GELİBOLU’YU ANLAMAK

Balkan Harbi’nin Toplumsal-Siyasal ve Ekonomik Etkileri -1( Sacit Kutlu )

Balkan Harbi, 20. yüzyılda ulusların kullanacakları pek çok savaş tekniğinin, stratejisinin ve taktiğinin ilk kez uygulandığı bir savaş olmuştu. Almanya’nın ve Fransa’nın ürettikleri seri atışlı toplar ve şarjörlü tüfekler ilk kez bu savaşta denendi. Siper harbi konsepti de ilk defa Balkan Harbi’nde gündeme geldi. Savaşın ilk haftasında olaylar çok dramatik ve hızlı bir seyir izlemişti. Takip eden üç hafta boyunca taraflar bütün gayretlerine rağmen bulundukları yerlerden ilerleyemediler.  Tutundukları hatlar kalıcılaştı. Osmanlı ve Bulgar orduları Çatalca siperlerinde aylarca karşılıklı beklediler.


Gerek Bulgar, gerekse Osmanlı Ordusu ilk kez bu savaşta, az sayıda ve etkisiz de olsa, Batılı devletlerden satın aldıkları savaş uçaklarıyla havadan bombardıman yaptılar. Bulgar uçakları Osmanlı uçaklarına göre daha etkili olarak kullanıldıysa da, savaşın kaderini belirleyecek güçte değillerdi. 1913 Şubat ayında Osmanlı Ordusu’nun yaptığı Şarköy çıkartması, deniz, kara ve az sayıda da olsa hava kuvvetlerinin bir arada kullanıldığı amfibik bir savaşın ilk örneğiydi. Ancak gerekli koordinasyon oluşturulamadığı için harekât başarısız olmuştu.


Balkan Savaşı’na girerken Bulgar Çarı Ferdinand Balkan müttefik ordularını güçlendirmek, Batı’nın maddi ve manevi desteğini almak vb. amaçlarla Haçlı Seferleri düşüncesini diriltmek istemişti. Onun formüle etiği Hilâle karşı Haç söylemi Batı basını tarafından kolayca benimsendi ve her olasılıkta vurgulandı. Cephelerde yaralı Osmanlı askerleri, ‘esir almama’ sloganı ile öldürüldüler. General Dimitriev’in yayınladığı, “Yaralılar veya esirler nakle engel oluşturacaklarsa, bu engelleri tasfiye edecek kesin tedbirleri alın” emri kadar Çar Ferdinand ve Kral Peter’in bu doğrultudaki sözleri de benzeri uygulamalara sıkça başvurulmasına yol açtı.


Fakat Balkan Savaşı’nda en az savaşan ordular kadar, belki daha fazla, acıyı ve dramı canına, ırzına ve malına saldırılan, yerinden göçertilen sivil halklar yaşadı. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan beri Balkanlar’da Müslüman varlığına son vermek için başvurulan yöntemler tekrarlandı. Osmanlı-Rus Savaşı’nda bu işlevi Kazaklar, Balkan Harbi’nde Bulgar komitacılar, Sırp Çetnikler ve Yunan çeteler gördüler.


93 Harbi’nde “Kazaklar geliyor” sözleri dahi Müslümanları yollara dökmeye yetmişti. Otuz yıl sonra bu canhıraş feryat “Bulgarlar geliyor”a dönüştü. Göçe zorlananların bir kısmı, kısa süre önce Kırım’dan ve Kafkasya’dan kaçıp Osmanlı Rumeli’sine sığınan Tatarlar ve Çerkesler idi. Düzenli ordular harp ederken Bulgar, Sırp, Yunan çeteler cephe gerisindeki köylerdeki, kasabalardaki ve şehirlerdeki Müslüman ahaliyi öldürdüler veya yerlerinden sürdüler. Balkan Harbi’nde Müslüman sivil halka yönelik uygulamaları tenkit eden bir Fransız’a Bulgar muhatabı, “Türk nüfusun ülkede kalma arzusunu kırmak için Makedonya’yı geçici olarak çetelerin egemenliğine bırakmayı tercih ettikleri”ni söylemekte mahzur görmedi.   Kaybedilen topraklardaki Yahudiler de Müslümanların yazgısını paylaştılar. Aynı şekilde katledildiler, tecavüze uğradılar ve sürüldüler. Camiler ve havralar aynı şekilde kirletildi ve tahrip edildi. Selânik’e giren Yunan orduları Müslümanlardan çok Yahudi katliamı yaptılar.


Bulgarlar, ele geçirdikleri topraklarda yaşayan, Ekümenik Fener Patrikhanesi’ne veya Ulusal Yunan Kilisesi’ne bağlı olan Ortodoksları Bulgar Eksarhlığı’na geçmeye zorladılar. Kiliseler arasında öğreti ve inanç ilkeleri bağlamında çok az fark vardı. Asıl fark din büyükleri örgütündeydi. Bu nedenle Bulgarların diğer Ortodokslar üzerindeki zorlamaları fazla bir güçlükle karşılaşmadı. Kilise değiştirenlerin başa çıkmaları gereken asıl güçlük, bu değişimle birlikte “yeni bir ulusal kimliği kabullenme” zorunluluğundan doğuyordu. 


    Bulgarlar Müslüman Türkler ile Slav dili konuşan ve Rodop dağlarında yaşayan Müslüman Pomakları da din değiştirmeye zorladılar. Esasen 1885’de Doğu Rumeli Vilâyeti ile birleştikten sonra Bulgar yönetimleri, Bulgaristan’daki Müslümanların ve özellikle Pomakların “Osmanlı döneminde zorla Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” oldukları savıyla yeniden “Hıristiyanlaştırılmaları” ve “Bulgarlaştırılmaları” yönünde hızlı adımlar atmışlardı. Yunanlılar da Bulgarlar gibi Batı Trakya’da Batı Rodoplar bölgesinde yaşayan Pomakların aslında Yunan asıllı olduklarını iddia ettiler. Buna karşılık Osmanlılar Pomakların Kuman Türkleri’nin soyundan geldiklerini ve Türk asıllı oldukları tezini savundular. Bulgaristan, Balkan Harbi sırasında ve sonrasında bu yöndeki çabalarında fazla başarılı olamadı. İstanbul Anlaşması’ndan sonra Pomakların eski Müslüman isimlerini geri almalarına izin verildi.


    Bulgarların işgal ettikleri yerlerdeki sivil halka uyguladıkları eylemlerin benzerlerini, paylaşım nedeniyle çıkan 2. Balkan Savaşı’nda müttefik ülkeler birbirlerinin halklarına reva gördüler.  Bükreş Anlaşması’ndan sonra ele geçirdikleri Makedonya topraklarında yürürlüğe koydukları denasyonalizasyon politikalarıyla hızlı bir Yunanlaştırma, Sırplaştırma ve kilise değiştirme atağına giriştiler. Direnenlere karşı sert yöntemler uyguladılar. 500 000 kadar Bulgar Bulgaristan’da kalan küçük Doğu Makedonya’ya veya doğrudan Bulgaristan’a göçtü. Birinci Balkan Harbi’nde en fazla göçü İstanbul, İkinci Balkan Harbi’nde ise Bulgaristan aldı.


Balkan Harbi’nde sivil Müslüman ahalinin maruz kaldığı muamelenin en önemli nedeni, Balkan devletlerine egemen olan ‘dışlayıcı milliyetçilik ideolojisi’ idi. Balkan Savaşı’nın ardından aynı ideoloji Osmanlı toplumunu da etkiledi. İttihad ve Terakki Cemiyeti önderlerinin çoğu Balkan mağlubiyetinin asıl suçlusu olarak gayri Müslimleri görüyordu. Balkan Harbi’nin ardından devletin Hıristiyan nüfustan ve onların yol açtıkları problemlerden kurtulduğuna nerdeyse sevindiler. Yeni hedeflerini, Goltz Paşa’nın daha önce önerdiği gibi, Edirne ile Halep arasındaki coğrafyada tutunmak olarak belirlediler. İttihad ve Terakki Cemiyeti Osmanlıcılık ideolojisini neredeyse tamamen terk etti. Buna karşılık gerek yönetimde, gerekse toplumda Türkçülük akımı güçlendi.


 


Balkan Harbi’nde Müslüman halkın yaşadıkları, Batı Avrupa toplumlarında Osmanlı Devleti lehine bir kamuoyu yaratmanın önemini gündeme taşımıştı. Makedonya’yı işgal eden Bulgarların Müslüman-Türk sivil ahaliye uyguladıkları saldırıları ve katliamları duyurabilmek amacıyla, eğitimci Ahmet Cevat Bey’in (Emre) öncülüğünde Satı (el Husri) ve ağabeyi Bedi Nuri, İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) ve Ahmet Ferit (Tek) 1913 yılı başında İstanbul’da “Balkan Mezâlimi Neşr-i Vesâik Cemiyeti”ni kurdular. Ferit Bey, sahibi olduğu İfham gazetesinin Cağaloğlu’nda bulunan idarehanesini cemiyetin çalışmalarına tahsis etti. Milli Meşrutiyet Fırkası ve onun yayın organı olan İfham Gazetesi, 1912 Aralık ayında “İstihlâk-i Milli Cemiyeti”nin kuruluşuna da destek vermiş, Sirkeci ve Sultanhamam’da yerli malı tanıtımı yapan otuza yakın mağazanın ve terzilik mekteplerinin açılmasına ön ayak olmuştu.


Darülmuallimin ve darülfünunda eğitim gören gönüllü gençler bu girişime aktif destek verdiler. Cemiyet, görgü tanıklarının anlattıklarını rapor haline getirdikten sonra İstanbul’da yayınlanan gazetelere iletti. Raporlarda, Müslümanlarla birlikte kıyıma uğrayan Yahudi ve Rum ahalinin yaşadıkları da yer alıyordu. Raporların Fransızca tercümeleri, “Les atrocités des coalisés balkanique” (Balkan müttefiklerin katliamları) adı altında, Beyoğlu’nda neşredilen Jeune Turc dergisinde yayınlandı. Raporlar İngilizce’ye ve Macarca’ya da tercüme edildi. Serez (Siroz) Katliamı, Ustrumca- Kavala- Pravişte- Dedeağaç- Pürsıçan- Çalıbaşı- Gümülcine- Doyran- Sarı Şaban- Tikveş- ve Avrethisar Fecayii (faciaları) adıyla 10’dan fazla rapor hazırlandı.


Ahmed Cevat (Emre) ve Neşr-i Vesaik Cemiyeti, Londra Konferansı’nın sonucunun beklendiği günlerde, Balkan Harbi’nde yaşanan fecaatlar, Müslüman ahalinin ve esir Osmanlı askerlerinin maruz kaldıkları kötü muamele ile ilgili yazıları, şiirleri, tercüme yazıları vb. “Kırmızı Siyah Kitap” isimli bir kitapta topladılar. Aynı dönemde başta Balkan Harbi’ni izlemek üzere gelen yabancı harp muhabirler ve Batı’lı ataşemiliterler olmak üzere bölgede bulunan konsolosların, diplomatların, rahiplerin ve rahibelerin Balkan Mezalimi Neşr-i Vesâik Cemiyeti raporları ile paralellik gösteren anıları veya raporları yayınlandı. Ancak Ahmet Cevat Bey’in ifadesine göre Batı kamuoylarının ilgisi yeterince çekilemedi. 


1870 yenilgisini Prusya’nın eğitim sistemindeki üstünlüğü ile açıklayan Fransız aydınlarına benzer bir şekilde Osmanlı münevverleri de Balkan felâketinin nedenlerini, siyasal ve askeri gerekçelerin yanında, Osmanlı eğitim sisteminin zafiyetinde aradılar. Edhem Nejad, İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) ve İbrahim Hilmi (Çığıraçan) gibi pek çok öğretmen, eğitimci, yayıncı vb. ‘dünkü tebamız’ olan Balkan devletlerinin nitelikli ve vatanseverlik duygusu aşılayan eğitim sistemini öven yayınlar yaptılar. Bismarck’ın Sedan galibiyetinden sonra söylediği “bu zaferi kazanan Alman öğretmenleridir” sözleri ön plana çıktı. Balkan uluslarının başarıları askeri nedenlerden çok onların eğitim sistemlerinin üstünlüğüne bağlandı.


Eğitimci Satı Bey’in ve Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin çabalarıyla “dinine bağlı, milliyetini tanır, meşrutiyete ve vatanına sadık” eğitimli ve aydın vatansever çocuklar ve gençler yetiştirmeye, ortak bir Osmanlı kimliği çevresinde entegrasyonu sağlamaya yönelik uygulamalar yürürlüğe konuldu. Tedrisât-ı İbtidâiye Kanun-ı Muvakkati (ilk öğretim geçici kanunu) kabul edildi. Osmanlı tarihi ve coğrafyasının yanında Malumât-ı Medeniye (Yurttaşlık Bilgisi) dersleri müfredat programına dâhil edildi.


 


 


( Bu makalenin 2. bölümü gelecek hafta yayınlanacaktır. )


 

29.656 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir