II. Mehmet’i Fatih yapan İstanbul’un Fethi değil, içinde büyüttüğü fetihtir. İçindeki ideali olmasaydı ne kendini aşabilirdi ne de İstanbul surlarını… İçindeki fetih, gerçekte varmak istediği idealidir. Fatih, ancak bu idealinin gerçekleşmesinden sonra Osmanlı İmparatorluk olmuş, ulaşılan İstanbul idealinden sonra daha büyük bir ideal ile Viyana ideali oluşmuştur. Devletleri devlet yapan işte bu idealleridir…
Ülkelerin büyüklüğü, coğrafi sınırlarıyla değil, içlerinde büyüttüğü idealleriyle ölçülür. Osmanlı’nın doğudan batıya göçü bir ideal, Fatih’in İstanbul’u fethi bir başka ideal, Ondan sonra gelen padişahların Viyana’yı kuşatmaları ise bambaşka bir idealdir. Büyüklük ve varolmak insanlar ve devletler için hep aynı yoldan geçer. Kişiler ideali kadar büyüktür devletler de… Bu konuda ünlü Rus yazarı Dostoyevski, Ecinniler romanında kahramanlarından birinin ağzıyla şunları söyler: “Eğer bir ulus doğrunun yalnızca kendisinde bulunduğuna inanmıyorsa, eğer evreni kendi doğrultusuyla yeniden canlandırmak ve kurtarmak işinin kendisine düştüğüne inanmıyorsa, daha o anda büyük ulus olma niteliği yok olur ve ulus budunsal bir madde oluverir. Gerçekten büyük hiçbir ulus insanlık içinde ikinci derece bir rolle yetinemez; mutlaka birinci rol onun olmalıdır. Bu kanıdan vazgeçen ulus, var olmaktan vazgeçiyor demektir.”
Bugün devlet ve millet olarak içinde bulunduğumuz savruluşun arkasında Dostoyevski’nin işaret ettiği gerçek vardır. Bu gerçeğin somut olarak Fatih ve Fetih ruhunda görebiliriz. Bilindiği gibi büyük insanlar hayal, büyük sanatçılar rüya ve büyük devletler idealleriyle yaşarlar. Dostoyevski’nin söylediği gibi idealinden vazgeçen ulus kaybetmiş ulustur.
Bu anlamda İslam tarihinden başlayarak gelişen tarihi sürece baktığımızda yükseliş dönemlerimizde ideallerimizin güçlü olduğu, kırılma yaşadığımız dönemlerde ise idealimizin zayıfladığını görürüz. Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda düşmanın kendilerini kuşattığı ve açlıktan karnına taş bağladığı ve hendek kazdığı bir sırada önünde duran taşı kırarken ilk vuruşunda, Bizans’ın, ikincisinde ise Sasani imparatorluğun yıkılacağını müjdeler. Savunma savaşı veren bir Peygamber, sahabelerine İmparatorluklar fethedeceğini söylerken, gerçekte sahabesinin önüne varılması gereken bir ideal koyuyordu. Bugünkü seküler düşüncemizle Peygamberin bu tavrını değerlendirmeye kalksak, sanırım onun ya bir rüya gördüğün ya da bir hayal âleminde yaşadığını sanırdık… Dışardan bakıldığında bu bir hayal görülebilir ama gerçekte Peygamberin ashabına işaret ettiği bir ideal bir varolma mücadelesidir. Eğer sahabesinin önüne böylesine büyük idealler koymamış olsaydı, İslam daha ilk yüzyılında rehavete kapılır, dinamik gücünü kaybederdi… Peygamber yalnızca Bizans ve Sasani İmparatorluklarının fethedileceği müjdesiyle kalmamış, çölün sınırlarını aşan bir başka ideal sunmuş ve : “İstanbul elbet feth olunacaktır, İstanbul’u fetheden komutan ne güzel komutan, onun askeri ne güzel asker.” Daha büyük bir ideal ortaya koymuştur. Bizans ve Sasani İmparatorluğu Hz. Ömer döneminde feth edilmiştir. İstanbul’u fethetmek Peygamberden sonra bütün Müslümanların ideali olmuş, birçok kez kuşatılmış, birçok seferler düzenlenmiştir. Hatta Emevi Halifesi Yezit bile bu ideali gerçekleştirmek için İstanbul’u fethetmek için ordu göndermiş, aylarca kuşatma altında tutmuştur.
Fatih’e gelince o önce kendi kalbini fethetmiş, iç dünyasını zenginleştirmiş, idealinde yaşattığı İstanbul’un rüyasını görmeye başlamıştır. Büyük insanlar ve büyük düşünürlerin idealleri çevreleri tarafından her zaman hayal veya rüya olarak görülür. Fatih’in çevresinde onun bir hayal gördüğünü sanan birçok kişi vardır ve onu bu hayalinden döndürmek için uğraşmışlardır da… Fatih İstanbul’u fethetmeyi kafasına koyduğu andan itibaren, İstanbul onun için arzulanan bir şehir olmuştur. Şair ruhu, doğu ve batıyı sentezleyen kafa yapısıyla genç yaşta fetihten söz ederken, yanındakiler o toy delikanlıya kim bilir nasıl bakıyorlardı? Homeros ile Gazali’yi, gül ile kılıcı bir arada düşünemeyen insanlar, onun idealinin büyüklüğünü kavrayamazlardı elbette… Fatih, Gazali ile Batıni yönünü zenginleştirmiş, iç aşkınlığa ulaşmış, Homeros ile zahiri düşüncenin sonsuzluğuna yelken açmıştır. İçinin fatihi olduğundan, doğunu ve batının, karaların ve denizlerin hâkimi olabilmiştir.
Fatih, İstanbul’u fethederken, sanıldığı gibi silahı ve ordusuyla değil, kalbi ve aklıyla fethetmişti… Askerlerini karşı kıyıya geçirirken sarı altınlarıyla Bizans’ı içinden fethetmiş, gemileri kayadan denize indirirken aklını kullanmış, toplarıyla İstanbul’u döverken teknikten faydalanmıştır. Cemil Meriç “tarihi deliler ve dehalar yapar” diyor. Gerçekte deha ve delilik, idealine saplantı derecesinde bağlı olanlarda görülür. Fatih’in dehası ve deliliği İstanbul’u fethetme idealinde yatıyordu. Deliydi çünkü imkânsız olana kalkışıyordu, dahiydi imkânsız olanı gerçekleştiriyordu…
Fatih, İstanbul’u fethettiğinde, şehre ruhunda büyüttüğü idealinin damgasını vurmuş, bir “İslambol” şehri inşa etmiştir. Vakfiyesinde: “Asıl hüner, bir şehir kurmak ve o şehirde yaşayan halkın kalbini imar etmektir” diye belirten Fatih, Bizans’ın Kostantiniye’sini Camiler, çeşmeler, hanlar ve hamamlarıyla İstanbul’a çevirir. Aşkın bir ruh, geniş bir ufukla İstanbul’a hükmeden Fatih, idealinde büyüttüğü bu şehre kendi ruhunu üfleyerek damgasını vurmuş, idealin varolmanın vazgeçilmezi olduğunu göstermiştir.
Fatih ve fetih ruhunu kavramak, aynı zamanda bugün içinde bulunduğumuz savruluştan kurtulmak demektir. Bu anlamda Fatih bilgi ve aklın tecessüs ettiği bir kişilik, bir toplum olarak düşünülmeli, Fetih ise ulaşılması gereken ideal!