Küçük ve şirin kasabada ansızın bir salgın hastalık baş göstermişti. Kasaba halkı bu sağlık felaketinin gerçek sebebini bulmak için seferber olmuştu. Bu seferberlik hareketi içinde salgın hastalık ile nasıl mücadele edileceği hususunda çeşitli görüşler mevcuttu. Bazıları hastalığın ortaya çıkışını kasaba da bitki örtüsünün olmayışına, bazıları da kasaba sokaklarının çok dar ve evlerin ise güneş görmemesine bağlamışlardı. Geri kalanlar ise bu sorunun ancak kanalizasyon düzeyinin iyileştirilmesi ile ortadan kaldırılabileceğini iddia ediyorlardı. Böylece kasabanın yeniden yapılandırılması için kapsamlı bir proje ortaya atılmıştı. Bu, kasaba halkını çok heyecanlandıran bir proje idi. Tam bu esnada kasaba ahalisinden bir Beyefendi, tartışılan bu sorunların içinde bir zamanlar komşusu ile yaşadığı arazi meselesini ve hâkimin adil olmayan kararını anımsamıştı. Sıcağı sıcağına bunu gündeme getirince bu sağlık felaketi ile mücadele etmenin yollarına adalet ve mahkeme reformu da eklenmişti…
Ancak tüm bu tartışmaların ortasında kasabanın doktoru hastalığın çıkış sebebi konusunda ki teşhisini koymuştu; kasabaya içme suyunu sağlayan gölletin mikroplu olması böylesi bir salgına ve sağlık felaketine yol açmıştı… Doktorun sunduğu çözüm ise şöyleydi; Su kaynağının mikroptan arındırmak için ırmak kıyısına dümdüz, sağlığa uygun bir set çekilmeliydi…
Doktorun bu projesi aynı zamanda kasabanın dillere destan o güzelim manzarasının bozulması anlamına da geliyordu. Tüm ihtilaflarda bu noktada yaşanmıştı. Doktor Bey’in projesi, kasabanın, o doğal ve romantik manzarasıyla bir bütün olduğuna inanan ahalinin üstünde soğuk duş etkisi yapmıştı.
Bununda farkında olan doktor, kasaba halkına hitaben bir konuşma yaparak şöyle demişti;
’’Kasabamızı baştan yapılandırmak için sunduğunuz projelerin her biri çok güzel, yeşil alanların gerekliliği konusunda ki düşüncelerinize bende katılıyorum, Geniş sokaklar ve güneş gören evlerde oturma isteğiniz çok normal ve daha sağlıklı… Kim böyle huzurlu ve güzel evlerde oturmak istemez ki? Mükemmel bir kanalizasyon konusunda ki düşünceleriniz de gayet yerinde, başarırsanız kasabanın doktoru olarak bende hoşnut olurum. Ancak sakın şunu unutmayın ki dile getirdiğiniz bu projelerin hepsini uygulasanız bile başımızda ki bu salgından asla kurtulamayacaksınız! Bizleri canımızdan bezdiren bu salgın inatla devam edecek… Eğer gerçekten kasabanızı seviyorsanız ve bu felaket derecesinde ki salgından kurtulmak istiyorsanız, hiç hoşunuza gitmese de ırmak kıyısına bir bent yapmak zorundasınız. Fikirlerinize katılıyorum, belki bu bent, kasabamızın dillere destan olan manzarasını bozacaktır ve siz yıllardır bu manzara da ve ortamda yetiştiğinizden, bu güzelliklere dair birçok anıyı içinizde yaşattığınızdan bu projeye karşı duygusal bir muhalefet yapmaktasınız, ancak bu bilimsel bir sorundur ve bu sorunu çözerken duygulara, hislere ve aidiyetlere yer verilmemelidir. Evet, acı ama gerçek bu problemi çözmenin ve bu salgından kurtulmanın tek yolu; o ırmağa çekilecek bir benttir! O mikrop yuvası kurutulmadıkça o salgın bitmeyecektir!
Evet… Bu güzel, mana dolu ve aydınlatıcı hikâye Vladimir Jabotinsky’e ait… Bu hikâyeyi neden anlattığıma gelince; Bir Şehitler Haftasına daha yaklaştığımız şu günlerde Çanakkale Savaşları yavaş yavaş ülke gündemine girmektedir…
Basit bir kitapevinde bile onlarca Çanakkale kitabı ile karşılaşmanız mümkün, bir sürü dergi, mart sayısında mutlaka Çanakkale Savaşlarına bir bölüm ayırıyor… Televizyon ve radyo kanalları, Şehitler Haftası içinde vereceği Çanakkale programlarını ve belgesellerini hazırlamış bile… Konu ile alakalı konuşma yapacak misafir konuşmacıların program duyuruları ile çeşitli dernek ve vakıfların Çanakkale etkinlikleri artık ilgililere duyurulmaya bile başlandı… Yani anlayacağınız içimizi iyiden iyiye bir Çanakkale iklimi sarmakta…
Yukarıdaki hikâyenin, serüveni, yılan hikâyesine döndürülen Çanakkale Savaşları ile örtüştüğü bir yanı bulunmaktadır. Nasıl ki üsteki hikâyede kasabalı, başlarına gelen salgın hastalıktan kurtulmak için çeşitli projeler öne sürüp kurtulmanın yollarına araştırdı ise bugün Çanakkale Savaşları Tarihinin içine sokuşturulmaya çalışılan yalanlardan nasıl arındırılıp gerçek manası ile Türk insanına nasıl anlatılacağı hususunda da çeşitli görüşler mevcuttur… Lakin, yalan yanlış bilgiler, çeşitli hurafeler, sipariş metinler, gelişi güzel demeçler, mesnedi ve dayanağı olmayan, oluşumunda hiçbir zihin yorgunluğu bulunmayan, sözde çalışmalar ile mahvedilen Çanakkale Savaşları Tarihinin, bilimsel, amacına uygun ve doğru bir şekilde, ülkemiz gençliğine nasıl anlayacağı hususunda yaşanan sorunun, gerçek çözümü yukarıda ki hikâye de Doktor Bey’in kasabalıya ifade ettiği gibi; tamamen bilimsel ilaçlar ve çarelerden geçmektedir…
Türk Milletine, bilimsel ve doğru bir şekilde Çanakkale Savaşları Tarihi anlatma konusunda diğer basın kuruluşlarına göre daha hassas ve titiz davranması gereken Muhafazakâr Türk Basınının ise, senelerdir bu bilimsel çözüm aşamasında sınıfta kaldığı, hatta tahrif edilen Çanakkale Savaşları Tarihinde, bazen mesuliyet sahibi olduğu dahi görülmektedir.
Belki, Çanakkale Savaşlarını sadece bir savaş gibi düşünmek, onu her şeyden bağımsız bir şekilde aidiyetlerimizi ve alışkanlıklarımızı bir kenara koyarak anlamak ve anlamlandırmak eski alışkanlıklarımız açısından bizi huzursuz edebilir.
Ama tarihi gerçek ve buz gibi soğuk manası ile kavramak için, bazen kendi tarihimize bile Japon bir turist gibi bakmak zorunda kalabiliriz. Bunu bir bedel değil, bir gereklilik olarak görüp, tüm soğukkanlılığımız ile olayın tüm taraflarına aynı duygu ve his mesafesinde yaklaştığımızda, gerçeğin o güzel yüzü hemen bize de gülümseyiverecektir… İşte bu mana dolu gülümseme ile karşılaşma adına yaptığım okumalar sonucunda Muhafazakâr Türk Basınında en çok yapılan Çanakkale Savaşları yanlışlıklarını bir araya toparlayıp meraklıların ilgili basın kuruluşlarının ve yazarlarının dikkatine sunmaya çalışacağım…
Aşağıda maddeler halinde toparlamaya çalıştığım kısım; gündemimize Çanakkale Savaşlarının girmeye başladığı şu günlerde Çanakkale Savaşları Tarihi hususunda daha önceki yıllarda yapmış oldukları yayınlarında birçok hata olan Muhafazakâr Türk basının en çok yaptığı ve bir başlangıç olarak bu defa yapmamasını dilediğim hataları içermektedir;
1-Menkıbe, Uydurma Hikâye ve Tarihi Olay arasında belirtilmesi gereken derin farklar vardır; Doğrudur, menkıbeler çok güzeldir, her birimizin Çanakkale deyince aklına yüreğimizi kanatan o sıcacık Çanakkale Menkıbeleri gelebilir ama unutmayın ki menkıbe, savaş sonrasında, dini motiflerle süslenerek dilden dile anlatılan halk hikâyeleri demektir. Yani bilimsel bir tabanla ve savaşın gerçekleri ile hiç alakası yoktur Zaten gerçek olsa, adı menkıbe değil de başka bir şey olurdu… Menkıbe bizi anlatır, bize aittir, bir kültür değeri ve güzelliğidir ama gerçek değildir. Bilimsel Tarih anlatımı açısından baktığımızda bizi de burası ilgilendirmektedir; gerçek mi değil mi? Bunun için bir menkıbe anlatılırken bunun bir menkıbe olduğu ve tarihi gerçeklerle alakası olmadığı belirtilmelidir.
Mesela; Çanakkale Deniz Savaşlarının hemen öncesinde, Cevat Paşa’nın gördüğü söylenilen ve deniz savaşının kaderini değiştiren mayınların yerleştirilmesi hadisesini içeren, rüya yoğunluklu olay, ilk kez bir yazarımız tarafından kaleme alınan Çanakkale Menkıbeleri adlı eser ile gündeme gelen bir menkıbedir. Tarihi gerçeklerle hiç alakası yoktur. Bunu bir menkıbe olarak okuduğumuzda manevi duygularımıza okşar ve bizi farklı iklimlere taşır, ancak bu olayı çeşitli basın kuruluşlarının yaptığı gibi savaşın gerçek tarihinin bir parçası olarak anlatacak olursak sapla samanı birbirine karıştırmış oluruz… Ve maalesef bugün, aslen menkıbe olmasına rağmen sanki savaşın gerçeği gibi anlatılan onlarca hadise bulunmaktadır.
Birde bu olayın bir derece ileri boyutu vardır ki o daha vahimdir; bazı araştırmacılar da menkıbe diye kendi uydurdukları hikâyeleri yutturmaya çalışmaktadırlar, bu uydurdukları hikâyeler ne menkıbedir ne de tarihi olay, adı üzerinde; uydurma…
Örneğin bir Ahmet Rıfkı Olayı vardır… Hikâyeye göre kahramanımız İstanbul’un bugünde meşhur olan bir okulunda Fransızca öğretmenidir, çeşitli olayların sonrasında Çanakkale’ye cepheye gelir ve hikâyeye göre şehit olur. Uydurulan hikâye de şahadet tarihini bir yana bırakın, şahadet saati bile var… Bu konulara kafayı taktığım bir dönemde İstanbul’dan Çanakkale Cephesine gelerek şehit düştüğü iddia edilen bu kahramanın peşine düştüm, önce İstanbul’un şehit listelerine baktım ismi bile yoktu… Sonra bu konuyu bilse bilse söz konusu Lisenin sorumluları bilir dedim, zaten onlarda bu olaya daha önce yayınladıkları okul dergisinde yer vermişlerdi, biraz bundan da cesaret alarak (bilmeseler yayınlamazlardı diyerek) Lisenin müdürünü aradım, sonuç tam bir fiyasko… İsminin başında Dr.Ünvanı bulunan sayın müdür, dergilerine koydukları bu bilgiyi hiç araştırmadan olayın içinde Liselerinin adı geçtiği diye ivedi bir biçimde dergilerinin sütunlarına taşımıştı… Kaynakları ise bu hikâyeyi uyduran yazardı… Olayın ilginç (!) tarafı sayın müdür bu meşhur Liseden Çanakkale’ye binlerce öğrenci gittiğini söylüyordu… O dönemde bugün müdürlüğünü yaptığı Lisenin mevcudunu soracaktım sormasına ama uzatmasının yersiz olacağını düşünerek telefonu kapadım…
Ben telefonu kapamıştım kapamasına ama Çanakkale Savaşları Tarihine uydurma hikâyeler sokarak vicdanları ve cüzdanları arasında doğrudan bir ilişki belirleyenler bu meseleyi kapamamışlardı. Kitaplarında bu uydurma hikâyelere yer veren birkaç isme mail atarak böyle yapmalarının, sebebini sormama rağmen geri dönen hiç kimse olmadı… Sonra bu hikâyeler, bir virüs ve salgın gibi yayılmaya devam etti…
Hem meydan boştu hem de Muhafazakâr Türk Basını bu tip hikâyelere prim vererek köşelerine taşıyorlardı. Bulutların yuttuğu alay,57.Alayın Sancağı, Azman Dede, Avustralya da ki Mücahitler derken vicdanları hiç sızlamadan, insanların böyle inanabileceklerini düşünmeden (belki de düşünerek) uydurulan hikâyelerin ardı arkası kesilmedi…
Ve Türk Muhafazakâr basınının ileri gelenleri ile kanat önderleri bu duruma müdahale etmezse pek kesilmeyecek gibi…
2-Maneviyat ve Çanakkale Savaşları arasında ki ilişki anlatılırken çok dikkat etmek gerekir; Yıllardır sürüp giden bir tartışmadır bu… Çanakkale Savaşları Maneviyatla mı Kazanıldı yoksa başka bir şeyle mi? Bu soru bana en saçma gelen Çanakkale Savaşları sorularından biridir. Her ordu kendisine ait olan bir inanç ve maneviyatla savaşır ve her zaferin ardında mutlaka o muzaffer ordunun inanç değerleri yatmaktadır. İnsanlık tarihi, inanç değerlerine sımsıkı bağlı olan orduların teknolojik olarak kendilerinden kat kat üstün olan orduları dize getirmelerini anlatan destanvari zaferlerle doludur. Kim ne derde desin, yapılan onca stratejik hataya, boş yere verilen binlerce kayba rağmen İkizi hezimet olan Çanakkale Zaferi de içinde maneviyatın yoğun olarak yer aldığı savaşlardan biridir.
Ancak Muhafazakâr Türk Basını bu ilişkiyi senelerdir, yalan, aslı olmayan, dayanaksız bilgiler ile kof bir biçimde ortaya koymaya çalışıyor. Böyle yaparak milletimize yalan üzerine bina edilmiş bir duygusallık yaşatmaya çalışıyor. Öyle yapacağına, Çanakkale Savaşlarını gerçekten tüm çıplaklığı ile anlatan ana kaynaklara inmeyi denese, burnumuzun direklerini sızlatacak yüzlerce gerçek savaş macerası ile karşılaşacaktır. Ama nerde? Durum böyle olunca, pek araştırmayı sevmeyen, evlerinde yüzlerce kitap olmasına rağmen günde üç sayfa okumayan bazı muhafazakâr çevrelerde bambaşka bir Çanakkale telakkisi oluşuyor. Yüz binlerce tirajı olan koca koca gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanan bu asılsız hikâyeler, bu gazeteleri okuyan kitleler tarafından benimseniyor. Hem de öyle bir benimseme ki ağzınızla kuş tutsanız olayın aslının öyle olmadığına inandıramıyorsunuz. Çok uzatacak olursanız sen ne bilirsin deyip, çıkıyor, işin içinden… Bu tepkiyi verenlerin sadece sözüm ona okumayan muhafazakâr çevreler olduğunu da düşünmeyin, aksine anlı şanlı profesörler bile bu tepkiyi verebiliyor… Bunun öncelikli sorumlusu bu muhafazakâr çevrelerin kendisi olabilir ama bu basiretsizliğin aslan payı bu çevrelerin alın teri ile adam olan Muhafazakâr Türk Basınına aittir.
Durum böyle olunca, bu muhafazakâr ahalinin ve basının yapabileceği yanlışlıkları pusu da ki kurt gibi bekleyen çevreler hiç hakkı ve haddi olmadan, yapılan bu yanlışlıkları kendisine kalkan yaparak, başlıyor maneviyata saldırmaya…
Gelibolu Şehitliğinde bir başı kapalı görse yeni bir canlı çeşidi bulmuş gibi bunların burada ne işi var demeye getiriyor, çağ dışı kıyafetliler, diyerek kafasına göre alaya bile alıyor… Demokratlığı ile ön planı çıkmış, yılarca kadının toplum içinde erimesini ve entegre olmasını savunmuş gazeteci ağabeylerimiz, Çanakkale Şehitliğini ziyarete gelmiş, Jeep kullanan türbanlı bir kadın gördüğünde ‘’sıkma başlılar’’ deyip bu durumu ilginç ve can sıkan bir boyutta değerlendirebiliyor…
Dinimiz de Peygamber Efendimizin âdeti olduğundan dolayı sünnet diye nitelenen sakal bırakma olayını bile kalemine sarıp, sakallı bir biçimde Şehitliği ziyarete gelenlere ‘’ibiş kılıklı adamlar’’ diyebiliyor… Ortalıkta kimse yok ya hani,’’gidin maneviyatınızı evinizde yaşayın ‘’diye höykürebiliyor… Şimdi burası şehitlik, şehit ise İslam terminolojisine ait olan bir kelimedir ve Allah için mücadele ederek canını veren demektir. İnsanların şehit olan dedelerini ziyarete geldiklerinde Kur’an okumaları ve bazı dini faaliyetlerde bulunmaları çok normal. Siz bu dini faaliyetlere karşı iseniz, niyetiniz aşikâr olmuş olur, yok bu dini duyguların birileri tarafından istismar edilerek, mali gelir elde edilmesine karşı iseniz o zaman o bezirgânlara yöneleceksiniz, insanların maneviyatlarına değil…
3-Artık, Çanakkale de 253.000 şehit verdik ifadesinden vazgeçilmelidir, Çanakkale’yi büyük, unutulmaz ve bir destan yapan, kimliği, mücadelesi ve birlik ruhudur, rakamları değildir; Maalesef şehit sayısı meselesi de Çanakkale’nin diğer meseleleri gibi popülist tavırlara ve asparagas haberlere kurban giden bir meselesidir. Kulaktan duyma bilgilerle, derinlemesine araştırma yapmadan kalemi eline alan araştırmacıların(!)verdiği yalan yanlış rakamlar ve şehit sayısını fazla göstermek ile Çanakkale Destanının büyüklüğü arasında doğru orantı kurmayı başaran garabet harikası insanlar maalesef böyle bir kanının oluşmasına sebep oldu. Hâlbuki sanki şehit sayısı 1 milyon olunca Çanakkale daha büyük bir destan mı olacak? Çanakkale’yi büyük, unutulmaz ve bir destan yapan kimliği mücadelesi ve birlik ruhudur, rakamları değildir…
Maalesef diyorum, Çünkü Osmanlı Devleti’nin Çanakkale de vermiş olduğu şehit sayısını kesin olarak bilmek asla mümkün değildir, bunun yanında tahmini rakamlarla bile eğer art niyetiniz yoksa kesinlikle Çanakkale de ki şehit sayısını 253.000 olarak gösteremezsiziniz…
Çanakkale’ye vatan müdafaasına gelen bazı askerlerin kayıtları İstanbul da ki Savaş Bakanlığı tarafından kayda alınmıştı ancak savaşın başlamasından bir süre sonra askerlik yaşına gelmemiş gençler ve gönüller cepheye ulaşmaya başlamıştı. Gerçi 1916 yılında ki şehit sayılarının halkın paniğinden korkulduğu için az gösterildiği bilinmektedir ama ortalama tahminlerle bile rakamlar kastedilen boyutta değildir…
İsterseniz konuya daha net bir bakış açısı için gerçekçi bir biçimde önümüze rakamlar sunan Genel Kurmay – Askeri Tarih Stratejik Etütler Daire Başkanlığı verilerine bir göz atalım, bakınız o tablo ne diyor:
Şehit: 55.127
Hastanede Şehit Düşen: 21.498
Toplam Şehit: 76.625
Yaralı: 100.177
Kayıp: 10.067
Hava Değişimi: 64.440
Toplam Zayiat: 251.309
Evet… Rakamlar böyle diyor… Demek ki nereden bakarsanız bakın Çanakkale ki şehit sayısı 253.000 değildir ancak Çanakkale de ki zayiat sayısı 253.000’e yakındır, zaten bunu bilen art niyetliler bu rakamı şişirerek bu noktaya kadar getirmişlerdir…
Çanakkale talihsiz bir destan işte…
Askerlerimiz talihsiz…
Sadece düşmanları değil şartlarla da ile savaştılar, kazandılar ve unutuldular, Seyit Onbaşı’nın yokluk ve acılar içinde nasıl vefat ettiği malumunuzdur,kahramanlarımızın unutulması İstiklal Savaşı sürecinden sonrada devam etmişti;öve öve bitiremediğimiz Kara Fatma’nın bile Rus Kilisesi’ne muhtaç bir halde vefat ettiğini pek işimize gelmediği için duymak istemeyiz!… Gazilerimize bile sahip çıkmadık… Yıllar boyu önce Osmanlı’nın askerleri olduğu için yüzlerine bile bakılmadığı ortadadır.Yıllar sonra ise; bazı tarih bezirganları tarafından,yıpranmış hafızları ve yıllar boyu unutulmalarının verdiği acı ve kahır ile yaptıkları açıklamalar abartılarak hatta değiştirilerek bizlere güya doğru tarih olarak sunulmuştur…
Komutanları da talihsiz, bazıları köşeye çekildiler, sustular ve unutuldular…Hatta Mustafa Kemal’i bile savaş yerine geç gelmekle, askeri bilerek kırdırmakla itham edenler olmuştu ve maalesef oluyor…Hem de koca koca profesörler…
Şehitleri talihsiz… 1990’lı yıllara değin doğru dürüst hatıralarına yakışır bir şehitlik bile yapamamıştık… Gerçi 1960’larda bir abidelerini yaptık yapmasına ama Çanakkale Ruhundan bihaber olan bahtsızlar bu anlamlı anıtın yapımında bile yolsuzluk yapmışlardı…
1960’larda bir partiye mensup gençlerin Kadeş Vapuruna doldurularak,güya onları anmaya gittiklerinde çıkardıkları rezalet ise kim bilir ne kadar yaralamış,üzmüştür onları,istif istif rakılar,biralar,plaklar,kasetler,dans,müzik,bin bir rezillik,bu gezide bekaretini bile kaybeden daha çocuk yaşta ki kızlar ve bu vapurun direklerine asılan iç çamaşırları…Bu acı olaydan 40 yıl geçmiş,koca kırk yıl ,değişen ne? Hiçbir şey! Dün sazlı-sözlü şehitlik turu bugün tarihi topların tabyaların dibinde insan dışkıları, bira şişeleri, piknik artıkları… Niye talihsiz dediğimi anlıyor musunuz şimdi?
Savaşın kendisi talihsiz;adam gibi oturup,bu savaş neden başımıza geldi,neden bu duruma düştük,dostumuz,düşmanımız kimmiş,askerlerimiz nelere karşı koymuşlar,gerçekten savaşın şartları neymiş,kısacası bu savaşın gerçekleri neymiş diye düşüneceğimiz yere oturduğumuz yerden yalan,hikaye ve hurafe türetiyoruz.
Hurafe deyince insanlar şaşırıyor burada işin manevi boyutunu kastetmiyorum Çanakkale baştan aya maneviyattır, ruhtur ama yalan ambalajla bu işin tüccarlığını yapmakta bu zaferin büyüklüğü kadar alçaklıktır!
Zaten bu gerçekleri, imkânsızlıklar içinde ki imkânları görmemiz için, gözümüzün önüne kendimizin ördüğü sis ve yalan perdesini kaldırmamız gerekiyor. Çünkü Çanakkale, sadece bir savaştan ibaret değildir, içinde, bugün bile birçok sosyal ve siyasi hastalıklarımıza merhemler barındıran tarihi bir eczanedir, yeter ki takıntılarımızı ve korkularımızı bir kenara bırakarak Gerçek Çanakkale’yi görebilelim…
Biz ne yapıyoruz? Çanakkale üstüne turlar, geziler,kitaplar,CD’ler bir sürü faaliyet var ama gerçek Çanakkale yok, maalesef bu muazzam savaşı bile rant haline getirenler oldu! Her siyasi kolun ve düşüncenin kendine göre bir Çanakkale’si var artık! El insaf! Elinizi çekin önümüzü açın,’’izm’’leriniz sizin olsun! Milleti,tarihi ile bari baş başa bırakın… Metfun ve mecbur olduğu tarihiyle… Gerçek Tarihiyle….O alması gereken her mesajı kafasını bulandırmazsanız zaten alacaktır…
4-Son dönemde bazı basın organlarında yayınlanan ve Çanakkale Savaşına ait olduğu söylenilen, sözüm ona Mehmetçiği Çanakkale de aç bir şekilde savaşmış gibi lanse eden yemek listelerini ve imaları yayına taşımaktan vazgeçilmelidir. Çünkü Çanakkale de Mehmetçik genel olarak aç bir şekilde savaşmamıştır; Mehmetçiğin Çanakkale Savaşlarında yiyecek sıkıntısı çektiği tezi asılsızdır. Belge, bilgi ve hatıratlar çerçevesinde bu hususu incelediğimiz de karşılaştığımız sonuç; Osmanlı Ordusunun Çanakkale de yiyecek sıkıntısı çekmediğidir!
Çanakkale Savaşlarında yiyecek meselesi ile ilgili yaşanan temel sorun yiyeceklerin koordineli bir şekilde ön hatlarda bulunan askerlere iletilmesi ile alakalıdır, askerlerin aç kalması ile ilgili değildir.
Bu sorunda zamanla aşılmıştır. Ama şunu belirtmek gerekir ki yiyeceklerin çeşitliliği konusunda subay ve askerler arasında önemli bir fark söz konusudur. Bu fark sadece Mehmetçikle-Subayları arasında değil, Osmanlı askerleri ile müttefik olan Alman subayları arasında da gözükmektedir!
Ama önemli bir daha belirtmeyelim ki son zamanlarda Çanakkale Cephesinde çarpışan Mehmetçikleri aç bir şekilde savaşmış gibi gösteren popülist yazıların yanlışlığının kaynağı da bu sorunun aslını bilmemekte yatmaktadır.
Halbuki Çanakkale de Mehmetçik, yeri geldiğinde siperde tütün, nargile, çubuk keyfi bile yapmış, çok iyi pişirilmiş etler, hatta tatlılar yemiştir. Askerini ulusal vitrini olarak gören milletimiz Çanakkale de de Mehmetçiklerin yokluk yaşamaması için varını yoğunu seferber etmiştir.Olayları çarpıtan ve milletimizin yumuşak karnı olan vicdanından ve duygularından istifade etmek isteyen Çanakkale Tarihi ‘’esnafları’’şunu çok iyi bilmeliler ki,sipariş tarih yazıp,göz yaşı tüccarlığı yapmak sevdiklerini söyledikleri milletimize yapılabilecek en aşağılık hakaretlerden biridir.
En nihayetinde sonuç olarak son sözü Çanakkale de görev yapan subaylarımızdan biri olan Selahattin Adil Bey’e bırakıyoruz;
‘’…Çanakkale Savaşlarında ileri hatlarda ki birliklerin eksiklerini tamamlama, beslenmeyi sağlama gibi konak ve levazım işlerinin de en iyi bir düzen ve gayretle yapılmış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
En öndeki yerlere kadar her gün birlikler taze ekmek ve sıcak yemeklerini yemişler ve hatta fındık üzüme varıncaya kadar gıdalaşmışlardı…’’
5-Çanakkale de Mehmetçiği bakımsız, pejmürde, teçhizatsız ve çıplak gibi gösteren meşhur ‘’Kahraman Türk Havacıları(!)’’ resmi basılarak ‘’bakın Çanakkale de askerlerimiz bu yokluk içinde bir zafer kazandı’’ söylemi ve buna benzer ifadeler terk edilmelidir; Çanakkale Savaşı on dört ay boyunca sürmüştü, yani savaşın başında gelen bir asker Gelibolu da dört mevsimi görmüştü..Yazın yakıcı ve bunaltıcı bir sıcak, sonbahar da siperleri bile basan sellere neden olan yağışlar, kışın sert ve çetin hava şartları, soğuk havalar ve tabii giyinme ve barınma tedbirlerinin yetersizlikleri dolayısıyla bu hava şartlarının neden olduğu hastalıklar…
Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı askerleri için giyim konusu ilk aşama da gerçekten büyük bir problemdi, Osmanlı doktorlarının uğraşmak zorunda kaldığı sağlık sorunlarının büyük bir kısmı da giyim probleminden kaynaklanıyordu.1915 – Çanakkale Savaşları öncesinde yorgun olan Osmanlı askerleri Balkan Bozgunundan daha yeni çıkmışlardı. Bu bozgun sadece tarihe kara bir leke olarak yazılmakla kalmamış, Osmanlı lojistiğini de alt üst etmişti, en modern silahlar Edirne yollarında kalmıştı, düşmandan kaçan eratın maneviyatı son derece sarsılmıştı, giyecekler de son aşamasına kadar Balkan Savaşında kullanılmıştı… Bu facia, ayrıca askerin elinde onarım ve tamir takımlarının bulunmaması nedeniyle üstlerinde ki giyeceklerin eskiyinceye kadar giyilmesi alışkanlığını doğurmuştu. Askerler ortaya çıkan zararları giderme yerine giysilerini bu yıpranmış durumda kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak da askerde bitkin ve bakımsız bir durum gözleniyordu. Gerçekten askerlerin donanımı yetersizdi görünüşleri yoksulcaydı, genel donanım Avrupa ölçülerinin çok altındaydı, giyim konusunda Makedonya da oluşturulan stoklar Balkan Savaşından sonra patlak veren olaylardan dolayı, geriye alınamamıştı. Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun sahip olduğu donanım, ordu, geri çekilirken düşmana bırakılmak zorunda kalmıştı. Dış ülkelerden yapılan ithalat, Türkiye’nin kredi almaya el verişsizliği ve dünya da mevcut olan genel güvensizlik Osmanlı Devletini zor durumda bırakmıştı çünkü Osmanlı askerinin donanımı konusunda üretim asla tüketimi karşılamamakta idi… Genel manada yoksul denile bilinecek giyecek durumu Osmanlı Ordusunun sağlık bakımında da kritik günler yaşamasının ana sebeplerinden biri idi…
Düzenli bir giyecek politikası yoktu,fazla giyecekler depolanmıyor ve zaten stok olanlarda deftere geçirilmiyordu.Zaten deftere de geçirmek de mümkün değildi çünkü Osmanlı birlikleri bu dönem de günlük yaşamakta idiler.Balkan Harbinde ki bu durumlardan sonra Çanakkale Savaşlarının hemen başında Osmanlı Ordusu giyecek konusunda yoklukla karşı karşıya kalmıştı.Ülke dışından giyecek getirmek için ekonomi müsait değildi.Balkan Savaşının hemen ardından takvimler 1913’ü gösterdiğinde;Osmanlı askerlerinin çoğu hala üzerlerinde ki kıyafetlerle savaşı idare etmek zorunda idiler.Aylardır üzerlerinde olan bu giysiler,delinmiş,kopmuştu.Çoğu zayıflayan askerin üstünden sarkmakta idi.Bu dönem de askerlerin çoğu bir sefer üniformasına bile sahip değillerdi.
Askerler üstlerinde ki giyecekleri ya depoları karıştırarak buldukları bir parça ile rengarenk tamamlıyorlardı yada eski kıyafetlerini giymeye devam ediyorlardı.Kıtaların büyük kısmı kaputsuz olarak iş görmekte idi.Ayakkabı eksikliği özellikle hissediliyordu.Çok sayıda gruplar iple bağlanmış terlikler giymekteydi.İç çamaşır durumu da böyle idi.Askerin üstünde ki iç çamaşırlar gelirken yurdundan getirdiği iç çamaşırı idi.Bu iç çamaşır kullanılamaz duruma geldiğinde onu üstünden çıkaran Mehmetçik,üstüne giyeceği eski üniformasını çıplak bedenine geçirmek zorunda kalıyordu.Ve bu yaz, kış böyle idi…Çanakkale Savaşları başladığı anda ise Osmanlı askerlerinin giyecek durumu yeni yeni düzelmeye başlıyordu.Askerin giyecek konusunda ki lojistik malzemeleri Savaş Bakanlığının Levazım Dairesi tarafından sağlanmakta idi.Balkan Savaşları sonrasında yaşanan kötü manzaraların bir daha yaşanmaması adına giyecek konusunda bazı tesisler faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardı.
Ahırkapı ve Eyüp de dikimevleri açılmıştı,İstanbul da Feshane de ,Bunun yanında Hereke,Karamürsel ve İzmit ile İzmir de birer kumaş fabrikası faaliyette idi…Ancak bu fabrikalarda Mehmetçiğin giyim sorununu tamamen giderme konusunda elbette yeterli değildi,çünkü Çanakkale de savaşan asker sayısı Haziran 1915 de ortalama 252.000 asker olmuştu,bu nedenle Anadolu da ki dikim evlerinden hatta Osmanlı halkının evlerinin altlarına açtıkları dokuma tezgahlarından destek alınmıştı.
Bu yollardan sağlanan giyecek eşyalar,Akbaş, Kilya ve Lapseki de ki eşya ambarlarına getirilmiş ve buradan askere dağıtılmıştı.Çanakkale de ki 5.Ordu’nun giyim sorunu bu gibi çözümlerle giderilmeye çalışılmış fakat tam tekmil bir şekilde savaş boyunca hiç halledilememiştir bu nedenle erat bazen farklı kıyafetlerle veya kışın ve sonbahar da yazlık kıyafetlerle savaşmak zorunda kalmıştır ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki Mehmetçik Çanakkale Savaşında son yılarda belirtildiği gibi pejmürde,yırtık ve ne olduğu belli olmayan kıyafetlerle hiç savaşmamıştır.Belki yokluk nedeniyle askerin kıyafeti kalitesizdi,tam bir düzen söz konusu değildi ama asker kesinlikle son yıllarda aktarılmaya çalışıldığı şekilde ayakkabısız,kıyafetsiz savaşmak zorunda kalmamıştı.Bu durumu anlamak için o dönemde Çanakkale Cephesinde çekilmiş olan fotoğraflara dikkatli bir şekilde bakmak yeterlidir.
Son dönem de peyda olan bu görüşler genel olarak ‘’Çanakkale’nin Kahraman Türk Havacıları’’olarak basınımızda yer alan asılsız fotoğraflara dayanmaktadır. Asılsız diyorum çünkü onların Osmanlı askeri olmadığı da artık kanıtlandı, bu işin uzmanı olan kişilerin yapmış olduğu araştırmaların nihayeti bu şekilde…
İşin hakikatine bakarsanız aslında bu uzman görüşlerine bile ihtiyacınız yok, söz konusu fotoğraf ile gerçekten savaş zamanında Çanakkale de çekilmiş bir Mehmetçik resmini yan yana koyduğunuzda vicdanınız, gerçeği hemen görecektir.
6-Çanakkale de cereyan eden muharebelerde İngilizler tarafından Osmanlı askerlerine karşı gaz kullanıldığını iddia edip, Churchill’ için de ‘’Türkler insan değildir onlara gaz atalım’’demiştir, şeklinde ki asılsız tarihi bilgileri inatla gazete köşelerine taşımaktan vazgeçilmelidir, Çünkü ne İngilizler Çanakkale de gaz kullanmıştır ne de Churchill böyle bir söz söylemiştir; Çanakkale Savaşlarında, bazı tarihçiler(!) tarafından kimyasal gaz olarak yorumlanan ve Osmanlı arşivlerinde niteliği “muhnik gaz”(boğucu gaz) olarak değerlendirilen, sarı ve yeşilimsi lekeler bıraktığı iddia edilen dumanlar rüzgârsız havalarda bombardımanın yoğun olduğu ve hava dolaşımının az olduğu siperlerde iz bırakan cordite dumanıdır.. Kesinlikle kimyasal gaz değildir.. Zaten ufacık bir yarımada olan Gelibolu Yarımadasında coğrafi ve meteorolojik nedenlerden dolayı kimyasal gazın kullanıp kullanılamayacağı bile tartışma konusudur. Üstelik savaş sırasında siperler birbirine çok yakındır, buna niyetli olan kimse durum uygun olsa bile kendi askerinin zarar görmeyeceğini garanti edemez! Eğer böyle bir şeyin mümkün olabildiğini ve Osmanlı’nın da karşı çıkmadığını düşünürsek o dönemde müttefikimiz olan ve İngilizlerin gaz konusunda hızlarına yetişemedikleri Almanlar bu işi İngilizlere bırakmazlardı, bundan emin olun! Buna binaen zaten Batı Cephesinde Almanlar, kimyasal gazı nitelikli biçimde ilk kullananlardır.
Çapı -çevresi yerinde ilk kullanımı 22 Nisan 1915 de yapıyorlar, fosgen gazını, Aralık 1915 de kullanıyorlar, hardal gazını 1917 de kullanıyorlar ki zaten Ocak 1916 da Çanakkale Savaşları bitiyor… Ve bunu becerebilen sadece Almanlar… Çanakkale Savaşının özellikle Mayıs-Temmuz 1915 tarihleri arasında İngilizlerin elinde zaten Çanakkale de kullanabilecekleri kimyasal silahları yoktur. Churchill Çanakkale de gaz kullanmak istemiştir bu doğrudur ama ‘’Türkler insan değildir onlara gaz atalım ‘’şeklinde bir demeç vermemiştir. Batı Cephesinde ki cinnetimsi düğümü açma adına taktiksel bir formatta açılan Çanakkale Cephesinin, bir an önce Osmanlı zaferi ile nihayet bularak kariyerini sürülecek bir lekeden çekinen Churchill hızlı sonuç alma adına bunu düşünmüştür.
İngilizler Çanakkale’ye toplam 3600 adet gaz tüpü göndermişlerdir. Bu tüplerin 600’ü Gelibolu’ya önceden gönderilmiştir ama hem Hamillton’un gaz kullanımına karşı olması hem de bilimsel gerçeklerden dolayı kullanılmamıştır. Diğer 3000 tüp ise gelmeden önce İtilaf Devletleri Gelibolu’dan çekilmeye başlamıştır. Bu tüplerin yanına eklenen önceden gelen 600 tüpte Filistin Cephesinde kullanılmak üzere Mısır’a gönderilmiştir. Sonuç olarak ne Çanakkale Savaşlarında Kimyasal Gaz kullanılmıştır ne Churchill, Türkler için ‘’Bunlar insan bile değil’’deyip kimyasal gaz atılması için emir vermiştir. Hatta İngilizler ve Anzaklar’ın dağıtılan gaz maskelerini Türkler temiz savaşır deyip de takmaktan vazgeçmeleri de Alan Moorread’ın bile cazibesine kapıldığı bir Çanakkale yalanıdır… Bunların hepsi, bu milletin yumuşak karnı olan milli ve dini duygularından istifade etmek isteyen Çanakkale Tarihinin kes-kopyala-yapıştırıcı internet âlimlerinin(!)uydurduğu sanal yalanlardır! Kanmamamız şiddetle tavsiye olunur!
Sonuç
Sevgili dostlar, Tarih bir milletin hafızasıdır! O millet kendi tarihine ne kadar soğukkanlı ve gerçekçi yaklaşırsa ileri de aynı şeyleri yaşaması o denli zordur. Biz Çanakkale Savaşlarına dair işin hep kolay yanına, ruhumuzu ve gururumuzu okşayacağı,bize dayanaksız heyecanlar yaşatacak taraflarına dikkat çekiyoruz. Hâlbuki ellerimizi kafamızın arasına alıp, Yahu! Bir zamanlar Topkapı’dan yazdığımız fermanlarla dünyanın gidişatına yön vermişiz, ne olmuşta Çanakkale de yedi düvele karşı çarpışmak zorunda kalmışsız, ne olmuşta bu derece kötü duruma düşmüşüz, ne olmuşta bir zamanlar Memluklulara silah satan, her bilimsel atılımı diğer devletler tarafından heyecanla beklenen koca Osmanlı, Almanların vereceği iki topa bir mermiye el açacak duruma düşmüş, ne olmuşta bir zamanlar taklit edilen Osmanlı toplumu papağana dönmüş, diyeceğimize hala beynimizi uyuşturacak işlerle meşgul oluyoruz.. Biz bu abes meşguliyet içinde iken araştırma ve incelemeden yoksun yazıları ile bazı sözde tarihçilerde buna tuz biber ekmektedirler!
Elbette Çanakkale müthiş bir destandır, fakat bu destanın başkentini düşmandan korumak zorunda kalan bir ordu tarafından yazıldığını sakına unutmayın, yani biz bu destanı olası bir savunma savaşı olarak yazmışız, ne acı bir durum… Bunun için doğru, objektif, tarafsız bir mercekle olaylara bakıp, tarihimizi yorumlamalıyız, ne güzel demiş Dede Osman;’’incir ağacından oklava, arpa unundan baklava olmaz’’ diye… Tıpkı bu sözde ki incelikte olduğu gibi; tarihini doğru okumayanlardan, bilime ters düşenlerden, ,araştırmayanlardan da büyük millet olmaz…
Şimdi lütfen, yazının başında sunduğum Vladimir Jabotinsky’nin o güzel hikâyesini tekrar anımsayın; tıpkı o kasaba gibi bugün, Çanakkale Savaşları da içine sokulan yalan yanlış bilgilerle aslını ve hakikatini yitirme gibi ciddi ve büyük tehdit altındandır. Aynen kasabanın kurtuluşu konusunda orada yaşayan ahalinin fikirler belirtmesi gibi Çanakkale Savaşlarının nasıl doğru anlatılacağı konusunda değişik projeler mevcuttur…
SAYIN Ozan Bodur Çanakkale savaşındaki abartılı ve uydurma hikayeleri ve yanlış gözlemleri akıcı bir dil ile anlatmışsınız.
İnsanlarımızın bu savaşın ne denli önemli oldugunu ve dogru bilgiye nasıl ulaşacaklarını ögrenmeleri için mümkün oldugu kadar farklı yazarlardan okumaları gereginin altını çizmişsiniz . sonuna kadar katılıyorum .
İnanıyorum ki bu degerlendirmenizi degerlendiren okuyucu farklı ve gerçekci bir düşünceye ulaşacaktır . güzel ve yerinde bir çalışma …
Teşekkürler Sayın Ozan Bodur .
Tahsin Gumus ( İnşaat Mühendisi )
Iyi günler Ozan bey, savaşa katılan asker sayısı 250 bin sayisi ile toplam zaiyat (şehit degil) 253 bin sayisi kafami karıştırdı biraz.
genel perspektifte tskler yazınız için
Iyi günler