GELİBOLU’YU ANLAMAK

100. Yılında II. Meşrutiyet (“Didar-ı Hürriyet” kitabının yazarı Sacit Kutlu İle Söyleşi )

Merhaba Sacit Bey. Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz dönem II. Meşrutiyet’in ilanının 100. yıldönümü. Bu vesileyle sizinle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini, II. Meşrutiyeti, İttihat-Terakki’yi, Sultan II. Abdülhamid’i konuşacağız.  Tabi bu  söyleşide böylesine geniş bir konuyu enine boyuna konuşmak mümkün değil. Ancak  genel hatlarıyla bazı konuları vurgulamak gerektiğini düşünüyorum.

 

 

1.   Öncelikle şunu sorayım. Tarık Zafer Tunaya bu dönemi “laboratuar” olarak adlandırır. Sizce bu dönem neden bir laboratuar ? Bu dönemi bilmek neden önemli?

 

       Sevgili Tuncay Bey, iyi bilinmesinde sayısız faydalar olduğuna inandığım II. Mesrutiyet  dönemiyle ilgili olarak bu söyleşiyi yapmaktan ben de çok mutluyum. Teşekkür ederim.

Kuşkusuz, yüz yıl önceki tartışmalar ve çözüm önerileri ancak bugüne ışık tutan tarihî örnekler olarak bir önem taşıyabilir. Geçmişin bilinmesi geçmişte yaşananların tekrar tekrar yeniden yorumlanması,  neler yapmamızı değil, ama neleri yapmamamız gerektiğini gösteren deneyler olarak faydalı olabilirler. Yakın tarihimizin çok önemli bir dönüm noktası olarak II. Meşrutiyet dönemi bu anlamda özel bir öneme sahiptir.   Beni dostluğuna kabul etmesini yaşamımın en anlamlı olaylarından birisi olarak değerlendirdiğim ve iftihar ettiğim rahmetli Prof. Tarık Zafer Tunaya, bildiğiniz gibi, II. Meşrutiyet dönemi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti konularında ilk ve en kapsamlı araştırmalarını yapan bilim adamımızdı. Hattâ Prof. Sina Akşin, Gogol’ün “Palto” eserine gönderme yaparak, biz hepimiz Tarık Zafer Tunaya’nın paltosundan çıktık der.  Sorunuza dönersek, Tarık Bey’in o tanımı gayet gerçekçi ve bilimseldi. Hakikaten II. Meşrutiyet dönemi Cumhuriyet’in laboratuarı gibidir ve günümüzde cereyan eden olayların çoğunun kökenini orada bulabiliriz.. Ayrıca o günlerde Batı’da ve Doğu’da tartışılan hemen her fikri benimseyen ve yaymaya çalışan bir Osmanlı aydını mutlaka mevcuttu. İddia edilebilir ki, günümüzde hâlâ o çeşitlilik ve çok seslilik tam olarak yakalanamamıştır.

 

 

2.   Jöntürklerin ( 1889 sonrası diyelim ) asıl amaçları neydi? Onları  etkileyen düşünce akımları konusunda ne söyleyebiliriz? Fransız Devrimi’ni neden örnek aldılar? ( Hatta ilk kuruluşta 1789 Fransız Devriminin 100.yıldönümüne denk düşürmeye çalışıldığı söylenir )

 

       Sorunuzun son bölümüne katılmadığımı ve olsa olsa sonradan efsane yaratmaya yönelik bir iddia olabileceğini söyleyerek başlayayım cevabıma. Bildiğiniz gibi İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid, İshak Sükûti ve Şerafettin Mağmumi isimli 5 Askerî Tıbbiye öğrencisi, gizli bir muhalif örgüt olarak, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni o yıl kurmuşlardı. Kendilerinden önceki muhalefeti temsil eden Yeni Osmanlılar hareketi ise Midhat Paşa’nın sadrazamlıktan uzaklaştırılmasını takiben neredeyse son bulmuştu. Bu yüzden yeni örgütlenmeye başlayan Jön Türklerin ne güçleri ne de mevcut ortam 1889 yılında Meşrutiyet’i yeniden ilan ettirmeye hiç uygun değildi.

Sorunuzun ilk kısmına gelince, Jön Türkler, yeni açılan okullarda okumak fırsatını bulan, Avrupa’nın 18. ve 19.yüzyıllarda katettiği felsefi, sosyal ve ekonomik dönüşümleri tam olarak algılamadan Fransız Devrimi’nin hürriyet, eşitlik, kardeşlik sloganından ve Pozitivizm’den etkilenmiş olan, orta-alt sınıfa mensup, genç aydınlardı.  Pozitivist düşünce sistemi elitist-merkeziyetçi-otoriter bir düzene olanak verdiği, “aydınlanmış adamlar” tarafından yönetilen bir toplumu amaçladığı, bireyi toplum içinde eritme olanağı sunduğu, insanların haklarının değil topluma karşı vazifelerinin olduğunu vurguladığı ve ihtilâli (revolution) değil tekâmülü (evolution- evrim) öngördüğü için Jön Türklerin çoğuna cazip gelmişti. Pozitivizm ayrıca, 18. yüzyıl filozoflarının büyüleyici kavramı olan ‘daimi ilerleme’yi (namütenahi terakki) ve toplumu dogmalardan arındırarak dinin yerine bilimi geçirmeyi  hedefliyordu. Aralarındaki fikir ayrılıklarına rağmen Jön Türklerin üzerinde uzlaştıkları tek ortak nokta Abdülhamit karşıtlığıydı. İstisnalar olmakla birlikte gerçekçi, tutarlı ve yaratıcı değillerdi. Soyut ‘hürriyet’  kavramı taraftarlığı ile ‘devleti kurtarmak’ istemeyi, gerçekleştirmek istedikleri hedefler için kâfi ve kendilerini bu görev için yeterli görüyorlardı. Genellikle temele inmiyor, Batı’nın ulaştığı seviye dolayısıyla doğruluklarının kanıtlandığına inandıkları fikirleri hazır reçeteler halinde Batı’dan ithal ederek, sorunlara pratik çözümler arıyorlardı. Hedefleri, devletin parçalanmasını önlemek, ülkelerini Yakın Doğunun Japonya’sı yapmak ve Batılı büyük güçler tarafından eşit muamele görmesini sağlamaktı.

 

 

3.   Abdülhamid’in  meclise karşı çok iyi gözle bakmadığını  biliyoruz. Bunun nedenleri neydi sizce?

 

       İngiltere dışında o yıllarda hiçbir hükümdar yetkilerini sınırlayan bir parlamento ile çalışmaktan mutlu değildi. Şartlar öyle gerektirdiği için mecburen kabullenmişlerdi. Ancak gerçek su ki, Batı ve kısmen Doğu Avrupa’da bir parlamentoyu gerekli kılan burjuva sınıfı mevcutken, Devlet-i Osmanî de böyle zorlayıcı bir sınıf yoktu. Meclis-i Mebusân’ı sadece cılız bir genç bürokrat-subay-aydın kesimi talep ediyordu. II. Abdülhamit de mecbur kaldığını hissedince 30 yıl kapalı tuttuğu meclisi yeniden açmak zorunda kalmıştı.  

 

 

4.   Osmanlı – Türk Modernleşmesi’nde muhaliflerince zalim, müstebid, Kızıl Sultan olarak adlandırılan Abdülhamid’in de rolü hakkında neler söyleyebiliriz?

 

          Tek kişiye dayalı bir düzen kurmak istemesi herhalde II. Abdülhamit’in en büyük hatasıydı. Batı toplumlarında siyasal tabanın gitgide sıradan vatandaşlara yayılmakta olduğu bir dönemde o yargı, yasama ve yürütme güçlerinin neredeyse hepsini kendi elinde toplamıştı. Ülkenin her köşesindeki sorunlara tek başına çare bulabileceğini düşünüyor, bu arada işlevsiz ve yetkisiz bıraktığı geniş bürokrasi kadrosunun küçümsenme ve aşağılanmasına da neden oluyordu. Uygulamalarının tepki kadroları yaratmaması olanaksızdı . Padişah, hukukî ve ekonomik alanlarda toplumu daha dinamik hale getirecek reformları yürürlüğe koyarken, siyasî alanda hiçbir serbesti tanımıyor, en basit temel hakları kısıtlıyordu. Giderek evhamlarının esiri olmuş, bunun yol açtığı kararsız ve şüpheci tutum şahsiyetine yansımıştı. Adım adım oluşturduğu baskı rejiminin iki önemli dayanağı, hafiyelik ve sansür kurumlarıydı. “İstibdat”, “Yıldız”, “hafiye”, “jurnal” gibi kelimeler etrafında esrarengiz ve korkulu bir imaj oluşmuştu.     Kendisini her şeyin odağı yapmasının doğal sonucu olarak her türlü şikâyet onun şahsına yöneltiliyordu. Böylece bütün sorunların suçlu ve sorumlusu o oluyor, pek çok kişi asıl sorunun farkına varmadan Abdülhamit’le uğraşıyor, o düşürülürse her şeyin düzeleceğine inanıyordu. İdeolojik tutumu ne olursa olsun her aydın bu siyasî mekanizma içinde kendini yabancı ve muhalif hissediyordu. Dönemin okuryazarları arasında Abdülhamit’e muhalefet, adetâ “namusun birinci şartı” olarak görülür hale gelmişti.   Bütün bunlara rağmen, 1894-1896 Ermeni olaylarından sonra Batılılar tarafından ona yakıştırılan “Kızıl Sultan” tanımı, bence çok haklı ve isabetli olmamakla birlikte, aynı tanımı giderek Jön Türkler de benimsemiş ve kullanmışlardı. 

 

 

5.   Günümüzün ideolojik bakış açılarına göre Sultan II. Abdülhamit Ulu Hakan’dan Kızıl Sultan’a kadar zengin sıfatlarla anılabilmekte. Siz ne düşünüyorsunuz?

 

       Gerçek herhalde ortalarda bir yerdedir. Sayın Orhan Koloğlu gibi ben de II. Abdülhamit’in ne “Ulu Hakan”, ne de “Kızıl Sultan” olduğunu düşünüyorum.[1] Fakat ulu hakan sıfatına katılmamakla birlikte onun son dönem Osmanlı padişahlarının en akıllı ve kurnazı, ülkesinin bütünlüğünü koruyabilmek için en fazla çabalayan ve halisane çalışanı olduğunu da vurgulamak isterim. Fakat yukarıda açıklamaya çalıştığım zaafları ve kuşkuları çabalarının verimli olmasını engelliyordu. Amcasının ve ağabeyinin hal edilmelerinin neden olduğu psikolojik durumu onun için de, memleketi içinde büyük bir şanssızlıktı.    

 

 

 

6.   Muhittin Birgen ( Tanin başyazarı ) anılarında anlatıyor.  Bir gün Talat Paşa’ya İttihat-Terakki nedir? diye sormuş . Talat Paşa’da bu soru karşısında biraz şaşırmış. “Ne olduğunu ben de pek bilmiyorum ama idare etmesi çok müşkül bir şey…”[2] demiş. Bu cevap bana hep ilginç gelmiştir. İttihat- Terakki’yi tanımlamak istesek ne diyebiliriz?

 

       Herhalde Talat Paşa bilmiyorsa kimse bilemezdi. Bence bu sözler kafa karıştırmak veya cemiyeti ve kendini efsaneleştirmek arzusundan doğan bir lâtifedir. İTC, bir türlü gerçek bir siyasî fırkaya (partiye) dönüşemeyen, gizli örgüt yapısını koruyan bir cemiyetti. Ali Fuad Erden’e göre, “Osmanlı Devleti’nin mukadderatını İttihat ve Terakki Cemiyeti; İttihat ve Terakki Cemiyetini, İttihat ve Terakki Merkezi umumîsi; Merkezi umumîyi ‘Üçler’ [Enver-Cemal ve Talat Paşalar S.K.]; ‘Üçler’i de Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın kuvvetli iradesi sevk ve idare ediyordu”.[3]   Zaten bahsettiğiniz kitabın 79. sayfasında İTC’nin ne olup ne olmadığını Birgen kendisi açıklıyor:” İttihat ve Terakki Cemiyeti, ideallerini Fransız Devrimi’nden, eylemlerinin yöntemlerini ise Makedonya (Balkan) Komiteciliğinden alan melez bir hareketti. Bununla birlikte Makedonya komitacılığının etkileri daha belirgindi.”

 

 

7.   Ahmet Rıza Bey ve ekibi İttihat Terakki adıyla, Prens Sabahattin ve ekibinin de önce Ahrar Fırkası ve sonrasında Hürriyet-İtilaf adıyla devam ettiğini görüyoruz. Aslında her iki kanatta Osmanlıcığı savunuyordu ama tanımları farklıydı değil mi?

 

           Evet. Prens Sabahattin ve yandaşları Osmanlıcılık ilkesini doğruluğuna inanarak   savunuyorlardı. Onlara göre, imparatorlukta çoğunluğu oluşturan Türklerin kendileri için istedikleri haklar, tüm vatandaşlara kayıtsız şartsız tanınmalıydı. Ülkedeki dini ve etnik alt-kültür gruplarına kendi kimliklerini geliştirecek siyasî olanaklar verilmeliydi. Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Ermeni, Rum vb. unsurların hepsinin menfaati siyasî birliğin sağlanması yönünde olmalıydı. Onların Osmanlı tabiiyeti altında iktisadi, ilmi ve askeri yönlerden sağlayacakları faydaya işaret ederek Osmanlılığın ihyasının bütün medeni dünyaya hizmet anlamına geleceğini iddia ediyorlardı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ise Osmanlıcılık düşüncesini daha çok rekabette geri kalmamak için savunur görünüyordu. Gerçekte Osmanlıcı veya ittihad-ı anasırcı olmaktan çok, Türkçü olmalarına rağmen, devletin bütünlüğünü korumak için, Osmanlıcılığın yerine koyabilecekleri, başka bir model bulamıyor ve Türkçülüklerini belli etmemeye çalışıyorlardı.

Bütün Osmanlıların merkezi devletin eşit vatandaşları olduğunun Kanun-ı Esasî ile kabul edilmesini yeterli buluyor ve bir an önce gerçekleştirecekleri merkeziyetçi-otoriter yapıyla, imparatorluğu güçlü bir devlete dönüştürmek istiyorlardı. Merkezi devlet gerekirse zor kullanarak unsurların birleşmesini sağlayacak, eski imtiyazlar daraltılacak, ekonomik kalkınma ve eğitim yoluyla unsurların kaynaşması sağlanacaktı.

Bu arada küçük bir itirazım var. Ahrar Fırkası 1908 Eylül ayında Prens Sabahattin’in yandaşları tarafından kurulmuştu. Ancak, birçok küçük fırkanın çatı örgütü olarak Miralay Sadık Bey’in kurduğu ve başkanlığına Damat Ferit Paşa’yı getirdiği Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Prens Sabahattin’e ve yandaşlarına mesafeli durmuş, muhtemelen başkanlık rekabeti vb. nedeniyle ve onları içine almamıştı. Yani bu fırka içinde Prens ve yandaşları yer almıyordu. 

 

 

8.   İbrahim Temo, anılarında iktidara gelirlerse programlarının olmadığı eleştirileri üzerine herkese belli bir görev verilerek ıslahat programı hazırlamaya başladıklarını belirtmiş. Temo’nun konusu maarifmiş. Ahmet Rıza’ya sunduğu lahika’da 7 yaşından itibaren zorunlu eğitim, okulların ücretsiz olması, belli okulu bitirmeyenin memuriyete alınmaması vs. gibi öneriler varmış. Ahmet Rıza ise bunları zaten Abdülhamit’in yaptığını belirtmiş.[4] Bu anıyı da göz önüne alarak şunu sormak isterim. Sizce Jön Türklerin gerçekten bir iktidar programı var mıydı?

 

    Hayır yoktu ve bunun etkisi hep hissedildi. Abdülhamit rejiminin, çağdaş olmadığı ve Batı’ya benzemediği için Avrupa’nın hücumuna uğradığını düşünüyor, idari yapıdaki bozukluklardan kötü yönetimi ve çağdışı rüşvetçi yapıyı sorumlu tutuyor, çare olarak Kanun-ı Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmasını öneriyorlardı. Yeniden meşrutî rejime geçmenin Avrupa’da uyandıracağı saygı ile Avrupa’nın gönüllü olarak Osmanlı Devleti’ne yardımcı olacağına, iyi bir yönetimle kısa sürede işlerin düzeleceğine inanıyorlardı. Temo anılarında gayri Müslimlere bazı haklar tanımadan onlardan sadakat beklenemeyeceğini, eğitimin dinî kurumların dışına çıkartılması, Latin harflerine geçilmesi gbi önerilerini Ahmet Rıza Bey’in önemsemediğinden yakınır.[5] Bence burada Temo’nun önerilerin önemsizliğinden çok, Ahmet Rıza’nın cemiyet içinde kendi başkanlığına rakip istememek duygusu önemli rol oynamıştı.

 

 

9.   Her ne kadar Ahmet Rıza Bey başlangıçta hareketin başı gibi olsa da sonrasında Paris kanadının daha geri plana atıldığını Talat Bey’in başını çektiği Selanik ekibinin ön plana çıktığını görüyoruz. Bunda Ahmet Rıza Bey’in biraz kibirli ve dediğim dedik kişiliğinin rolü olabilir mi? 

 

     Ahmet Rıza Bey kibirli vs. idi ama bana göre asıl neden bu değildi. Başarıya ulaşan devrim     atmosferini hazırlamakta yurt dışındaki örgütlerin 20 yıllık mücadelesinin manevi etkisi büyük olmakla birlikte olayların bu şekilde sonuçlanması tamamen Makedonya’da örgütlenen askeri teşkilatın eseriydi. Onların da bu konuda mütevazı olmaya niyetleri yoktu. Cemal Bey (Paşa), kutlama amacıyla Selânik’te Merkez-i Umumi’ye giden ve cemiyetin başarısından sevinerek bahseden Dr. İbrahim Temo’ya, “Doktor hangi cemiyeti murad ediyorsunuz? Bizim bu cemiyetimiz, sizin vatan haricinde çalışan cemiyetiniz değildir. Bu cemiyet, Manastır ve Selânik mahsulüdür” diyerek bu durumu gayet açık ve kesin bir şekilde hatırlatmıştı.[6]  

 

 

10.                      Yine yukarıdaki sorunun devamı olarak, neden Selanik’te örgütlenildi? İstanbul’da örgütlenmek cemiyet için daha faydalı olmaz mıydı?

 

            Çünkü 3. Ordu’nun merkezi Selânik’teydi. Ayrıca Selânik, Avrupa’daki sosyal ve siyasal   akımlara açık, Makedonya dağlarındaki huzursuzluğa rağmen 20. yüzyıl başında değişik etnik ve dini toplulukların bir arada yaşamaya alışık olduğu, nüfusu 150.000’e yaklaşan bir kentti.  Sansür baskısının nispeten az hissedildiği Selânik’e, yabancı postaneler yoluyla Jön Türk  yayınları da göreceli olarak daha kolay ulaşıyordu. Özellikle 1897 sürgününü takiben muhalif   öğrencilerin ve sürgünlerin kaçıp geldiği kent, “Kâbe-i hürriyet” olarak anılır olmuştu. Selânik ve Manastır İTC’nin en güçlü olduğu kentlerdi.  

 

 

11.                      Özellikle İttihat-Terakki hareketinin III. Ordu subayları arasında taraftar bulduğunu görüyoruz. Bunun nedeni neydi?

 

          Makedonya’da konuşlanan 3. Ordu’da Prusya modeline göre yetişmiş, Harbiye’yi ve Erkân-ı Harp (kurmay) Mektebi’ni bitirmiş, kimi Almanya’da eğitim görmüş Osmanlı Ordusu’nun en iyi yetişmiş subayları çoğunluktaydı. Bu genç subaylarının eski usul yetişmiş üstleriyle aralarında kopukluk vardı. Pek çoğu, kovaladıkları çeteler milli devletleri için çarpışırken, kendilerinin despot bir padişah için çarpıştıklarını düşünmeye başlıyorlardı. İstanbul’daki imtiyazlı subaylar sık terfi ve bol nişanlarla ödüllendirilirken Makedonya dağlarında çarpışan genç Osmanlı subayları düzenli maaş dahi alamıyorlardı. Makedonya’da temas ettikleri yabancı jandarma subaylarının gerek harcama güçleri, gerek yaşam tarzları, üniformaları, teçhizatları, silahları vb. onlarda hem gıpta hem öfke hisleri uyandırıyordu. Çetelerin bir türlü bitirilememesi, çökertilen bir çetenin yerine hemen başkalarının ortaya çıkması bezginlik ve bıkkınlıklarını artırıyordu. Devletin batmakta olduğuna dair inançları pekişiyor, padişaha bağlılıkları giderek zayıflıyordu.

 

 

12.                      II. Meşrutiyet’in ilanının bir halk hareketi olup olmadığı konusunda ihtilaf var. Sizin bu konudaki görüşünüz?

 

           Evet bir halk hareketi olduğunu iddia eden bilim adamları var, ama ben bu fikirde değilim.  Böyle düşünenler özellikle 1906 ve 1907 yıllarında getirilen vergiler yüzünden Doğu Anadolu ve  Karadeniz’de görülen bazı protesto gösterilerini Meşrutiyet’in ilanını sağlayan halk hareketleri olarak değerlendiriyorlar. Gerçekten sınır şehir ve kasabalarına sürülen aydınların etkisiyle yerel eşraf ve tüccarların öncülüğünde başlayan vergileri protesto hareketlerine yoksul halk da katılıyordu. Hoşnutsuzluk sebebi genellikle yeni konan vergiler, keyfi davranan valiler ve yolsuzluk yapan, rüşvet yiyen memurlardı. Diyarbakır ve çevresinde köyleri yağmalayan Hamidiye Alayları ilave bir hoşnutsuzluk nedeniydi. Eylemler genel olarak postane veya telgrafhanelerin işgal edilip saraya dilek ve şikâyet telgrafları çekilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. En büyük ve uzun süreli eylemler Erzurum’da olmuş, üç polis öldürülmüştü. O günlerde sürgün olarak Erzurum’da bulunan Jön Türklerden Hüseyin Tosun Bey ve onun örgütlediği Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti üyeleri eylemlerde etkin rol oynamış, halk ve asker içindeki faaliyetleri ile vergi protestosu şeklinde başlayan olayların siyasal bir kisve almasını sağlamışlardı. Erzurum, Van, Bitlis, Kayseri, Trabzon, Diyarbakır, Kastamonu ve Sivas’ta yapılan benzeri eylemler başarılı oldu, yeni konan vergiler 1907 Şubatı’nda kaldırıldı. 1908 de Diyarbakır’da, Hamidiye Alayları’ndan duyulan memnuniyetsizlik nedeniyle, tekrar başlayan protesto eylemlerine, Ziya Gökalp ve Diyarbakırlı arkadaşlarının kurduğu gizli bir örgüt öncülük etti. Eşraf, tüccar ve halk bu gizli örgütün destek ve teşvikiyle telgrafhaneyi 11 gün işgal etti. Viranşehir’de yerleşik Millî Aşireti’nin reisi ve bölgedeki Hamidiye Alayları kumandanı İbrahim Paşa ile alayların bölgeden uzaklaştırılması istiyorlardı. Telgrafhane işgaline, o yıllarda  Diyarbakır’da sürgün bulunan Derviş Vahdetî de katılmıştı. Bütün bu olaylar Paris’teki Jön Türkler arasında heyecan ve sevince yol açmış, onları beklenen günün yaklaştığı konusunda ümitlendirmiş, Terakki ve Meşveret gazetelerinde heyecanlı yorumlar yapılmıştı. Fakat “vergi ayaklanmaları” olarak tanımlanan, Osmanlı tarihinde hemen her dönemde örnekleri görülen, bu eylemler, istekleri karşılanınca, organize ve genel bir halk hareketine dönüşmeden saman alevi gibi parlayıp sönmüştü.

 

 

13.                      II. Meşrutiyetin ilanına yol açan ordu darbesinde Alman parmağından söz edilir. Hatta II. Wilhelm “Bizim çocuklar” ifadesini kullanmış. ( Bu ifade 12 Eylül’ü yaşayan bizim kuşağa da çok tanıdık geliyor. İfade aynı,  ülke farklı sadece !) Siz ne düşünüyorsunuz?

 

       Aslında Almanya, II. Abdülhamit’in İngiltere’nin yerine koymaya çalıştığı dost ülke olduğu,  Kayzer Wilhelm 2 kez İstanbul’u ziyaret ettiği için İttihatçılar Almanya’ya ve II. Wilhelm’e soğuk bakıyor, daha çok İngiltere’nin ve Fransa’nın dostluğunu arıyorlardı. O kadar ki, İstanbul’a yeni gelen İngiltere Büyükelçisi Lowther’ün arabasını sefarete kadar Osmanlı gençler çekmişti. Fakat anlaşılan İttihatçılara kıyasla II. Wilhelm daha gerçekçiydi. Kendisine İstanbul’daki yeni gelişmeleri bildiren Büyükelçi Bieberstein’ın raporunun yanına, inkılâbın Paris veya Londra’da yaşayan Jön Türklerin değil, Alman generallerin yetiştirdiği genç Türk subayların eseri olduğu ve telaşlanılmaması gerektiği notunu düşmüştü. Bizim çocuklar sözüyle herhalde bu durumu kast ediyorsunuz. Esasen Almanya, emperyalist emellerini gerçekleştirebilmek için, İngiltere’den ve Fransa’dan farklı olarak baştan beri Osmanlı subaylarını etkilemeye çalışmıştı. Alman subayların, Almanya’yı dünya devleti olma hedefine taşıyacak güç olduklarına olan imanları ve sivil yaşamı biçimlendirme olanakları, kendileri de militarist anlayışa yabancı olmayan Osmanlı subaylarını derinden etkilemişti. Osmanlı ordusunu eğitmek için Alman subayların İstanbul’a gelmesi kadar Osmanlı subaylarının askeri eğitim için Almanya’ya gönderilmeleri de Prusya militarist sisteminin Osmanlı ordusunda yerleşmesini sağladı. Gerçekten Wilhelm’in öngörüsü doğru çıktı. Meşrutiyet’in ilanının üzerinden 9 ay geçmeden 31 Mart olayı ortaya çıkacak, isyan bastırıldıktan sonra da Almanya yeniden Osmanlı Devleti’nin öncelikli dostu devlet konumuna yükselecekti.

 

 

14.                      II. Meşrutiyet’in ilanı süreci ,Temmuz 1908 dönemi adeta bir Enver ve Niyazi bey destanı gibi    anlatılır. Yanlış hatırlamıyorsam onlar adına yazılmış bir marş da var. Zaman içerisinde Binbaşı Enver Bey’in basamakları hızla yükselirken, Binbaşı Niyazi Bey’in de adeta tasfiye edildiğini görüyoruz. Bunun nedeni neydi sizce?

 

     Beklenmedik bir anda iktidara ortak olacak konuma yükselmesine rağmen padişahın halk    üzerindeki etkisinin gücü karşısında, kendini zayıf hisseden İTC,  bu durumu dengelemek için gizli örgüt olarak kalmayı ve gerektiğinde zor kullanmaktan kaçınmamayı benimsemişti. İlk anda isimleri kamuoyuna mal olan Enver ve Niyazi Beyler ‘Hürriyet Kahramanları’ olarak daha öne çıkartılıp isimleri etrafında bir efsane halesi yaratılması, diğer üyelerin isimlerinin gizli kalması faydalı görüldü.  

Görünen o ki, başlangıçta siyasî taktik gereği verilen bu payeyi Resneli Niyazi fazla  önemsemezken Enver Bey daha ciddiye almıştı. Buna karşılık Resneli Niyazi, Enver’den farklı   olarak, 3 Temmuz’da dağa çıkarken, yaptığı işin ordu disiplinine aykırı olduğunun bilincindeydi. Fakat ordudaki görevinden daha üstün bir vatan vazifesi için bu yola gittiğine inanıyor ve bu ulvi görevini başarıp hayatta kalırsa, ordudan istifa etmeyi düşünüyordu. Hattâ bir heyet veya mahkeme tarafından cezaya çarptırılırsa cezasını çekmeye de razıydı.[7]   Fakat Enver’in hızlı yükselişinde sadece onun rolünü daha fazla benimsemesinin değil, Merkez-i Umumî’nin Selânik’te olmasının, kısa bir belirsizliğin ardından Selânik’in başat durumunu kabul ettirmesinin, Enver’in Niyazi’den farklı kişilik yapısının ve belki de Enver’in bir erkân-ı harp (kurmay) subayı olmasına karşılık Niyazi’nin jandarma olmasının da rolü vardı.           

 

 

15.                      Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın II.Meşrutiyet’in ilanına bakışı nasıldı?

 

       Meşrutiyet’in fazla kan akmadan ilanı İngilizleri de etkilemişti. Fakat “kendini kanıtlamamış siyasette ne süre kalacakları belli olmayan” İttihatçılara nazik davranmakla birlikte temkinli ve mesafeli yaklaştılar. Dışişleri Bakanı Grey, yeni İstanbul Büyükelçisi Lowther’e İttihatçıların himaye anlamı çıkartmayacakları, ölçülü bir dostluk gösterilmesi talimatını vermişti. Fransa da benzeri bir yaklaşım sergiledi.

 

16.                      İttihat ve Terakki Cemiyeti neden II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yönetimi üzerine almadı?

 

        Öncülleri Yeni Osmanlılardan farklı olarak, İttihatçıları neredeyse kimse tanımıyordu. İçlerinde mesleğinde tanınmış tek kişi, Yıldız Sarayı’nda görülen davada Midhat Paşa’yı savunan, İstanbul Mülkiye Mektebi ve Selânik Hukuk Mektebi hocalarından, avukat Manyasizade Refik Bey’di. Gerçek güçleri bilinirse cemiyetin hiç kaale alınmayacağından korkuyorlardı. Hakikaten 23 Temmuz 1908 e kadar Selânik’te sadece 515 üye yemin etmişti. İstanbul’da ise bu sayı 20’nin biraz üzerindeydi.[8]   Bu yüzden gizli cemiyet olarak kalmayı, sorumluluk almadan kendi belirledikleri politikaları eski devlet adamlarına kurdurdukları hükümetler eliyle uygulamayı yeğlediler. Kavga da bundan koptu. Fakat niyetleri kısmen gerçekleşti. Gizlilik sayesinde yaratılan efsane ile cemiyetin gücünün gerçek boyutlarının çok ötesinde değerlendirilmesi sağlandı.

 

 

 


[1] Orhan Koloğlu, “Abdülhamid Gerçeği-Ne Kızıl Sultan Ne Ulu Hakan” Gür Yayınları, İstanbul, 1987

[2] Muhittin Birgen “ İttihat Terakki’de On Sene”  Kitap Yayınevi , Cilt 1. s. 63-64

[3] Ali Fuad Erden “İsmet İnönü”  Burhanettin Erenler Matbaası, İstanbul 1952, s. 59

 

[4] Fikret Başkaya, Sait Çetinoğlu editörlüğündeResmi Tarih Tartışmaları-3 İttihatçılıktan Kemalizme” içerisindeki İttihatçılar ve Jön Türkler Üzerine Düşünceler adlı makalede  İbrahim Temo’nun anılarından aktaran Mete Kaynar,  Özgür Üniversite Kitaplığı s. 185

[5] İbrahim Temo “İttihad ve Terakki Cemiyetinin Teşekkülü ve Hidemati Vataniye ve İnkılâbi Milliye Dair Hatıratım” Mecidiye-Romanya 1939, sayfa 184-187

[6]  Age, sayfa 215

[7] Şevket Süreyya Aydemir “Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa”, Cilt 2, Remzi Kitabevi, İstanbul 1971, sayfa, 34

[8] Sacit Kutlu “Didâr-ı Hürriyet-Kartpostallarla II. Meşrutiyet (1908-1913)”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, sayfa 108

123.054 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir