. Yer değiştirmeye çalışan Fransız ve İngiliz gemileri Türk topçusunun menziline girmiş istihkâmlardan gelen yoğun ateş altında kalmıştı. Büyük hasar alan Bouvet gemisi manevra sırasında – Nusrat mayın gemisinin 8 Mart 1915 günü döşediği 26 mayından mürettep- 12. mayın hattına çarpıp büyük bir gürültüyle homurdanarak üç dakika içinde mürettebatıyla birlikte Boğaz’ın sularına gömüldü. Aradan fazla zaman geçmeden aynı akıbete Irresistible uğrayacaktı. Batmak üzere olan gemiyi yedeğe almak ve mürettebatı kurtarmak için Ocean zırhlısı yardımına koştu. Ocean, mürettebatı almış fakat Irresistible’ın batmasını engelleyememişti.
Donanma tarafından susturulan tabyalar tek tek hortlamış, Birleşik Donanma’nın üzerine kâbus gibi çökmüştü. Ölüm sessizliğine bürünen Rumeli Mecidiye Tabyası’nda durum çok kötüydü. Kendisini çabuk toparlayan Koca Seyit, 3 numaralı topun başına geldi. Topun istikamet çarkı ve zinciri kırılmıştı. Niğdeli Ali şaşkınlık içerisinde Seyit’i izliyordu. Seyit acısından divane olmuş bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyordu. Sonra mermilere doğru yöneldi. Ne yapmak istediğini anlayan Niğdeli Ali donup kalmıştı. Merminin altına giren koca pehlivan şaşkın şaşkın bakan Ali’ye “ Öyle bakacağına yardım et de şu mermiyi namluya sürelim” dedi. Niğdeli Ali’nin de yardımıyla 215 kıyyelik mermiyi tekbir getirerek omuzladı. Namluya sürülen mermi ilk atışta isabet bulmayınca, bir daha, o da olmayınca üçüncü atışta koca Ocean zırhlısının bir akıl hastasına çevirmişti. Kendi etrafında dönmeye başlayan Ocean da diğer iki geminin akıbetine uğrayıp bir mayına çarparak battı. Gözlerine inanamayan Ali “Vurdun ! Vurdun !” diyerek bağırıyordu. Yüzbaşı Hilmi olanları görmüş fakat inanamamıştı. 3 numaralı topun namlusuna dokundu, namlu ateş gibiydi. Koca Seyit’e “Sen mi ateşledin bu topu ?” diye sordu. Seyitten önce Ali “Evet, komutanım 215 kıyyelik mermiyi de tek başına kaldırdı” deyince Yüzbaşı, kahraman askerini kucakladı tebrik etti. Olay aynı gün Müstahkem Mevkii Komutanlığı’na da bildirildi.
Akşam karanlığı bastırınca top sesleri susmuş, daha fazla kayıp vermekten korkan Birleşik Donanma çekilmişti. O gün Rumeli Mecidiyesi’ndeki 1,2,3 ve 4 numaralı toplardan toplam 93 mermi atılmıştı.
Olaydan sonra tabyaya gelen Cevat Paşa; Seyit’e, gösterdiği kahramanlıktan dolayı onbaşılık rütbesi taktı. Bu kahramanlığı ölümsüzleştirmek için yanında Alman bir fotoğrafçı getirmişti. Merminin altına giren Seyit Onbaşı bir türlü mermiyi yerinden oynatamıyordu. Mahcup olan Seyit Onbaşı “Komutanım ben bu merminin altına o mahşer günü vatan tehlikede olduğu için girdim ve Allahın inayetiyle kaldırdım. Şimdi ise fotoğraf çekmek için deniyorum, olmuyor. Vatanın tehlikede olması durumunda Allahın izniyle gene kaldırırım.” dedi. Koca Seyit’i alnından öpen Cevat Paşa “Bu milletin sizin gibi evlatları olduğu müddetçe sırtı yere gelmez” dedi. Merminin içi boşaltıldı. Seyit Onbaşı mermiyi kaldırdı. Arkasında o tarihi günde olduğu gibi yine Niğdeli Ali vardı. Alman fotoğrafçı bu anı ölümsüzleştirecek fotoğrafı çekti. Bu fotoğraf ilk kez, Harbiye Nezareti tarafından neşredilen Harp Mecmuası’ nın Kasım 1915 tarihli ikinci sayısının kapağında yer aldı. Fotoğrafın altında “Çanakkale İstihkâmında 215 kıyye(
18 Mart Zaferi’nden sonra Niğdeli Ali Soğanlıdere’de de savaştı. Burada sağ ayağından yediği 7 kurşun yarasıyla hastaneye götürüldü. Kurşunlar burada çıkarıldı fakat ömrü boyunca kendisine hatıra olacak bir iz bıraktı. Düşmandan sonra mücadele ettikleri iki şey vardı, birisi susuzluk ikinci ise bit salgını. Aylarca yıkanamadıkları oluyordu. “Bütün elbisemiz bit içerisinde kalmıştı, sakalımızı sıvazlıyorduk sapır sapır bit akıyordu.” Çanakkale Savaşları bitmeden Kafkas Cephesi’ne sevk edildi. 52 günde aç perişan bir halde Erzurum’a ulaştı. Yolda birçok arkadaşı açlıktan yorgunluktan bitkin düşüp şehit oldu. Açlık onlara olmaz denilen şeyleri yaptırmıştı. Beygirlerin pisliklerindeki arpaları ayıklayıp yiyorlardı. Nihayet bir akşamüstü Erzurum’a yeni birliğine intikal eder. Önüne bir tabak bakla çorbası koyarlar. “Tam kaşığı ağzıma götürdüm ortamıza bir bomba düştü. Kafalar, kollar havada uçuşuyordu.” Kefereler, günlerdir aç olan Ali’ye bir lokma kurtlu bakla çorbasını bile çok görmüşlerdi. İngiliz ve Fransızlardan sonra burada da Ermeniler ve Ruslarla savaştı.
Mütareke imzalanmış fakat o halâ terhis edilmemişti. Dört senedir görmediği yavrusu Şerife’nin hasreti ciğerini dağlıyordu. Dönüş yolunda birlik Kayseri’de durur. Birlikten ayrılarak hasretini çektikleri için memleket yoluna koyulur. Fakat kaçtığını zannettikleri Niğdeli Ali’nin peşine düşerler ve kısa zamanda bulurlar onu.
Ermeni ve Ruslardan sonra şimdi de Yunanlılarla savaş başlamıştı. Yunanlılar alçakça Türk köylerini basıp yaşlı, kadın, çocuk demeden herkesi katlediyordu. Yurdun dört bir yanından gelen vatanseverler Milli Mücadele bayrağı altında toplandılar. Eskişehir, Kütahya, Afyon derken işgal edilen topraklar geri alınarak Yunanlılar İzmir’de denize dökülmüştü. İzmir’in kurtuluşundan sonra asker terhis edilmiş, isteyenlere İzmir’den toprak verilmişti. Niğdeli Ali toprak istemedi, memleketine gitmeyi tercih etti. 1914 yılında ayrıldığı köyüne ancak 9 sene sonra 1922 yılında dönüyordu.
Nihayet senelerdir hasretini çektiği yavrusuna, anasına ve karısına kavuşacaktı. Evin avlusuna girdi. Eşi Sabriye avludaydı, yanında da 8 yaşında bir kız çocuğu… Bu Şerife olmalıydı… Sabriye kendisini gördüğünde şaşırmış “Sen de kimsin ne arıyorsun evimde” diye eline geçirdiği taşları mahremine izinsiz giren bu yabancıya karşı savurmaya başladı. Ne olduğunu anlamayan Ali, bir taraftan kendini tanıtmaya çalışıyor, bir taraftan da can havliyle taşlardan kaçıyordu. Dokuz sene Niğdeli Ali’yi çok değiştirmişti. Saçları dökülmüş, avurtları çökmüştü. Uzun uğraş sonunda kendini nihayet tanıtabilmişti Sabriye’ye. Artık hasret bitmiş vuslata ermişlerdi.
Savaştan sonra kendi köşesine çekilen gazi, maaş ve madalya almadı. Devlet kapısına gitmeyi de kendine yakıştıramadı. Köyünde çiftçilik yaparak geçimini sağladı. Evlatlarını büyüttü. Niğdeli Ali’nin Şerife’den sonra Hasan, Halime ve Tahsin adında üç evladı daha oldu. Soyadı kanununda ÖZTÜRK soyadını aldı. Zamanında medrese eğitimi almış bir insan olarak köy camisinde imamlık yaptı. Kimseyi incitmek istemeyen, herkese nasihat eden dürüst bir insandı.
Niğdeli Ali Öztürk’ün Aile Nüfus Kayıt Örneği
Oğlu Tahsin’i köylüsü olan İnayet ile evlendirdi. Yaşlılığında yanlarında yaşadı. Gece yarılarına kadar oğlu Tahsin ve gelini İnayet’e askerlik hatıralarını anlatır, anlatırken de kendini tutamaz ağlardı: “Savaş iyi bir şey değil” derdi. 1962 yılında geçim sıkıntısı baş göstermişti. Tahsin ÖZTÜRK eşini ve babasını da alıp geldiği Ankara’da bir lokantada iş bulup çalışmaya başlamıştı. Seyit Onbaşı’nın yareni Niğdeli Ali ÖZTÜRK Ankara’ya geldiği 7. günde 15 Ekim 1962 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığına defnedildi. “Burası büyükşehir, Fatiha okuyanım çok olur!” diyordu. Yoksulluk içinde olan Tahsin ÖZTÜRK babasının mezar yerini bile satın alamadı. Bu vatan için 10 sene cepheden cepheye koşan, canını ortaya koyan gazimize bu nesil bir mezar taşını bile çok görmüştür. Adı Niğde ile birlikte anılan Ali ÖZTÜRK Niğde’de bilinmiyor, tanınmıyor. Hiçbir kamu kuruluşu, dernek ya da vakıf bununla ilgili bir çalışma yapma gereği duymuyor. Niğde’nin bu vefasızlığa bir son vermesi ve Niğdeli Ali’nin adının kalıcı bir eserle yaşatılması gerekmektedir.
Ömer Arslan
Eğitimci-Çanakkale Savaşları Araştırmacısı
Kahraman Niğdeli Ali hakkındaki bilgiler, 14 Mayıs 2007 tarihinde oğlu Tahsin Öztürk ile yapılan görüşmeden derlenmiştir.
Ömer Bey ve Sn. Yetkili,
Çanakkale Gazilerimizden, Niğdeli Ali’ nin, sehven ÖZTÜRK soyismi almış Ali olduğu, gerçek Niğdeli Ali’ nin askeri kayıtlar, hastane raporu, diğer belgeler ışığında Niğde Ulukışla Mirahor köyü doğumlu, ALİ UĞUR( soyadı kanunuyla UĞUR soyismini almış ) olduğu anlaşılmıştır. Bu konuda bölgede ki herkes artık konuyu bilmektedir. Belediye linkinde de gerçek bilgi ve ailesinden bilgiler paylaşılmaktadır.
Lütfen bu ciddi ve sehven hatayı düzeltiniz, yeni nesiller tarihimizi gerçek haliyle bilmelidir.
https://www.havran.bel.tr/seyit-onbasi/canakkale-kahramani-koca-seyit/