Kalabalık bir grupla Çanakkale’deyiz. Akşam vakitleri. Herkes yorgun, araçlarına binmek, koltuklarına yaslanmak, ertesi güne iyice dinlenmiş olarak uyanmak istiyor. Bir “Çanakkale Zaferi”ni anma programını daha, “başka şekilde nasıl hatırlanmalı bu ve benzeri günler” diye düşünmeye fırsat vermeden, kendince dolu dolu geçirmiş olmanın huzuru, üzerimize düşeni yaptık kayıtsızlığıyla uyumak, yeni bir güne/gündeme uyanmak.
Araçları bekliyoruz, bir yandan bir şeyler içerek. Herkes gruplar halinde bir köşede sohbete dalmış, tek başına olanlar da iki günlük yoğun programın sonunda içinde bulunduğu kalabalığın dilini çoktan sökmüş ve birilerine eklemlenmişken, elinde çay fincanı tek başına, sessiz sedasız oturan bir adam dikkatimizi çekiyor.
Kore gazisi olduğunu öğreniyoruz. Adı Abdülkadir Tavşan. Erzincanlı. Gazi olduğu için çağırmışlar onu bu programa. Çok iyi bir eğitim aldığı her halinden belli. Konuşmak ve tanışmak isteğimizi şaşkınlıkla karşılıyor. Anlatacak onca şeyi dar vakitlere sığdırmaya çalışmaya alışmış, anlatmakla bitmez diyor. Kulak veriyoruz gazinin yaşam öyküsüne, çayı soğuyor:
“Harp okulu mezunu bir subayım. Teğmenim. Çankırı’da piyade okulunu okudum. Komanda kursu gördüm. Bayburt 84. Piyade Alayı’nda takım komutanıydım. Bayburt’ta teğmen iken Kore emri çıktı. Kore tugayına katıldım. Önce Ankara’da toplandık. Sonra trenle İskenderun’a geldik. İskenderun’da bir-iki gün kaldık çadırlarda. Büyük bir Amerikan vapuru, Belçika’dan, Fransa’dan, Yunanistan’dan asker almış, (İtalya asker vermemiş sıhhiye elemanı doktor-hemşire vermişti) İskenderun’dan da bizi almıştı. 27 gün 27 gece yola devam ettik. Süveyş Kanalı’ndan geçtik. Benim okuldayken Fransızcam çok iyiydi. Ama orada İngilizce konuşuluyordu. Ben de İngilizce öğrendim. Savaş boyunca geliştirme imkânım oldu. 27 gün sonra cepheye vardık.”
“Askerlerimizin Kore’de ne işi vardı?” sorusuna yanıt vermek gerekiyor burada. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş dönemiyle Türkiye uluslararası ortamda kendini iyice yalnız bulur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetlerin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda üs ve ortak savunma talepleriyle de karşılaşınca, Sovyet tehdidine karşı müttefik arar. Batı Bloğu’na ve Amerika’ya yaklaşmaya başlar. NATO’ya girişini hızlandırmak için de başlayan Kore Savaşı’na birlikler gönderir.
Bu savaş, 1950–1953 yılları arasında, Kuzey Kore ile Güney Kore arasında başlamıştır ancak, Amerika ve Müttefiklerinin, daha sonra da Çin Halk Cumhuriyeti’nin müdahalesiyle uluslararası bir boyut kazanır. Kore Savaşı, Kuzey – Güney Kore savaşı değil, Çin-ABD savaşıdır bir anlamda.
259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişiden oluşan, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950’de İskenderun’dan hareket eder, 21 Kasım’da Kunuri’ye vararak Amerikan 9. Kolordusu’nun sağ kanadında konuşlandırılır. Kimilerimiz için “Türk gencinin kanının Amerika’ya satılması”dır bu. Neticede ise Türkiye ile Batı Bloğu arasındaki yakınlaştırmayı hızlandırmış ve 18 Şubat 1952’de Türkiye’yi bir NATO üyesi yapmıştır.
Kore Gazisi, Üsteğmen Abdülkadir Bey, Kore Savaşı’nın başından sonuna oradadır. Hem askerlerini, hem bir ayağını yitirmiş, 25 yaşında mecburen emekli edilmiştir. Askerlikten ayrıldıktan sonra, boş kalmamak, kahve köşelerinde yaşlanmamak için, zamanın Milli Savunma Bakanı Seyfi Kurtbek’in Müsteşarı olan hemşerisi tarafından bir işe yerleştirilir. İngilizce ve Fransızca bilen Üsteğmen emeklisi 25 yaşındaki Gazi Abdülkadir, Erzincan’da ordu için çalışan bir fabrikada “durumuna mütenasip” bir konumda, yönetici kadroda görev alır.
Anlattıkça anlatır o günleri, zaman zaman vaktimizi aldığını düşünerek, kendisiyle ilgili ayrıntıları hızla geçerek. O anlatmaya devam ettikçe tarihimizden bir yaprak gözlerimizin önünde canlanır adeta. Bir savaşı ders kitaplarından veya soğuk belgelerden değil de cephede bulunmuş bir insanın dilinden dinlemenin ayrıcalığını yaşatır bize gazi amca. Ezberimiz tazelenir diğer yandan, “Kore Savaşı gerçekmiş” deriz. Biz “ne işimiz vardı Kore’de” diye içten içe sayıklarken, o askerlerin kahramanlıklarını ve savaştaki yararlılıklarını heyecanla aktarır:
“Savaş bitinceye kadar 22 bin askerimiz gitti oraya. Bir tugayda 5.000 kişiydik. Devir değişikliği oldu tabi, yorulanlar gitti yerine yeni askerler geldi. Toplam 22000 askerimiz katılmış oldu. Sonra ateşkes ilan edildi. 2 km onlar geri çekildi. 2 km de birleşmiş milletler güneye çekildi. Galip-mağlup belli olmadı. Epey uzadı.
Komünist olmuş Kuzey Kore. Rusya da destek veriyor bu yüzden. Celal Dora vardı alay komutanı. O süngü tak diyor. Biz angaje ediyoruz komünistleri. Bizim sayemizde Yunanlılar, Hollandalılar, Belçikalılar, İngilizler, Amerikalılar hepsi kaçıp kurtuluyor. Tabi çok zayiat verdik. 800 şehit verdik, 1247 de yaralı. Başımızda Amerikalı bir general vardı. Ona bağlıydık. Biz çok iyi mücadele verdiğimiz için keşif muharebelerinde de görevlendirildik. Ben de bizzat oradaydım. Esir getirirdik. Esirlerden malumat alırdık. Süngü muharebesi yapardık. Tabi yaralanan da oldu şehit de verdik. Bu süre içerisinde Birleşmiş Milletler generali bakıyor ki bu kızıl Çinliler yenilmez değiller. Cesaret geliyor. Birleşmiş Milletler taarruza geçiyor. Buna Chogukhaebang chŏnjaeng deniyor. 25 Ocak 1951 yılında oluyor bu.”
Kıbrıs’a da gidecektim ama mayında ayağımı kaybettim. Keşif muharebeleri sırasında araziyi gezerken mayına çarptım. Ayağımı bastığım gibi infilak! Alevlerin dumanın içinde kaldım. Yere düştüm ama kendimi kaybetmedim. Askerlerim hemen geldiler. Kemerlerini açtılar. Dizimden bağladılar. Telsizle tugaya haber verdiler. “Takım komutanımız yaralandı sedye gönderin” diye. Sıhhiye erleri sedye getirdiler. Serum falan verdiler sonra da hastaneye havale ettiler. Gözümü bir açtım ki hastanede, zenciler, Araplar hep beraber yatıyoruz. Bizi oradan Tokyo’ya gönderdiler. Tokyo’da birleşmiş milletlerin hastanesinde kaldık. Ayağımı orada temizlediler, diktiler. Şimdi bilekten kesik. Ayakkabının içine giren kısım hiç yok. Bir yumruk gibi, onun üzerine basıyorum. Tabi dizim sağlam olduğu için yürüyebiliyorum, bisiklete binebiliyorum.
“Savaşlar devam ediyor ama galip-mağlup belli olmuyordu bir türlü” diyordu gazi amcamız. Kayıpları, bir savaş yıkıcılığında yitirilenleri anlatıyor, her seferinde anlatmakla bitmez diye tekrarlıyordu. Eğitimli bir asker olmasından mı yoksa yüzyıllardır yaşananları, bir anda alevlenip sönen savaşları, barışları kanıksadığından mı bilinmez, sorgulamıyor, şikâyet etmiyordu. Savaşlar da en az gazi amca kadar gerçekti ve kaçınılmazdı ama onları asıl üzen tüm yaşadıklarının, yitirdiklerinin ardından bir figüran gibi algılanmaktı.