1. Giriş
Büyük savaş veya diğer deyişiyle Birinci Dünya Harbi, yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu topraklarda (Balkanlar, K.Afrika ve Arap Yarımadası) oluşan egemenlik boşluğunu doldurmak üzere girişilen stratejik mücadelelerin tepe isimlendirmesiydi. Her ne kadar Balkanların yeniden şekillendirilmesi 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde başlamışsa da Afrika ve Arap Yarımadasındaki kazanın kaynaması 20’nci yüzyılı bulacaktı. Bu gecikmede, Osmanlı’nın kutsal topraklara olan bağlılığı ve hakimiyeti ile birlikte, Avrupa Devletlerinin henüz önünü görememesinin de payı olduğu bir gerçektir.
Harbin hemen öncesi Bab-ı Âli’de darbeyle devlet yönetimine el koyan genç ve tecrübesiz İttihat ve Terakki Partisi, harpte kimlerle ittifak kurması gerektiği yönünde stratejik bir miyopluk yaşamış; ittifak arayışlarındaki strateji ve prensip yokluğu ile öngörüsüzlük sonucu, uzun yıllardır ordu nezdinde iç içe geçtikleri Almanlarla ittifak kurmayı seçmiş veya buna zorunda kalmışlardı.
Osmanlı bürokratik eliti ve tüm devletler, Osmanlı Devleti’nin 1699 Karlofça Antlaşmasından beri 200 yıldır süregelen gerileme döneminin final safhasının 1912-1913 Balkan Harbi ile birlikte geldiğini hissetmekteydi. Balkan Harbi, yıkılan bir devletin sadece toprak kaybını ifade etmiyordu. Balkan Harbi; ekonomik gücün sınırlı olduğunu, kalkınmanın ve üretimin olmadığı gibi her alanda çağın gerisinde kalındığını, bayındırlık yatırımlarının gerilerde kaldığını, siyasetin ülkeyi kutuplaştırdığını ve kayırmacılığın ordu dahil her alana nüfuz ettiğini, bilim ve tedrisatın taassubiyete kurban edildiğini de göstermekteydi. Bu dönemi anlayabilmek için o dönemde yaşamış ve çuvaldızı kendimize batırmayı başarmış aydınlardan Tüccarzade İbrahim Hilmi Efendi’yi mutlaka okumak gereklidir.
Kasım 1914’te, millî gayelerden ziyade Almanların büyük stratejisi (Grand Strategy) doğrultusunda cihat ilan eden ve karşılığını çok cılız bulan Osmanlı Devleti, ilk şokunu Ocak 1915’te Sarıkamış Harekâtı’nda yaşamıştır. Çanakkale’de ve Kut-ül Amare’de elde edilen başarılar, Sarıkamış faciasını baskılayıp Osmanlı’ya moral vermiş olsa da, bu bölgesel başarılar devletin toprak bütünlüğünü korumaya yetmeyecektir. Zira binlerce şehit verdiğimiz ve kaynak sarf ettiğimiz bu başarılar, Osmanlı’ya ait bir büyük stratejinin parçası değildi. Osmanlı Devleti’nin olmayan bu büyük stratejisi, tek başına bir başka makale konusu olup sadece 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Eylül 1917’de Enver Paşa’ya hitaben yazdığı ve gerçekleri/ihtiyaçları tüm çıplaklığıyla aktardığı raporunun tam da bu konuya parmak bastığını söylemekle iktifa edelim.
Osmanlı’nın strateji yoksunluğunun bir sonucu olarak dokuz cephede neredeyse eşzamanlı yürüttüğü harp, ne kuvvet tasarrufu yapmaya, ne siklet merkezi oluşturmaya ne de başarıların bir sonuç vermesine izin vermiştir. Sarıkamış’ta kış şartlarına, Galiçya’da yardım/boy gösterişine, Çanakkale’de Liman von Sanders’ın savunma planına ve İran’da Turancılık akımlarına kurban edilen şehitler ve sarf edilen kaynaklar, rasyonel bir sonuç olarak askerî gücün ciddi anlamda zayıflamasına yol açmış; Erkan-ı Harbiye karargâhında samimiyetle çalışan ve harekât planları yapan bir avuç kurmayın da elini kolunu bağlamıştır.
Harbin ortalandığı 1916’nın sonlarına doğru, genel resim içinde Osmanlı Devleti’nin itibarî varlığı üç cephede kilitlenmişti: Kadim rakip Ruslarla Kafkas cephesi, dönemin süper gücü İngilizlerle Irak cephesi ile Suriye-Filistin Cephesi. Bu çalışmada, Suriye-Filistin cephesindeki Gazze-Birüssebi muharebeleri ve Kudüs muharebeleri ile ilgili bazı önemli hususlar ele alınmıştır. Makalede aktarılan hususlar, sayın Tuncay Yılmazer’in “Filistin’de 100.Yıl/Birüssebi Muharebeleri – Kudüs Düşmeden Önce”[1] ve “100.Yılında Kudüs’ün Düşüşü – Elveda Zeytindağı”[2] makaleleri okunmayı müteakip tespit edilen ilave katkıları içermektedir.
Gazze-Birüssebi ve Kudüs muharebeleri özelindeki hususlara geçmeden önce bir tespiti bu noktada yapmakta fayda vardır. Gazze ve Birüssebi hattı, coğrafî konumu gereği stratejik savunmaya geçmiş Osmanlı Devleti için son kritik hattır. (Harita)
Önündeki Sina Çölü ve sırtındaki Kadim Kudüs şehri, bu hattı askerî tabirle “elde bulundurulması gereken son hat” haline getirmektedir. Bu hattın aşılması, “yalnız Kudüs”ün kaderiyle baş başa kalması demektir. Kudüs ise üç semavî dinin ortak bir alanda birleştiği, dünyada bir başka benzeri bulunmayan stratejik bir hedef ve kırılma noktasıdır. Buranın ele geçirilmesi, Kudüs’ten Halep’e kadar devasa arazinin elde bulundurulmasını da hemen hemen gereksiz kılmaktadır. İskenderiye’den başlayan, Kudüs’ten geçen ve Mardin-Şanlıurfa’ya uzanarak Mezopotamya ile birleşen kadim bölge, tarih boyunca elde bulunduran devletler için bir nişane olmuştur.
Büyük harp başlayıp Avrupa cephesindeki muharebelerin kısa sürede statik bir hal alması sonucu Almanlar, Osmanlı Devleti’ni Süveyş Kanalına bir harekât yapmaya ve İngilizlerin bu cepheye ilgisini ve kuvvetini kaydırmaya teşvik ve mecbur etti. 1916 yılının sıcak Temmuz ve Ağustos aylarında Sina Çölü’nü geçip Kanal’a karşı yapılan zayıf Osmanlı taarruzu sonucunda Osmanlı Ordusu ileri hatları ile Refah’ta, ana kuvvetleri ile Gazze-Birüssebi hattında savunma düzenine geçti.
Mısır’da hakimiyetini devam ettiren İngilizler ise Osmanlı’nın başarısız kanal harekâtından istifade etmek ve Filistin’i işgal ederek Yahudilere verdikleri yurt edinme sözünü tutmak maksadıyla, Gazze hattına bir dizi saldırıya geçti. Birinci Gazze Muharebesi 26 Mart 1917’de ve İkinci Gazze Muharebesi 17 Nisan 1917’de gerçekleşmiş; her iki muharebede de Osmanlı Ordusu’nun başarılı savunması sonucu İngilizler mağlup olmuştur. Yenilgilerin faturası İngiliz komutan General Murray’a kesilmiş ve görevinden alınarak yerine General Allenby görevlendirilmiştir. Önceki yenilgilerden ders çıkaran Allenby ise önemli bir hazırlık sürecinin ardından 31 Ekim 1917’de Gazze-Birüssebi hattına üçüncü kez taarruza geçmiştir. Makalenin devamında, üçüncü Gazze ve Birüssebi Muharebesi ve onu takip eden Kudüs Muharebesi ile ilgili tespitler yer almaktadır.
2. Gazze – Birüssebi Muharebeleri Üzerine Tespitler:
– Yıldırım Orduları Grubu, kaybedilen Bağdat şehrinin tekrar alınması üzerine kurulmuş, ancak harekât gerçekleştirilememiştir. Almanların ve Enver Paşa’nın rasyonel olmayan Bağdat’ı kurtarma sevdası, sansüre rağmen bir süre sonra duyulmuş Sarıkamış faciasının ardından kazanılan Kut-ül Amare Zaferi’nin toplumdaki moral etkisini beslemek/öldürmemek için hesapsızca alınmış bir karar görüntüsü vermektedir. Bu sevda, Filistin cephesine tedbir alınmasına da engel olmuştur.
– Enver Paşanın “Çanakkale’de Liman von Sanders Paşa ile, Irak’ta von der Goltz Paşa ile olduğu gibi bu sefer de Falkenhayn Paşa ile sorunu çözme” çabası, Balkan Harbi sonrası ordudan yapılan ihraçlar ve tasviye-i rütbe kanunu ile nitelikli personel kaybının Osmanlı Ordusu’nu ciddi anlamda sıkıntıya soktuğunun da bir işaretidir.
– Osmanlı Ordusundaki Alman komutanların Türk teşkilat yapısı içerisinde yaptığı her dikkat çekici hareketi değerlendirirken, onların Alman Silahlı Kuvvetleri içerisindeki kariyerlerine ve Alman generaller arasındaki rekabete bakan yönünü de eşzamanlı incelemek gerekmektedir. Yıldırım Ordular Grubu komutanı Falkenhayn’ın Bağdat’ı tekrar ele geçirme sevdasında, Verdun’da kaybettiği şahsi imajı toparlama kaygısı da bulunabilir. Zira Almanlar için Osmanlı cephesi, rütbe ve ün açısından kısa sürede mesafe katetme imkanı sağlamaktaydı.
– Falkenhayn’ın kurduğu Alman ağırlıklı Yıldırım Ordular Grubu karargâhı, aslında Almanların Osmanlı’yı artık hemen hiç önemsemediğinin ve sömürgeleştirmeyi başlatmak istediğinin ilk rasyonel işaretiydi. Bu karargâh yapılanması, Almanların sömürge düzenine geçiş için Osmanlı’da yaptıkları bir nabız yoklaması da sayılabilir.
– Mustafa Kemal Paşa ile Falkenhayn arasındaki anlaşmazlıklar ve diğer hususların da etkisiyle Mustafa Kemal Paşa’nın 7.Ordu Komutanlığından istifa etmesi ilk bakışta cephedeki bir ordu komutanı için yadırganabilecekken; dönemin şartları, ilişkiler ve paradigmalar dikkate alınınca bu istifayı makul ve gerekli kılan hususları görmek mümkündür:
* Balkan Harbi sonrası niteliğine ve hizmetine bakılmasızın rütbelilerin tasfiyesi ve atamalardaki siyasî, kayırmacı ve keyfî ortamın varlığı,
* Tasfiyeler sonrası başlayan ve Kurtuluş Savaşı sonuna kadar devam eden paşalar arası rekabet, İttihat Terakki çatısından taviz verilmemesi,
* İttihat ve Terakki “Partisinin” ordudaki etkinliği nedeniyle tüm silahlı kuvvetlerde artan yozlaşmanın ve Almanların, orduda hakkıyla görev “gerçek zabitler” üzerindeki olumsuz etkisi,
* Bu istifa ile Cemal Paşa üzerinde bir baskı oluşturma ve Enver Paşa’dan fikren koparma ve yanına çekme çabası olarak ifade edilebilir.
– Arabistan Yarımadası’nın kaderini tayin etmeye aday olan ve Haziran 1917’de Halep’te yapılan komutanlar toplantısı, doğru kararların alınması için bir fırsat ve istişare imkanı sağlayabilecekken, daha çok alınmış kararların komutanlara bir diktesi gibi geçmiştir. Beyin fırtınası yapılamadığı için Filistin Cephesinin daha önem kazanacağını da öngörülememiştir. Bu toplantının akabinde 5-6 ay boyunca Bağdat’a harekât üzerine tartışmalar olmuş; İngilizlerin bir harp hilesi olarak kasıtlı düşürdükleri Gazze planları da komutanları bir süre kararsızlığa düşürmüştür. Bu boşluk dönemde İngilizler harekât hazırlığı yaparken, Osmanlı Ordusu ne tertiplenmeyi ne de yığınaklanmayı başaramamıştır.
– Filistin cephesinde (Cemal ve M.Kemal Paşaların da düşündüğü gibi) güçlü savunma yapılması ve siklet merkezi oluşturulması gerekirken, Bağdat’ı ele geçirme sevdaları Almanların millî stratejilerine kurban olmuştur. Bu hatadan bugüne çıkarılacak çok fazla ders bulunmaktadır. Cemal Paşa bunu şöyle ifade eder: “Birinci Dünya Harbi’ne girişimizden itibaren, strateji bakımından yapılan hataları gözümün önünden geçiriyordum. Önce Kars’ı ele geçirmek düşüncesiyle Aralık 1914’te yapılan Sarıkamış taarruzu (Doğu Cephesi), Kafkas Ordumuzun (3.Ordu) tamamen elden çıkmasına neden olmuş, bir daha aynı kudret ve kuvvete sahip olarak teşkil edilememiş olan bu ordu, Erzurum’u savunamayarak Ruslar’ın eline geçmesine neden olmuştu. Sonradan düşmanın Çanakkale’den çekilmesi üzerine, 2 ve 3.Ordular tarafından girişilen Erzurum’un geri alınması hareketi, Erzincan’ın düşmesine sebep olmuştu. Kut-el Amara’daki İngiliz Ordusunun esir edilmesinden sonra, Irak Ordusunun bir kısmının alınarak (13. Kolordu)İran’da fetihler icrasına memur edilmesi, neticede Bağdat’ın düşmesine sebep olmuştu. Şimdi de Kudüs, Filistin ve belki bütün Suriye’nin düşmanın istilasına maruz kalmasına (işgal etmesine) neden olacaktı…”
– Miralay İsmet (İnönü)’in Birüssebi’yi istenilen ölçekte savunamaması ve Gazze’yi savunmakla görevli von Kress’in şehri terkte gösterdiği kolaycılık taktik açıdan sorgulanması gereken muharebelerdir.
– Ortadoğunun çöllerinde ve kurak arazisinde, “kritik arazi arızaları” yüksek tepelerden ziyade su kaynakları ve onu besleyen vadilerdir. Birüssebi’nin savunma hazırlıklarında su kaynaklarına yönelik kontrol ve kirletme hazırlıklarının eksikliği ciddi bir taktik hatadır.
– Enver Paşa’nın zihninde Filistin cephesi çok fazla önem arz etmemektedir. Bunu şöyle ifade eder: “…Nihayet, düşmanın Filistin’i işgaline engel olunamazsa, bu ne genel durum üzerinde kat’i bir tesir husule getirir, ne de Türkiye için tehlikeli olur. Fakat buna mukabil, düşmanın mühim kuvvetleri Cihan Harbinin kati netice yeri olmayan bir noktada bağlanmış olur”. Her ne kadar askerî harekât açısından bu düşünce doğrulanabilecek olduğu halde, siyasî ve kadim teolojik hakikatler açısından izahını yapmak mümkün değildir. Hilafeti elinde tutan ve İslam dininin önderliğini yürüten bir devlette, milliyetçi ve müslüman bir harbiye nazırının, uğruna haçlı seferleri yapılan ve “vadedilmiş topraklar” etiketiyle yaşayan bu coğrafyaya böylesi bir yaklaşım göstermesi mantıktan varestedir.
– Askeri açıdan değerlendirildiğinde, Gazze-Birüssebi arasındaki 50 km.lik mesafe cephede önemli bir genişlik değildir. İngilizler sıklet merkezini Birüssebi yerine Gazze’ye yapsalar da sonuç çok fazla değişmeyecekti. Zira Gazze’yi savunan von Kress de zihnen savunmaya değil çekilmeye hazırlıklıdır. Bu cephenin Alman kontrolüne verilmesi, Enver Paşanın ordular komutanı ve harbiye nazırı olarak Halep veya Diyarbakır gibi ileri bir hatta komutan olarak bulunmayışı, ortak aklın kullanılmayışı ve Filistin’in elde bulundurulması konusunda gösterilen gevşeklik ve birliklerin ikmal ve iaşeden yoksunluğu bu sonucu hazırlamıştır.
3. Kudüs Muharebeleri Üzerine Tespitler:
– Kudüs’ün kaybı, İngilizlerin taarruzundaki başarıdan değil, Osmanlının savunmasındaki zafiyetten kaynaklanmıştır. Bu zafiyeti sadece taktik açıdan görmemek lazımdır. 1917 yılına gelindiğinde anavatanın kenar kuşağında kalmış Kudüs’ün savunulabilmesi için en üst makamdan (Saray ve Enver Paşa) en alt makama (Ali Fuat Bey) kadar sorumluluk makamlarının hemen hepsinde, “Kudüs’ü elde bulundurma”ya yönelik ciddi bir niyet, bu niyete bağlı detaylı bir planlama ve bu planlamaya bağlı doğru bir tertiplenme-yığınaklanma eksikliği mevcuttu. Haziran 1917’de Halep’te yapılan komutanlar toplantısında halledilmiş olması gereken temel askerî konular için tedbir alınmakta çok geç kalınmıştır.
– Falkenhayn’ın “İngilizlerin taaruzlarının baskın niteliği taşıdığı” mazereti taktik dayanaktan yoksundur. Falkenhayn, harp alanında stratejik-operatif seviyede bir komutan olup, Kudüs’e yapılan saldırı onun seviyesinde “baskın” niteliği taşıyamaz; olsa olsa taktik seviyede bir baskından söz edilebilir. Zira komutan, düşman hakkındaki her türlü bilgi ve emareyi toplamada sıkıntı yaşamayacağı “dost” topraklarda görev yapmaktadır.
– Ali Fuat Bey’in veya von Kress’in, Kudüs’ü “hak ettiği” derecede savunmamasının nedeni, bir Kut-ülAmare’ye benzeme endişesi olabilir. Ancak Kudüs’ün kaybedilişindeki temel faktör, stratejik vizyon ve devlet işleyişinin eksikliğidir. Gayret ve icraat çerçevesinde ele aldığımızda, İngiliz komutan Allenby, ciddi bir siyasî ve dinî desteği arkasına, tam muharip bir birliği de elinin altına almış olduğu halde hareket ettiğini görmekteyiz. Ancak Osmanlı-Alman karışımı “Ottoland” birliğindeki komutan Falkenhayn’a bakıldığında, sırtında bir siyasî destek ve elinin altında nitelikli birlikler olmadığı gibi hedef konusunda da kendi haline bırakılmış bir atmosferde ve sömürge zihniyetiyle davranan bir komutan karşımıza çıkmaktadır.
– Falkenhayn’nın savunmada iken sürekli taarruz yaptırması, doktrindeki “aktif savunma”ya karşılık gelebilir ve izah edilebilir. Ama aynı doktrin, aktif savunma yapacaksan düşmanın birliğine denk bir kuvvete sahip olmalısın şartıyla bu hareket tarzına cevaz verir. Burada bahsedilen denklik, sayıdan ziyade etkinlik ile ilgilidir. Gazze-Birüssebi hattında yenilgiye uğrayarak kendini Kudüs hattına zar zor atan bir ordunun mahdut hedefli taarruzlardan ziyade direnek noktasında savunmaya ağırlık vermesi beklenir.
– Bir bahaneyle Almanlar bu cepheye hiç sokulmasaydı ve orduların başına Falkenhayn yerine Cemal Paşa gelseydi, Kudüs şehri düşer miydi? Bunun cevabını vermek oldukça zordur. F.Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde Cemal Paşa için savaşçı bir karaktere sahip olmadığından bahsetmektedir. Ama neticede bu yargı bir yedek subayın gözlemine dayanmakta olup çok fazla değer taşımayabilir.
– Kudüs’ün düşmesinden 3 ay önce (Eylül 1917) M.Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya yazdığı rapor, Kudüs’ün düşme nedenlerini de ihtiva etmektedir. Tamamını burada ifade etmek mümkün değilse de, rapordaki kritik iki cümle, dönemin değerlendirilmesinde hafızadan çıkarılmamalıdır: “Almanlar münhasıran idare-i sevkülceyşiyeyi (harekâtın idaresini) ‘geliniz bizi mağlup ediniz’ esasına raptetmişlerdir….7.Orduyu dahi, düşmanla bir tek kurşun atmadan kuvvetli tutmaya imkan bulamıyoruz.”
– İngiliz hükümeti tarafından Allenby’a verilen “Noel’e kadar Kudüs” direktifi çok başarılı bir siyasî ve askerî hedef ve “İstenen Son Durum”dur. Askerlik mesleğinde, erinden generaline tüm askerler işini yaparken “hedef” ister. Bu hedef, mekan veya zamana dair olup “Noel-Kudüs” direktifi, üzerinde rasyonel ve profesyonel çalışılmış başarılı bir direktiftir. Tedafüi (savunmacı) bir harekât icra etse dahi, Osmanlı tarafında böyle bir direktife (mesela “son damlasına kadar Kudüs”) maalesef rastlamıyoruz.
– İleri harekât başarıyla devam ederken, kurmaylarını dinlemeyerek birliklerini dinlendirmeyen Allenby bu konuda çok doğru bir karar vermiştir. Karargah ve kurmaylar, komutana doğru ihtiyaçları iletmekten sorumludur ama komutan başarı için bazen sıradışı davranmak zorundadır. Brad Pitt’in Amerikalı bir generali oynadığı “War Machine (2017)” isimli filmde general, “İyi komutanlar prensipli insanlardır; en iyi komutanlar ise bu prensipleri ne zaman çiğneyeceklerini bilirler” özdeyişi ile tam da bu noktaya temas etmektedir.
– Sayın Tuncay Yılmazer’in bahse konu makalesindeki Kudüs ve Sakarya Muharebelerinin mukayeseli ele alınması başarılı bir yaklaşımdır. Bu vesileyle, ricatı bilmeyen bir ordunun uğrattığı zararı Gazze ve Kudüs’te, ricatı uygulayabilen bir ordunun yarattığı faydayı Sakarya’da görmek mümkündür.
4. Sonuç:
Kritik şehirler, stratejik hedef ve direnek noktalarıdır. Binlerce kilometrekare toprağı ele geçirebilirsiniz ama bir şehre giremeyebilirsiniz. Kudüs’ün bu derece kolay düşmesinde en önemli nedenlerden biri Osmanlı’nın emperyal bir devlet anlayışına sahip olmaması ve beşinci kol faaliyetlerindeki eksikliği ile düşmanın bu faaliyetlerini önleyemeyişidir. Bir kısım tarihçiler Osmanlı’dan imparatorluk olarak bahsedilmemesi gerektiğini, bunun bir emperyalist amaç taşıdığını ve devlet olarak adlandırılmasını gerektiğini söyler. Bu doğru yaklaşımı desteklercesine, F.Rıfkı’nın Zeytindağı’nda da belirttiği gibi, Osmanlı bu topraklarda hep jandarmalık yapmış, halk hiçbir zaman “tam biz” olmamış ve hiç asimile edilmemiştir. Bu saf niyetin bir devamı olarak, düşmanın beşinci kol faaliyetlerine engel olunamadığı gibi Osmanlı da pozitif anlamda bu tip faaliyetleri 400 yıl zamanı olmasına karşın hakkıyla yapamamıştır. Özellikle son dönemde Cemal Paşa’nın despotik terbiye etme çözümleri ise tam tersi etki yaratmıştır. Bu sebeple Kudüs’ün düşmesini İngilizlerden daha çok Kudüs halkı beklemiş ve Osmanlı’ya destek vermemiştir.
Kudüs, teolojik açıdan dünyadaki en önemli yer olma özelliğini taşır. Bir kilometrekare içinde o kadar yoğun bir tema yumağı vardır ki, burayı gezmeye gidenlerde “Kudüs Sendromu”na rastlanabilir (Bakınız internet) Böylesine kadim bir bölgeyi ele geçirmek için yapılan yüzlerce yıllık savaşları dikkate aldığınızda, Kudüs’ü gözden çıkarmak için de (en güçsüz halinizle) onlarca yıl mücadele vermiş olmalısınız. F.Rıfkı, Zeytindağı’nda Kudüs için “orduların sessizce birbirlerinden alıp verdikleri yer” olarak tanımlar. Ancak dönemi anlatan vesikalardan anlıyoruz ki, zihinlerde “Kudüs zaten düşecektir ve en azından sorumlusu biz olmayalım” anlayışı mevcuttur. Dolayısıyla aslında Kudüs çok önceden düşmüştür.
Semavî dinlerin buluştuğu yer Kudüs’ün bu kadar kolay düşmesinden görülmektedir ki; Osmanlı’nın hoşgörüsü, dinlere ve insanlığa saygısı, adil yönetimi ve diğer tüm iyi hasletleri Osmanlı için iyi bir sermaye olmuştur; ama bu sadece yumuşak (softpower) güçtür. Kadim insanlık tarihinin realist yanı da der ki; güçlü devlet için güçlü ordu (hard power) gereklidir.
Bülend Özen
Askeri Tarih, Strateji ve Güvenlik Araştırmacısı
KAYNAKÇA
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Yusuf Hikmet Bayur
Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay
Osmanlı Devletinin Çöküş Nedenleri, Tüccarzade İbrahim Hilmi Çığıraçan
20 Eylül 1917 Tarihli Rapor, 7.Ordu Komutanı M.Kemal Paşa
Filistin’de 100.Yıl/Birüssebi Muharebeleri – Kudüs Düşmeden Önce, Tuncay Yılmazer, Atlas Tarih Dergisi, Ekim – Kasım 2017
100.Yılında Kudüs’ün Düşüşü – Elveda Zeytindağı, Tuncay Yılmazer, Atlas Tarih Dergisi, Aralık 2017 – Ocak 2018
Birinci Dünya Savaşı’nda Gazze’yi Nasıl Kaybettik, Cemal KEMAL