GELİBOLU’YU ANLAMAK

1917 – Hollywood’un Birinci Dünya Savaşı ile İmtihanı (Tuncay Yılmazer)

Tarihler 6 Nisan 1917 yi gösterirken Batı Cephesi’nde Arras bölgesinde cephe gerisinde istirahatte olan  Onbaşı Schofield (George MacKay) ve Onbaşı Blake (Dean Charles Chapman) General Erinmore’un (Colin Firth) karargahından çağırılırlar.Verilen görev hiç de sıradan değildir. Almanlar ön hat siperlerini boşaltmış görünmektedir. Ancak bunun taktik ve tuzak bir çekilme olduğu ortadadır. Kendilerinden 9 mil kadar uzakta olan ikinci tabur yarın sabah hücuma geçeceği haber alınmıştır. Telefon hatları kesik olduğundan ikilinin zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkıp birliğe ulaşması ve 1600 kişinin katliamıyla sonuçlanacak bu saldırıyı durdurması gerekmektedir. Görevi daha kritik hale getiren başka bir nokta da Blake’in teğmen ağabeyi de sözkonusu taburdadır. İkili tüm korkunçluğu ve kasvetiyle yansıtılan ara bölgeye çıkarlar. Onları zorlu bir yolculuk beklemektedir.

 

Skyfall ve Spectre gibi James Bond filmlerinden tanınan Yönetmen Sam Mendes’in Birinci Dünya Savaşı’na katılan dedesinin anılarından  yola çıkarak beyazperdeye aktardığı “1917” yapımcıların uzun süredir ilgilerini esirgediği, geçtiğimiz yıl sadece Peter Jackson’un savaş sırasında çekilmiş filmleri renklendirmesi ve seslendirmesiyle ortaya çıkan “They Shall Not Grow Old” ile hatırlanan Birinci Dünya Savaşı’na yeniden gösterişli bir geri dönüşü gösterebilir mi? Bunu zaman gösterecek. Film beklendiği gibi özellikle sosyal medyada tartışmalara yol açtı. Askeri tarihçilerin bir kısmı “1917” nin Birinci Dünya Savaşı Batı cephesi’nin geri planını olağanüstü görselliğiyle yansıttığını belirtirken sıradan bir savaş filmi olduğunu, vakit geçirmek için izlenebileceğini yazanlar da oldu. Her tarih filmindeki gibi seçilen dönemle karşılaştıranlar, tarihi gerçekliğe uymadığını yazanlar da vardı.

 

Anıları filme konu olan Alfred Mendes 16 yaşında orduya katılmış. Birlikler arasında haberci olarak görev yapmış. Mendes dedesinin siperlerdeki çamuru hatırlaması nedeniyle ellerini sürekli yıkadığını , birkaç duble rom içtikten sonra kendisini etkileyen Birinci Dünya Savaşı anılarını paylaştığını belirtiyor.

 

Bu gibi filmleri değerlendirmede tarihi arka planı gözden geçirmekte fayda var.  1917 Birinci Dünya Savaşı’nın özellikle Batı cephesi siper muharebelerinin tüm şiddetiyle sürdüğü, tarafların derin siperlerde , bir kaç tel örgü hatlarıyla korunan derin siperlerde birbirlerini kolladıkları zaman zaman da yoğun makinalı tüfek ve topçu bombardımanına karşı hücuma kalkıp binlerce ölü ve yaralı verdikleri dönem. Arras civarında Almanlar Şubat ve Mart 1917’de  “Operasyon Alberich”adı verilen 15-20 mil arasında değişen taktik bir geri çekilmeyle cepheyi Hinderburg hattına almışlar,   kuvvetten daha fazla tasarruf etmişler, savunma hatlarını da daha da güçlendirmişlerdi. Terkettikleri siperleri bubi tuzakları ile donatmayı, köy ve kasabaları da yakıp yıkmayı da unutmadan… Filistin Harekatından tanıdığımız General Allenby’nin 3.Ordu’su ise bu bölgede 9 Nisan’da büyük bir harekat başlatmış ancak ağır kayıp vermişti.

 

Tarihi filmlere meraklı sinema seyircisi; bir ağabeyin savaş alanından kurtarılması konusuyla Steven Spielberg’in “Er Ryan’ı Kurtarmak” ya da bir habercinin son anda hücumun yapılmasını karargahtan haber getirerek engellenmek istenmesi gibi Peter Weir’in “Gelibolu” filmini (özellikle son sahnede fazlasıyla!) çağrıştırdığını farkedecektir. Ancak “1917” bu ikisinin de tabiri caiz ise ruhunu taşımaktan uzak. Dialoglar zayıf.  Er Ryan’ı Kurtarmak’taki “Bir kişi için bunca kişinin canını tehlikeye atmaya değer mi?” ya da Gelibolu’daki gibi “İngilizler yerine Çanakkale’de bizler(Avustralyalılar)  kurban ediliyoruz” gibi bu tip filmlerde rastladığımız sorgulamalar son derece yüzeyel geçilmiş ve etkileyici değil. Operation Alberich’e baktığımızda ilgili bölgelerde böyle bir olayın gerçekleşmesi çok mümkün görünmüyor.  Ancak hakkını teslim etmek gerekir ki, bu eksiklikler/hatalar muhteşem bir görsellik ile dengeleniyor. Sürekli çekimle seyirci kahramanların yaşadığı heyecana ortak ediliyor. Bu bile filmin Birinci Dünya Savaşı’nı ileri sinema tekniğiyle en iyi yansıtan film yapmaya yetebilir. Öyle ki; özellikle Batı Cephesinin Arras bölümünü içeren çamur denizi haline gelmiş,  kraterlerle dolu insansız bölgede tel örgülerin, hayvan leşlerinin, ayağı-bacağı kopmuş, çamur içerisinde iskelete dönmüş cesetlerin arasında yapılan yolculuk, arkadaşına kaybettikten sonra yanmış yıkılmış bir kasabanın içerisinden gündoğarken hücum edecek tabura yetişme çabası ve kuşkusuz sinema tarihinin en etkileyici final sahnelerinden biri olmaya aday son sahne tüm zaafları kapatıyor. 1917  “Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” ya da “Paths of Glory” değil kuşkusuz. Mesajını daha çok görsellikle vermeye çalışmış şu dönemin ruhuna uygun bir film.  Bunda da bir hayli başarılı olduğu söylenebilir.

 

Çuvaldızı birazda kendimize batırmak gerekli. Yapımcılarımızın Birinci Dünya Savaşı herhangi bir dönemini konu alan tarihi film çekme konusunda ilgisizliği, isteksizliği üzücü. Hamaset ve propaganda içeren filmlerin kalıcı olmadığı ortada. Oysa sadece birkaç Birinci Dünya Savaşı anısı okunsa bile bunun filmi muhteşem olur, ülkemizde de ilgi görür dünyada da. İhtiyat Zabiti Faik Tonguç’un Tifüs’ün vurduğu, evlerinin pencerelerinden bile cesetlerin sarktığı Narman’a birliğiyle girdiğindeki duyguları henüz daha beyazperdede göremedik. Şevket Süreyya’nın milliyetçi bir gençten Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik sürecinde idealist bir Bolşevik’e dönen Suyu Arayan Adam’ın , Irak cephesinin her türlü zorluğunu yaşayan, lafını hiç esirgemeyen, aynı cephedeki eniştesine verilen cezaya ve yardım edemeyip şehit olmasına kahrolan Yüzbaşı Selahattin’in,  Medine’de aylarca Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın bedevi kuvvetlerine karşı direnen, askerlerine çekirge yediren Fahrettin Paşa’nın, Kerevizdere’de günlüğüne şehit olmadan hemen önce not düşen İbrahim Naci’nin, Diyale nehrinden birliklerini geçirmek için Hanikin kasabasındaki tüm kapıları pencereleri zorla toplayıp köprü yaptıran Ali İhsan Sabis Paşa’nın öyküsü daha anlatılmadı. Savaşta giderek ateizme kayan ihtiyat zabiti İsmail Hakkı Sunata’dan daha da dindarlaşan Binbaşı Mehmet Hilmi Bey’e sayısız insan öyküsü beyazperdede yansıtılmayı bekliyor. Umarım “1917” yapımcılarımızdaki bu isteği tetikler!

 

Bu yazı daha önce #tarih dergisi Şubat 2020 sayısında yayınlanmış, editör izni alınarak siteye konulmuştur.

2.175 okunma

Bir düşünce üzerine “1917 – Hollywood’un Birinci Dünya Savaşı ile İmtihanı (Tuncay Yılmazer)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir