GELİBOLU’YU ANLAMAK

Çanakkale Muharebeleri- 100 Yıl önce 100 Yıl sonra (Tuncay Yılmazer)

Çanakkale Kara Muharebelerinin özellikle Seddülbahir cephesinde yoğun şiddetiyle devam ettiği günler…  Seddülbahir cephesi 6 Ağustos’a kadar Kara Muharebelerinin ana cephesidir. 12 Temmuz günü yine yaklaşık 5 km lik cephede müthiş bir bombardımanın ardından müttefiklerin hücumu başlar. İngiliz birlikleri Kanlıdere ve civarında hücuma kalkarken Sağ kanattaki Senegal, Cezayir, Tunus kökenli Fransız askerleri Kerevizdere’ye hakim Yassıtepe’yi hedef seçmişlerdir.

Mehmet Akif o müthiş tasviriyle

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer.

dediği bir saldırı daha başlamıştır. Mücadelenin en kızıştığı dönemde o ana kadar beklenmeyen bir şey gerçekleşir.

Yassıtepe’yi tutan Osmanlı birlikleri çözülmüş, geri çekilme Yassıtepe yamaçlarından Kerevizdere vadisine dalga dalga kaçmaya dönüşmüştür. Muhtemelen günlerce Fransızların “karakedi” dedikleri sinir bozucu ses çıkaran havan bombardımanına maruz kalmak, Kuzey Afrikalı sömürge askerlerinin korkutucu süngü ve satırları Yassıtepe’yi savunan Mehmetçiğin sinirlerini tahrip etmiş, siperlerin boşaltılmasına neden olmuştur. Cephenin sol kanadı çökmek üzeredir…

Geri hattı tutan 17. Alay birliklerine o güne kadar toplu halde gerçekleştirilmemiş bir emir verilir…

Kaçanları süngüleyin!

……………

Coğrafya size olayların nasıl gerçekleştiği konusunda yol göstericidir.

Yassıtepe’de durmuş, elimizdeki haritalarla olayın nasıl olabileceğini tartışıyorduk. Geri çekilenlerin oldukça dik yamaçtan aşağı inmeleri mümkün değildi. Belli ki Kansızdere’den  Kerevizdere’ye inebilmiş , ancak  Lahanadere’nin Kerevizdere vadisine açıldığı yerde can pazarı yaşanmıştı.  Kuru dere yatağının öteki tarafında bulunan  arkadaşları tarafından süngülenmişlerdi. Ancak çözülme o kadar belirgindir ki ilgili subay  durumun vehametini “süngülenmesine rağmen kaçışın önü alınamıyor” diye rapor edecek, sonrasında ateşli silahlar da devreye girecekti.

Çanakkale Savaşı alanında yazılmış en iyi eserlerden biri olan Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan’ın  “Siperin Ardı Vatan” adlı çalışmaları 2. Kerevizdere Muharebesi için Türk kayıplarının çok ciddi olduğunu belirtmekteydi. Savaş dışı kalan 9575 kişiden 1013 şehit, 3994 yaralı ve 600 esir varken  3969 er ve subayın akibeti belli değildi.

Ne düşünmüşlerdi acaba emri yerine getirenler arkadaşlarını süngülerken, göz göze geldiklerinde ?

Tepeden aşağı , şimdi sessizliğe bürünmüş o dere yatağına bakarken arkadaşlarının süngüleriyle can verenlerin çığlıklarını duyar gibiydik. Bir hayli etkilenmiştim. Arkamızda gerçekleşmemiş ama inandığımız, inanmayı istediğimiz bir olay anlatılırken biz gerçekleşmiş ama inanmak istemediğimiz bir olayın tarihsel hatırasıyla karşı karşıyaydık.

Aslına bakarsanız Çanakkale Savaşı’nın bütününü de böyle anlamak istedik. İşimize gelen, gururumuzu okşayan yönlerini meşrebimize, dünya görüşümüze gore biraz da süsleyerek aldık. Bilmek istemediklerimizi görmedik, duymamazlıktan geldik, İnanmadık, inanmamazlıktan geldik. İstediğimiz gibi olayları anlamak beynizin düşünerek çalışmasını engelliyor,  mükemmel bir rahatlık getiriyor, Kahraman onbaşı, yiğit asker öyküleriyle kendi kafamızdaki steril Çanakkale’yi inşa ediyorduk.

 

100 yıl önce bu topraklarda yaşayanların dedeleri dünyanın o dönemki en güçlü donanmasının sonrasında da çok sayıda milletten oluşan karma gücün saldırısına uğradılar. Artık temellerinden sallanmaya başlayan bir medeniyetin onur mücadelesi de denilebilirdi buna yenileceği neredeyse kesin bir savaşa bile bile lades denilerek girilmesi de…Ne taraftan baktığınıza bağlı. Bunun bile doğru dürüst muhasebesini bile yapabilmiş değiliz.

Çanakkale, İtilaf devletleri donanma ve ordularının Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası’nda oluşturduğu cehennemi insan kaybıyla dengelemenin diğer bir adıydı adeta… Her iki tarafın komutanlarının stratejisi diğer taraftan sıradan askerlerin yaşam savaşıydı.

Çanakkale bazen meşhur türküde de belirttiği gibi “ölmeden mezara koyulanların” öyküsüydü…

 

Kocadere hastanesinin fazla mesai yaptığı günlerden biri… Sahra hastanesinde görevli  askerler harıl harıl çalışıyor. Görevleri belli… Doktorun kararıyla öldü denilen askeri bir an önce gömmek, yarasının ağırlığından müdahale edilemeyecek hastaları da kenara ayırmak, ölmelerini beklemek! “Sıradaki gelsin !” Görevli askerlerden biri arkadaşıyla birlikte karnı parçalanmış,kan kaybından artık rengi solmuş  şehit olmuş bir askeri toplu mezarlığa götürürken birden askerin eline yapıştığını görür. “Ben daha ölmedim.Beni gömmeyin ne olur!” diye iniler Mehmetçik. Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgiye çok kısa da olsa dokunmak istemiştir belli ki…

Çanakkale bazen sıcak bir Ağustos gecesinde Türk siperlerinden yükselen bir türkünün her iki tarafın duygularına tercüman olmasıydı.  

Gerçi sözlerini anlamıyorduk ama müthiş berrak ve güzeldi diye yazmıştı Avustralya Ordusu 15.Taburdan Çavuş J.A. Kidd…  Yüreklere işleyen bir tenor sesiydi. Bölgedeki herkes birden kulak kesildi. Ara sıra ateşlenen tüfeklerde susmuştu. Hepimiz büyülenmiş gibi dinliyorduk O türküyü söyleyen her kim ise bilmelidir ki o acılarla, iniltilerle , korkularla dolu savaş alanında , birçoğu yurtlarını bir daha göremeyecek askerleri ruhlarından kavrayan unutamayacakları bir yaratmıştır. İnansın ki yüzlerine bakılamayacak kadar kir içerisinde kaba görünüşlü, fakat gerçekte tertemiz yürekli o dinleyici kitlesi , hiçbir konserdeki dinleyicilerin hissedemeyeceği kadar bu türkünün etkisi altında kalmışlardı.

Çanakkale bazen askerlerin arasında 3-4 Mayıs gecesi gibi gizli ateşkes yapılarak arkadaşlarının cesedlerini alabilmeleri, bazen de 24 Mayıs Arıburnu cephesi ateşkesindeki gibi Türkçe bilen İngiliz subayı Aubrey Herbert’in birlikte çay içtiği Osmanlı askerlerine “Belki de sizin kurşunlarınızla birazdan öleceğim” demesine “Allah korusun” yanıtını almasıydı.

Ya da bir Osmanlı Ermenisi askerin ailesi tehcir edilirken siperde omuz omuza mücadele etmesiydi Çanakkale… Nasıl bir psikolojiydi bilinmez.  Sahi batıda Çanakkale boğazından saldırıya uğramış, doğuda Ruslara Van’ı kaybetmiş  , başkentini taşımaya karar vermiş bir hükümetin kendi vatandaşı binlerce sivil Osmanlı Ermenisinin ölümüne yol açacak tehcir kararını  almasının en önemli amillerinden birisi değil miydi aynı zamanda ?

Çanakkale 18 Mart’ın Çanakkale Boğazı saldırısında Bouvet’in batışının şokunu üzerinden atamamış Fransızların sancak gemisi Suffren’in cephaneliğinde yangın çıktığı sırada akıllı bir Fransız teğmenin komutanlarından habersiz son anda vanaları açarak patlamayı önlemesiydi. 18 Mart’ta Bouvet battıktan, Mayısın sonlarında Alman Otto Hersing’in denizaltısı U-21’in Triumph ve Majestik’i torpilledikten sonra kurtarma çalışmaları sırasında topçularımızın ateşi kesmesi , öte yandan Miralay Şefik bey’in Avustralyalı yaralıların öldürülmesi emrini vermesiydi. Tıpkı Anzakların ilk gün “vahşi Abdül” olarak kabul ettikleri Türkler de hiçbir yaralı bırakmamaları gibi. Bazen de Kanlısırt tünellerdeki gibi yer altında insanların birbirini tel örgülerle boğazlamasıydı.

Çanakkale siperden çıkmadan kendi cenaze namazı kılanların, toplarına “Allah bizimle beraberdir” yazanların da öyküsüydü . Mustafa Kemal Paşa’nın 1918’de  Ruşen Eşref’e anlattığı Bombasırtı vakasıydı. “…Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur!”

Çanakkale ölümün sorgulandığı yerdi aynı zamanda… Bir Türk ihtiyat zabiti İsmail Hakkı ölü bir İngiliz askeri için ne o beni tanır ne ben onu diye hüzünleniyor, insanlar ancak ölünce birbirlerine zarar vermiyor diyordu. Yaralı Türk ve İngiliz askerleri alevlerin çalılıklarını tutuşturduğu Yusufçuktepe ‘den kurtulamamışlardı.

Çanakkale Seddülbahir’de 3 Mayıs gecesi Mehmetçiğin gece karanlığında o karışıklıkta kendine yardıma gelen makineli tüfek bölüğündeki Alman askerlerini  dövdüğü , savaş boyunca bazı generallerin sinir krizi geçirdiği, İngiliz Binbaşı Allanson’un birliğiyle Besim tepenin zirvesine, ya da Yeni Zelandalı Malone’nun Conkbayırı zirvesine yaklaştığı sırada kendi topçularının ateşiyle  gerisingeriye püskürtüldüğü, Kireçtepe’de Ağustos sıcağında susuzluktan çıldıran Bazı İngiliz ve İrlandalı askerlerin bileklerini kesip kendi kanlarıyla susuzluklarını gidermeye çalışmaları,   Conkbayırı’ndaki Yeni Zelandalıların 10 Ağustos sabaha karşı Türklerin saldırısını durdurmak için yamaçta mevzilenmiş İngiliz arkadaşlarını biçmesiydi. Tıpkı bu yazının başında anlatılan  2. Kerevizdere muharebesinde yaşanmış olay gibi…

Çanakkale 1 Mayıs ve 19 Mayıs hücumlarının başarısızlığına rağmen yılmayan, her daim cephenin ön hattında, komutanlarıyla, Almanlarla  sürekli tartışan,  Yeni Zelandalı ve İngiliz birliklerin harekat güzergahını 1,5 ay öncesinden tahmin edip üstlerini uyaran,  Conkbayırı hücumundan önce askerlerinin omzuna vurup “Hey sakallı İngilizleri yeneceğiz değil mi” diye moral veren, askerinin sıcak çorbasını hiçbir zaman ihmal etmeyen  19. Tümen Komutanı Kurmay Yarbay ve sonrasında Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal’di…

Çanakkale 6 Ağustos’a kadar her Kirte’den Zığındere’ye oradan Kanlıdere ve Kerevizdere’ye her muharebesinde neredeyse Kurtuluş Savaşı’nda verdiğimiz kayıplar kadar insanımızı kaybettiğimiz Seddülbahir’di. Adları 57. Alay kadar anılmayan ama savaş boyunca değişik cephelerde görev alan Yarbay Hasan Askeri’nin 2. Tümen’i, Albay Halil Bey’in 7. Tümeni, Yarbay Selahaddin Adil’in 12. Tümeni, Miralay Süleyman Şakir’in 6. Tümeniydi.  Çanakkale doğru yanlış bir çok kararıyla savaşı yöneten Mareşal Liman von Sanders , 3. Kolordu Komutanı Esat, 15. Kolordu Komutanı Weber Paşa, Avustralyalıları ilk karşılayan Mehmet Şefik bey’in 27. Alay’ı, İngilizleri 29. Tümeni olağanüstü savunmayla durduran Binbaşı Mahmut Sabri, Kireçtepe kayalıklarını İrlandalılara dar eden Yüzbaşı Kadri bey, Seddülbahir’de göreve geldikten sonra “bir kürek toprak, bir damla kan” diyen Vehip Paşaydı.

Aradan bir asır geçti… Mehmet Akif “Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana” derken herhalde bugünleri de kastediyordu. Bizler doğru-yanlış Kahramanlık öykülerini boca ederken geçmişin muhasebesini yapmadık. Kınalı kuzular, “bulut aldı, düşmanı  götürdü” aksakallı dede menkıbeleri anlatırken bir yandan da yarımadayı güya şehitlik yapıyoruz diye ruhsuz beton yığınlarıyla, bakı terası gibi ucube yapılarla donattık.  Siper, krater izlerini yok ettik, yolları genişletiyoruz diye tepeleri traşladık. Gelibolu yarımadası’nı milli park statüsünden çıkardık. Tam saatinde 04.30’da başlatmamız gereken 25 Nisan 1915’deki dünyanın o güne kadarki en büyük, en kapsamlı amfibik harekatının 100. Yıldönümünü yeterince öneminin farkında olmadığımızdan bir gün önceye aldık.

Ne yazık ki , binlerce hatırayı içinde barındıran Gelibolu tarihi yarımadası 100. yıl anmaları bittikten sonra da  imara açılmamış, el değmemiş çıkarma koyları ve savaş alanları için, alt yapısı şimdiden hazırlanan imar iznini bekleyen, planlarını önceden yapmış, çok sayıda müteahhit ve turizm yatırımcısının saldırısıyla karşılaşacak…

Korkarım bu sefer Çanakkale’yi de , ruhunu da kaybedeceğiz…

 

 

12.070 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir