GELİBOLU’YU ANLAMAK

İstanbul’da Savaş Günleri – Wilhelm Feldmann ( Tuncay Yılmazer )

8 Ekim 1912 tarihinden ( çatışmalar, ateşkesler, antlaşmalar ile ) aralıklı olarak 29 Eylül 1913’e kadar devam eden Balkan Savaşlarının tarihimizin en acı, kara sayfalarından birisi olduğuna kuşku yok. Neredeyse 400 yıldır adaletle hükmedilen, İslam eserleriyle nakış nakış işlenen bu topraklar kısa bir süre içerisinde elimizden çıkıp gitmiştir… Giden sadece tipik bir Anadolu kasabasından farkı olmayan nazlı Üsküp, mağrur Manastır ya da  cıvıl cıvıl Selanik değildi elbet…Giden çokkültürlülük içerisinde hoşgörüydü, adaletti, renklilikti. Devlet yönetimini komitacılık zannedenlerle ne dediği belli olmayan korkak bir devlet erkanının bileşiminin  sonucu Balkan felaketini getirmiştir. Osmanlı birliklerinin Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar karşısında düştükleri aciz durum hafızalarımızın kuytu köşelerine saklanmış durumda. Milletçe en büyük özelliğimiz olan yenilgileri fazla gündeme getirmeme, ders çıkarmama özelliğimizden olsa gerek Balkan Savaşı ile ilgili kaynak sayısı bir hayli az. O dönemde Berliner Tagesblatt gazetesi İstanbul muhabiri ve Osmanische Llyod gazetesi redaktörü olan Wilhelm Feldmann o kabus gibi günleri hiç abartmaya sapmadan bütün gerçekliğiyle anlatıyor.


Diplomasiden umudun giderek azaldığı dönemde İstanbul basının attığı savaş çığlıkları, gösteriler başlangıçtı iyimser bir beklentinin  doğmasına yol açsa da cepheden gelen ilk haberlerle hava değişiyor. Deyim yerindeyse gerçekler manşetlerle sıvanmıyor! Hükümetin kararsız , basiretsiz tutumu, orduda subaylar arasına siyasetin girmesi ( Hürriyet-İtilaf taraftarları ile İttihat-Terakki taraftarları arasındaki çekişme ) başarısızlıkta en büyük etken.


 


Birçoklarına kısa bir süre öncesine kadar söylenilse kötü bir şaka kabul edilebilecek gerçek ortadadır artık. Bulgarlar 12 Kasım’da Çatalca-Büyükçekmece hattına dayanmışlardır. Feldmann 17-18 Kasım’da Çatalca’da çarpışmalar devam ederken çeşitli ülkelerden yabancı savaş gemilerinin İstanbul’a geldiğini , bazı birliklerin karaya çıktığını , bunun ahali arasında memnuniyetle karşılandığını yazıyor. İlginçtir; Bu gemilerden birisi de sadece iki yıl sonra “Yavuz” adını alacak, Türk bayrağı altında Rus limanlarını bombalayacak olan Goeben muharebe Kruvazörüdür. Osmanlı Devleti bu durum için resmi bir açıklama yapma gereği duymuştur:


“Yabancı devletler , devletin gerçek durumunu bilmeyen ve bundan dolayı da korku içerisinde bulunan kendi vatandaşlarının isteği üzerine , birliklerinin karaya çıkması için müsaade ricasında bulunmuştur. Bâb-ı -li , böyle bir tedbire gerek duymadığı halde , yabancıları sakinleştirmek için bahriyelilerin çıkartma yapmasına müsaade etmiştir.”(s.67)


 


17-19 Kasım 1912 tarihleri uçurumun kenarından dönüldüğü, Bulgar Ordusunun Çatalca önünde durdurulduğu günlerdir. Ancak tam bu sıralarda ortaya çıkan çok daha sinsi ve tehlikeli bir düşman milliyet tanımadan ortalığı kasıp kavurur. Kolera!


Feldman günümüz İstanbul’unun gözde semtlerinden Yeşiköy’ü “ tam bir dehşet manzarası hakimdi. Caddelerde yatan yaralılar ve cesetler görülmüştü. Demiryoluyla, arabayla ya da yorgun argın çıplak ayakla gelen hastaların açık alana yerleştirildikleri Yeşilköy, “Kolera tarlası”namıyla anılmaya başlamıştı” diye anlatıyor.. İstanbul’a sevkedilenlerin de durumu pek farklı değildir. Feldmann hastaların cami avluların da çıplak zemine yatırıldığı, silahlı nöbetçilerin dışarıdan yiyecek, içecek vermek isteyenlere bile engel olduğunu yazmakta.


Osmanlı Sıhhıye Teşkilatı’nın Alman organizatörü Prof. Dr. Wieting, İstanbul’da Almanca basılan Osmanische Lloyd gazetesinde yayımladığı makalede Yeşilköy’e gelen 17.383 hasta kişinin 2050 kişinin koleradan, 615 kişinin dizanteriden öldüğünü belirtiyor. Aynı dönemde İstanbul’a ise 26.374 hasta sevkedililirken bunlardan 6148 ‘inin kolera başta olmak üzere çeşitli hastalıklardan dolayı öldüğünü belirtmekte. ( Hadımköy’de koleradan ölenlerin sayısı ise tam olarak bilinmiyor.) (s. 70-71 ) Dr.Weiting’in verdiği yaralı istatistikleri de ilginç. İstanbul’a gelen yaralılardan 16.491’i Türk, 150 Ermeni, 320 Osmanlı Rum’u iken esir 25 Bulgar askerinin de olduğunu belirtiyor. (s.72) Cephede kalan yaralılar bu rakamlara dahil değildir.


 


Feldmann sık sık dönemin matbuatının olaylara yaklaşımından da bahsediyor. İttihatçı basının Alman dostluğuna güvenilmesi gerektiğini belirtirken , Hürriyet-İtilafçı gazetelerin sorunu İngiltere’nin yardımıyla çözebileceklerini vurguluyorlar. Bu arada dönemin gazetelerinden “Tanzimat”ın “Donanmamız ne zaman demir alacak?” adlı makalesine de değiniliyor. Ne yazık ki donanma beklenen başarıyı gösteremeyecek, Midilli ve Sakız adası Yunanlılara teslim olacaktır.


 


Ateşkes antlaşmaları, barış konferansları artık tek bir yerin Osmanlılarda kalması için uğraş verilmektedir. Edirne! Edirne’den ötesine geçmenin gerçekçi olmadığı ortaya çıkmıştır. Üstüne üstlük özellikle Ocak 1913’te büyük devletlerin baskılarıyla Kıbrıslı Kamil Paşa yönetimindeki hükümet Edirne’yi bile vermeye razı hale gelecek, ancak herşey kanlı Babı- li baskınıyla değişecektir.


 


Feldmann Türk tarafının Avrupalılara vereceği yanıtı beklerken aldığı haberle çok şaşırmıştır. “Öğleden sonra saat üçbuçuğa doğru Osmanische Llyod gazetesinin yazıişlerinde , Türklerin cevabi  notayı nihayet sunduklarına dair haberi sabırsızlıkla bekliyorduk.Fakat bizim bir muhabirimiz aniden soluk soluğa odaya daldı ve Bab-ı Ali’de ciddi birşeyler yaşandığını bildirdi. Yağmura rağmen bakanlar kurulu toplantısının sonunu beklemek için diğer bazı gazetecilerle birlikte Bab-ı Ali’nin önünde dolaşıyormuş. Birdenbire Enver Bey, atın üzerinde Bab-ı Ali’nin Avenue de La Sublime kapısında görünmüş. Arkasında ise , başlarında birçok hoca ile kırmızı-yeşil sancağı taşıyan göstericiler bulunuyormuş. Buradaki birlikler herhangi bir şekilde ona karşı koymamışlar. (s. 102)


23 Ocak 1913 baskını , İttihat Terakki’nin ipleri tamamen eline almasının başlangıcıdır. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’da ( eserde hep hatalı biçimde Rasim Paşa diye bahsediliyor.) çıkan çatışma da öldürülür. İlginçtir; bakanlar kurulundaki herkes  korkudan sinerken Kamil Paşa, Enver Bey’in uzattığı istifa dilekçesini ‘kuvvete boyun eğiyor’ açıklaması ile imzalayacaktır.


 


Saat 8’den sonra yayınlanan resmi açıklamada Kamil Paşa kabinesinin Edirne ve adaların terk edilmesi kararını almasının anayasaya aykırı bulunduğu, halkın kutsal hukukunun yaralandığı  ve galeyana geldiği ve hükümetin istifa etmek zorunda kaldığı belirtilecektir. (s. 105)


 23 Ocak devrimi sonrasında Sadrazamlığa ve Harbiye Nazırlığına Mahmut Şevket Paşa’nın getirilmesi Türk birliklerinde adeta bir doping etkisi yapar. Feldmann, paşanın orduyu yerden kaldıran bir sihirbaz gibi görüldüğünü belirtiyor. İlk yapılacak iş bellidir. Edirne Bulgar Ordusu tarafından haftalarca kuşatma altında tutulmakta, kurtarılmayı beklemektedir.


 


Feldmann bu kabus gibi günlerde kadınların da boş durmadıklarını , çeşitli etkinliklar yaptıklarını anlatıyor. “Bu savaşta özellikle Edirne’nin Bulgarlara terkedilmesinin reddini vatansever duygularla karşılayan Türk kadınları hayretengiz bir şekilde fedakârlık göstermişlerdi. Binlerce kadın, 8 Şubat öğleden sonra İstanbul üniversitesi salonunda Mısır Prensesi Nimet Hanım başkanlığında toplandılar. Yazar, filozof, ve ünlü Türk Tarihçisi Ahmet Cevdet paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım, ilk konuşmacı olarak vatan için başka kurbanlara işhtiyaç olduğunu vurguladı. Genç bir aydın olan Fehime Reshet hanım Balkan Savaşı’nın akışını ve müttefiklerin vahşetlerini tasvir etmişti….Ünlü Türk yazarlarından Halide Hanım tribünlerin tezahüratı altında Osmanlı halkının şanlı geçmişini hatırlatmak için kürsüye çıkmıştı.  ……….. Toplantı sonunda (katılımcılar) mücevherlerini ve paralarını toplantı başkanının masasına bağış olarak bırakmışlardı. (s. 119-120)


 


Ancak umutlar yerini bıkkınlığa bırakacaktır İstanbul’da. Bolayır çıkarmasının başarısızlığı, kötü hava koşulları, sürekli devam eden diplomatik görüşmeler ve sonunda 26 Mart’ta Edirne’nin kuşatmaya daha fazla dayanamayarak düştüğü haberi…23 Nisan’da İşkodra’nın düşmesi Osmanlı kamuoyunda beklenmeyen bir şekilde Arnavut asıllılara karşı bir öfkenin doğmasına yol açacaktır. Irkçılık mikrobu yavaş yavaş yayılmaktadır topluma… Üniversitede Arnavut öğrencilerin ihraç edilmesini istemeye, Arnavut mallarını boykot etmeye kadar. (s. 138)


 


Özetle söylemek gerekirse gazeteci Wilhelm Feldmann’ın gözlemleri savaşın başlangıcından  1913 Haziran’ına ,  Mahmut Şevket Paşa suikastina kadar olan dönemdeki cephe gerisindeki siyasi entrikaları, göçmenlerin, halkın çektiği zorlukları anlatıyor, basının başarısızlıklara rağmen halka nasıl abartılı, propaganda amaçlı haberler verdiğine çarpıcı örnekler veriyor. Balkan Savaşı’nın acılarını bizlere bir kere daha yaşatıyor.


 


 


İstanbul’da Savaş Günleri


Bir Alman Gazetecinin Balkan Savaşı Hatıratı


Wilhelm Feldmann


Selis Kitaplar, Şubat 2004

20.173 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir