Suçu direk modernizmin insan duygularını mekanikleştirici etkisine atmak istemem ama galiba gitgide daha az latif duygularla doğuyoruz. Rasyonalizmin keskin dişlileri ruhumuzun inceliklerini yok ediyor. Ne kadar kolay geliyor artık rakamlardan, istatistiklerden bahsetmek. Bu bahis, bir savaşın korkunç bilânçosu da olsa.
Bugünden geçmişe bakarken “Şurada yapılan muhaberede 150.000 şehit verildi”, “şu hattın savunmasında 80.000 kayıp verildi” demek, “Şu harekâtta tek silah atmadan 80.000 askerimiz donarak şehit oldu” demek.. “Şu büyük savaşa 2.5 milyon insanımız yaşamını yitirdi” demek.. Bu onbinli, yüzbinli, milyonlu rakamlar bir çırpıda söyleniverirken kaçımız hayatını kaybeden her insanın bir dünyası olduğunu düşünüyor, her bir şehidin, o dünyaya merkez olan hayatlarını üst üste koyup da rakamı tekrar söylemeyi deniyor? Kaçımız o ağırlığın altında eziliyor?
Bunu yapamıyorsak, “bir kişinin ölümü trajedi, bir milyon kişinin ölümü ise istatistiktir.” diyen Josef Stalin’e kızmaya, onu acımasız bir mahlûk olarak nitelendirmeye hakkımız var mı?
Savaş acı. Savaş kan. Savaş açlık, yokluk, perişanlık, sefalet. Savaş hastalık, sakatlık. Savaş gözyaşı, ayrılık. Bütün bunları göz ardı edip büyük bir soğukkanlılıkla bir herhangi bir sosyal vakıayı anlatır gibi savaşlardan bahsetmek çok zor.
Hemen tüm savaşlar gibi 1.Dünya Savaşı da bir paylaşım savaşıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda söz sahibi olan Enver Paşa ve arkadaşları son dönem giderek artan Alman hayranlığının ve nüfuzunun da etkisiyle bildiğimiz bir senaryoyu gösterime koyarak ülkeyi savaşa soktular. Enver Paşa “Balkanlardaki anlaşmazlık devam ederse harbin çıkması kesindir, bu da bizim için hayat demek” derken, çıkacak savaşın Osmanlı’yı tekrar eski muktedir günlerine döndüreceğini tahayyül etmişti şüphesiz. Evdeki hesabın çarşıya uymadığını biliyoruz, bu yanlış hesabın ne denli büyük acılara yol açmış olduğunu da..
Yazımın konusu olan Suriye-Filistin cephesi bu savaşın belki de en az bilinen bir yönü.
İngilizler 1914 yılı aralık ayında Mısır ve Süveyş Kanalı’na tamamen egemen oldular. Kanal hem İngilizler hem de bizim için hayatî öneme haizdi.
Kanal harekatı Almanların isteği doğrultusunda planlanmış bir harekattı, 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa Ocak 1915’te iki koldan Süveyş Kanalı’na harekat düzenledi fakat başarılı olamadı. Şubat başında Birüsseba-Gazze’ye geri dönüldü.
1916 yılında 2. Kanal Harekâtı yapıldı. O sırada Mekke Emiri Şerif Hüseyin İngilizlerin kışkırtmasıyla ayaklandı. Ayaklanmanın bastırılması için 4. Ordu’dan bir kısım birlikler Hicaz’a gönderildi. Ordunun geri kalan kısmıysa, Gazze-Şeria-Birüsseba hattında savunmaya çekildi.
1917’de İngilizler, Gazze’ye saldırdı. 1. ve 2. Gazze Savaşları yapıldı. İngilizler iyi bir savunma yapan birliklerimiz karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Kuvvetlerini tahkim eden İngilizler Filistin cephesinde toplanınca Yıldırım Ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye’de kullanılmasına karar verildi. İngilizler, 24 Ekim 1917’de taarruza başladılar. Birüsseba-Gazze Savaşı’nı kazandılar. 9 Kasım 1917’de de Kudüs düştü. İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt-Amman taarruzları başarıyla durduruldu ancak yığınaklarını artıran İngiliz ordusunun 19 Eylül 1918’de Filistin’de başlattığı taarruza Limon Van Sanders Paşa’nın hatalı savunması, zorlu arazi şartları ve sair imkânsızlıklar da eklenince Filistin tamamen İngilizlerin eline geçti.
Filistin elden çıkmasına, en yakın Osmanlı kuvvetlerinin Medine’den
Kanal harekatı ile ilgili olarak yaygın bir yanlış kanaat vardır. Sanıldığı gibi Kanal harekatı Mısır’ın ve Kanal’ın ‘ele geçirilmesi’ amacı ile yapılmamış, Mısırı ele geçirmekten çok İngilizlerin kanal boyunca güvende olmadıklarını hissettirmek, Batı cephesine sevk edilmekte olan Hint Kıtalarını Mısır’da oyalanmak zorunda bırakmak ve Çanakkale’ye bir çıkarma kuvveti göndermelerine engel olmak için yapılmış ve Çanakkale savunmasının bir dereceye kadar da olsa tamamlanmasına[1] imkan sağlamıştı.
Nitekim 4. Ordunun Kurmay Başkanı Ali Fuad Erden hatıralarında şöyle diyor:
“Süveyş Kanalı’na karşı bir teşebbüs icrası hedefi kesinlikle belirtilen bir emir değildi; maksadı genel olarak ifade eden bir direktifti. Maksat, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerini bağlamak, Asya ve Avustralya kıtalarından Batı Cephesi’ne gelmekte ve gelecek olan kuvvetleri orada tespit etmekti. Mısır’ın fethi. ne Alman başkumandanlığı’nın direktifinde bahsedilmiş, ne de Osmanlı Başkumandanlık Vekaleti’nin emrinde ifade edilmiştir. Hedef kanala karşı bir teşebbüsten ibaretti. Mısır’ın fethi, hayali bir propaganda idi. Madalyonun kamuoyuna dönük yüzü idi.” [2]
Kamuoyuna yönelik daha ne yalanların söylendiği göz önüne alınırsa bu masum bile kalabilir.
Tarihten bahsetmek kolay, oysa zamanın şartlarında ise ne zorluklar çekilmiş, yaşayan bilir ancak. Kanal harekâtının yapılabilmesi için Sina Çölü’nün geçilmesi gerekiyordu. Hemen aynı tarihlerde Sarıkamış’ta soğuktan donan Mehmetçiklerin tertipleri Sina’nın kavurucu sıcağında yaşam mücadelesi veriyorlardı.. Kader..
Ali Fuad Erden’in “Çadırsız, ağırlıksız, telsizsiz, telgrafsız ve uçaksız bir seferi kuvvet” dediği 8. seferî kuvvet için “kolordunun en iyi alay ve taburlarından oluşturulmuştu” der. Çöl erzakı –ordu kumandanı ve er için- günde
Yüz binlerce cana mal olması yanında savaşlar doğaya da büyük zararlar veriyor. Birinci Dünya Savaşı’na girilmesinden sonra 6 ay içinde trenlerde yakıt olarak kullanılan kardif kömürü tükenir. Suriye demiryolları askeri komiserliği “şimendifer depolarında ancak üç bin ton kardif kömürü bulunduğunu, bu kömürün de Çanakkale’ye gidecek olan kuvvetlerin nakliyatı için sarfedileceğini, kardif kömürünü tedarik edilmedikçe askeri nakliyatın temin edilemeyeceğini” bildirir.[4]
Tabii ki gerekli tedarik sağlanamaz. Ama harp devam etmektedir, tren ise ikmal için can damarına denebilecek bir vasıtadır. Cemal paşa emir verir: “makineler odunla işletilecektir. odun işletme idareleri tarafından müteahitler vasıtasıyla tedarik edilecektir.”
Fakat Suriye’de zaten çok fazla olmayan ormanlar trenlerin yakıt ihtiyacını gidermekten çok uzaktır. Bunun üzerine yeni bir emir gelir. Yemiş ağaçlarının, Suriye’nin servetlerinden olan kayısı ağaçlarının, Filistin’in serveti olan zeytin ağaçlarının , Lübnan’ın serveti olan Dut ağaçlarının % 40’ı kesilecektir. 1916 sonbaharında bu oran da yetmez, %50’ye çıkarılır. Hicaz bölgesindeki demiryolu hattında ise yakıt sıkıntısı o kadar çoktur ki, kesilecek ağaç bulunamayınca hususî binaların yıkılarak kapı, pencere vesâir odunlarından yakıt ihtiyacının karşılanması için Fahrettin Paşa’ya tam yetki verilmiştir.[5]
Bu cephede olan bitenler fazla bilinmediği gibi salt “Araplar Osmanlı’ya ihanet etti” şeklinde yaygın bir tasavvur da zihinlere yerleş(tiril)miştir. Kudretli İttihatçı Cemal Paşa’nın, yöredeki sert tutumu ve bazı önde gelen Arap aydınlarını isyan hazırlığı suçlamasıyla tartışmalı bir şekilde astırması Türk-Arap ilişkilerinde sarsıntıya yol açsa da İngilizlerin kışkırtması ve vaadi ile ayaklanan Mekke Şerif’i Hüseyin’in bedevi birlikleri haricinde koca Arap coğrafyasında toplu isyan görülmemiştir. Asıl büyük cephe sonradan Filistin’de kurulmuştu ve sadece Filistin’de bir milyon Arap yaşıyordu; ama tek bir Arap ayaklanmamıştı. Yani Arapların ezici çoğunluğu, Osmanlı’ya sadık kaldı.
Bu “Araplar arkadan vurdu” söyleminin başlıca kaynaklarından birisi Falih Rıfkı Atay’ın aynı cephedeki görevi sırasındaki anılarını anlattığı Zeytindağı adlı kitabıdır. Kitabın başından itibaren işlenen Arap düşmanlığı sonlarına doğru Türk ve Arap Osmanlı askerlerinin İngilizlere karşı kahramanca çarpıştığını anlatan satırlara bırakır ama yazarın kendisi de dahil ulusçu aydınlarımızın büyük çoğunluğu buradaki paradoksu görmez..
Atay, kitabının önsözünde de “Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak, ‘Ne hacet!” dedi; “bari İstanbul’u da size verelim.’ Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u Girid’i ve Medine’yi bırakırsak, Türk mileti yaşayamaz sanıyorduk.” der[6]
Atay’ın bu sözleri ulus devleti kutsamak, imparatorluğun yükünden bahisle “başımızdan defettik, rahatladık” demek için söylüyor olsa da, atalarımızın “vatan toprağı”na olan bakışındaki farklılığını göstermeye yetiyor.
Dağılan impatorluğun küllerinden bir ulus devlet çıkarılırken eğilip bükülen tarihin büyük yalanlarındandır “Arap ihaneti” savı. Dr. Ramazan Balcı’nın şu sözleri gösteriyor ki “Osmanlılık” İmparatorluğun son zamanlarına kadar büyük bir birlik vesilesi imiş:
“Mısır Akınına koşup giden birlikler arasında Osmanlı coğrafyasını temsil eden bütün unsurlar vardı. Arnavut bölüğü, Kürt taburları, Urban müfrezesi, Arap alayları, Ermeni birliği, Mevlevî taburları, Kadiri bölükleri, Çerkes gönüllüleri, Dürzi takımları ve Anadolunun askerliği peygamber ocağı sayan ulu gönüllü Mehmetçikleri hep aynı sevdaya gönül vermişlerdi. Sancak hepsinin gözünde birlik demekti, düzen demekti. Onun dalgalandığı yerde namusları emniyetteydi, hukukları korunurdu”.[7]
Bugün ulus devletin, kendi kabullerinden farklı düşünenleri “yok sayan” eğilimi yanında ne kadar kuşatıcı kalıyor bu satırlar, değil mi?
Hulasa bu zorlu cephedeki ricat Osmanlı için sonun başlangıcı olmuştur. Ve maalesef o coğrafya Osmanlı’nın çekilmesinden bugüne halen huzur yüzü görmemiştir; tıpkı daha o yıllarda Selahattin Günay’a ağlaya ağlaya ”Bizi kimlere bırakıp gidiyorsun Türk” diyen[8] Arap gencinin de hissettiği gibi..
Kaynaklar
[8] Selahattin Günay, Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk?’ Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, s.116