Osmanlı gerçekliğinin kendi bağlamında anlaşılması ve tarihselleştirilmesini mümkün kılan en önemli araştırma ve tahlilleri yapmış, kelimenin hakikî anlamıyla âlim niteliğini haiz bir tarihçi olan Profesör Halil İnalcık, Türk basınının seçkin gazetecilerinden birisine gönderdiği bir notta, toplumumuzun öncelikli meseleleri arasında başı çeken Kürt sorununa “Türkiye’ye karşı 19. yüzyıl Batı parçalama politikası”nın bir devamı olarak yaklaşılmasının uygun olacağını belirtmektedir.
Değerli tarihçinin notunun bu sürecin işleyişini anlatan bölümü ise hem Türk tarihçiliğinin “Osmanlı Dağılması”na temel yaklaşımını, hem toplumumuzun “Batı”ile ilişkilerine getirdiği yaygın yorumu ve hem de günümüz meselelerini açıklayacak bir tarihî süreç oluşturması alanında kabul gören tezi ortaya koymaktadır: “Yunan, Sırp, Bulgarlar kendi milli devletleri için içeride ve dışarıda ihtilal faaliyetlerinde Batı devletlerinden himaye, teşvik ve fiili müdahale sağlarlardı. Rumeli’de halk kışkırtılır, komiteci baskınlarıyla ayaklanmaya sürüklenirdi. Türk halkı kendini savunma zorunda kalır, devlet müdahale eder, kanlı kırgınlar olurdu. Bu tam da Batı’nın istediği bir şeydi. Hıristiyan milletler soykırımına uğruyor, dünya barışı tehlikeye giriyor, milletleri ezen Osmanlı rejimi çağdışıdır, gibi iddialarla davayı Büyük Devletler toplanıp kendi ellerine alırlar. Çaresiz Osmanlı hükümeti seyirci kalmak durumuna düşer ve Batı nasıl planlamışsa ona karar verilir. Balkan milletlerine özerklik veya doğrudan bağımsızlık sağlanır. Batı, bugün aynı taktiği Türkiye’ye karşı uygulama yolundadır.”
Toplumumuzda yaygın kabul gören bu tahlilin bütünüyle yanlış olduğunu iddia etmek pek tabiî mümkün değildir. Asırlar boyunca Batı için “Öteki”ve onun da ötesinde “kötülük”ün dünyadaki yansıması olmuş bir toplum ve devlete yönelik siyasetlerde çifte standartların kullanılmadığını ileri sürmek oldukça zordur. Buna karşılık meseleye farklı bir zâviyeden bakmak bize gündemimizdeki meselenin çözümüne daha ciddî katkılarda bulunacak bir çerçeve temin edebilir.
Ezelî ve ebedî düşmanlık tezi Osmanlı çöküşünü açıklar mı?
Toplumumuzda Osmanlı çöküşüne yönelik yaygın yaklaşım olan “ezelî ve ebedî düşmanlık”tezi, Batı’yı monolitik bir sınıflama olarak ele almakta ve diğer şartlar ve ilişkiler düzeyi ne olursa olsun Osmanlı/Türk toplum ve devletine takınılan hasmâne tutum varsayımına dayanmaktadır. Bu teze göre Batı, Osmanlı/Türk merkezine karşı eyleme geçmesi mümkün her topluluğu desteklemekte ve insanî ya da dinî koruyuculuk kisvesi altında ayrılıkçılığı teşvik etmektedir. Batı olarak adlandırılan karmaşık yapı içinde Osmanlı ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bu zeminde yaklaşan örgütlenmelerin bulunduğu doğrudur. Ama bu yaklaşımın Batı’nın tüm parçalarındaki kurum ve bireylerin tamamını kapsadığını iddia etmek ve sonu gelmeyen düşmanlığa dayalı bir ilişki varsaymak en azından aşırı bir genelleştirmedir. Bu tez aynı zamanda karşı karşıya bulunulan sorunun iç dinamiklerini basit bir “ihanet”kurgusuna indirgemektedir.
Buna karşılık bilhassa on dokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı devletinin karşılaştığı ayrılıkçı hareketler göz önüne alındığında meselenin iç dinamiklerine de ağırlık veren bir çerçeve belki de günümüzdeki sorunun çözümüne yönelik daha faydalı bir çerçeve oluşturmamızı mümkün kılabilir.
İç dinamiklerin önemi
1804-13 Sırp İsyanı ve bilhassa Yunan Ayaklanması ile başlayan gelişmeleri ele alacak olursak karşımıza çıkan tablonun bir tarafında görülen, değişen değerlere ve onlar çerçevesinde merkeze yöneltilen isteklere karşı, bunlara ciddî sorunlar yaratana kadar kayıtsız kalan, plânlı siyasetlerle zamanında cevap vermeyen bir idare anlayışıdır. Bu anlayış söz konusu noktaya varılana kadar sorunları yok sayma, onların aslında olmamaları gerektiğini savunma, dolayısıyla da siyaset üretmeyi değil meselenin adını koymayı dahi “yok yere gâile çıkaracak eylem”telâkki eden bir yaklaşımı ihtiva etmektedir. Tablonun diğer tarafında ortaya çıkan manzara ise Osmanlı toplumları içinde mevcut hoşnutsuzlukların, uygulamalara yönelik şikayetlerin, değişik süreçlere daha fazla katılım ve daha üst düzeylerde tanınma arzularının milliyetçi grupların tekeline alınmasıdır. Bunu müteakiben sahneye konulan ise siyaset üretmeyen, sorunun varlığını reddeden yasakçı merkez ile mevcut talepleri maksimalist milliyetçi istemler haline getiren marjinal örgütlenmeler arasında uzlaşma noktası bulunmayan çatışma olmaktadır. Uluslararası aktörlerin soruna dahil olmaları neticesinde çetrefilleşerek tırmanan söz konusu çatışma ise taraflardan birinin maddî yenilgisine kadar sürmektedir.
Son dönem Osmanlı tarihi aslında, Profesör İnalcık’ın haklı olarak belirttiği gibi, bu sonu gelmeyen çatışma sarmalının tarihidir. Bu sarmalın işleyişinin karmaşıklığı ve konuya müdahil aktörlerin çeşitliliği onun oluşum ve gelişim süreçlerinin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu mekanizmanın işleyişinin kavranabilmesi açısından basit bir “ihanet-dış teşvik, destek-parçalanma”şablonu yerine daha derine nüfûz edebilecek bir tahlile ihtiyaç vardır. Böylesi bir analizin öncelikli olarak dikkate alması gereken ise değişen değerlerin, toplumsal beklentilerin, onlara dayalı taleplerin kavranması ve bunlara yönelik siyaset üretilmesidir.
Değerlerde ve toplumsal beklentilerde görülen ciddî değişimlere cevap verici siyaset üretimi sorunların sadece hallini değil oluşumunu anlayabilmek için de hayatî önem taşımaktadır. 1789 sonrasında değişen değerler sistemi tüm Avrupa’da “Eski Düzen”i yerle bir ederken, Osmanlı dengesini de bütünüyle sarsmıştı. Yeni değerler sistemi askerî-re’aya ya da Müslüman-zimmî benzeri eksenlerde gerçekleşen toplumsal örgütlenmenin devamını imkânsız kılarken, merkeze bu alanda ciddî taleplerin yöneltilmesine yol açmıştı. Zaten iktisadî alanda mevcut “Avrupa tüccarı”benzeri kategoriler, kamu gelirlerinin açık müzayedeleri gibi uygulamalar ve sefaret tercümanlığı şeklindeki sınıflamalarla pratikte anlamını yitirmeye başlayan bir örgütlenmeyi ideolojik düzeyde sürdürme isteği beraberinde artan sorunları getirmişti. İlginçtir ki, Osmanlı merkezi çevreden kendisine değişen değerler çerçevesinde yöneltilen talepleri cevaplayamadığı gibi, onları kavramakta dahi zorlanıyordu. Bu alanda zamanlamanın son derece önemli olduğuna işaret etmek gereklidir. Meselâ Müslüman-zimmî ekseninde bir toplum örgütlenmesi, on beş, on altıncı hattâ daha sonraki asırlarda dengenin her iki tarafındakilerce adaletli olarak görülebilmiştir. Aynı dönemde İspanya ve Portekiz’de Yahudi cemaatlerinin başına gelenlere, tüm Avrupa’da dinî azınlıklara yönelik yaygın uygulamalara baktığımızda evlerin yüksekliği, kıyafetlerin rengi, binek hayvanlarının kullanım şekli, ödenen verginin miktarı, kamu hizmetlerinden yararlanma benzeri alanlarda negatif ayrıcalıklar getirmesine karşın dinî cemaatlere kendi hukuklarını uygulama serbestisi tanıyan Osmanlı örgütlenmesi oluştuğu bağlamda fazlasıyla hoşgörülü olarak mütalâa olunabilinirdi. Ancak bu örgütlenmenin 1789 sonrasında süratle bir anakronizm haline geldiği şüphesizdir. Değişen değerler ve beklentiler çerçevesinde kendisine yöneltilen talepleri kavramakta güçlük çeken Osmanlı merkezi, bir yandan da ciddî bir merkezileşme siyaseti uygulamasına başlayınca karşısında bu istemleri milliyetçi, ayrılıkçı kavramlarla donatılan paketler haline getiren marjinal örgütlenmeleri bulmuştu.
Merkezin bu talepleri süreç içerisinde kavradığı ve onlara cevap verdiği doğrudur. Islâhat Fermanı, asrın başında sarı pabuç giyebilmek için fermana ihtiyaç duyan gayrimüslimlerin asrın ikinci yarısında sefir, vali olabildiği bir yapının te’sisi bunun belirgin misâlleridir. Nitekim 1860’larda Ali Suâvî, 1908 sonrasında Derviş Vahdetî benzeri kamuoyu figürleri bir Hıristiyan’ın sadrıâzâm olmasında bile herhangi bir sakınca olmadığını dile getirmişlerdir. Ancak asrın başında Osmanlı düzeninde devrim yaratabilecek bu tür değişikliklere asrın ikinci yarısında “hakkın geç teslimi”olarak neredeyse omuz silkinmiştir. Milliyetçiliğin olağanüstü ivme kazandığı bir dönemde yalın “dinler arası eşitlik”adımı yöneltildiği kitle tarafından gecikmiş olduğu kadar istenilen sonuçlara ulaşmayı sağlayamayacak bir siyaset olarak mütalâa olunmuştur. Aynı şekilde asrın başında değişik Osmanlı anâsırı içinde ciddî sayıda taraftar bulabilecek, askerî sınıfı değil herkesi kapsayan “Osmanlı”üst kimliği asrın ikinci yarısında Müslüman Arnavutlar tarafından dahi bir asimilasyon, üstü kapalı “Türkleştirme”siyasetinin reddedilmesi gerekli aracı olarak yorumlanabilmiştir.
Siyaset üretimi yerine yasakçılık ve eylemlere cevap
Merkezin meseleleri kavramadaki ağırlığı, onları eski değerler çerçevesinde muhakeme etmesi ve siyaset üretmekteki atâleti, cevaplarının etkinliğini azaltırken, talep iletilmesi ile cevaplanması arasında geçen uzun süreç istisnâsız her vak’ada istem sunma tekelinin müfrit milliyetçi örgütlenmeler eline geçmesi neticesini doğuruyordu. Bu noktadan sonra gerçekte üretilen siyasetleri belirleyen, merkezdeki ricâl, toplumlardaki sessiz çoğunluklar, ya da değişen değerler değil söz konusu şikayetleri bir talepler manzumesi haline getiren radikal milliyetçilerin söylem ve eylemleri oluyordu. Konuya daha yakın tarihten misâller yardımıyla yaklaşırsak, bilhassa 1891 sonrasında Osmanlı merkezinin Ermeni siyasetinin belirleyicisi Daşnaktsutyun ve Hınçakyan komitelerinin söylemleri ve talepleri olmuştu. Benzer şekilde, 1908’den itibaren devletin Arnavut siyasetinin ana çizgileri başta Başkimi (İttihad) Cemiyeti olmak üzere bir kısmı silahlı çetelere sahip Arnavut milliyetçi örgütlenmelerinin istem ve eylemlerine cevap biçiminde şekillendirilmişti.
Başka bir deyişle siyaset üretememenin maliyeti sorunu, Osmanlılık kavramının kendi değerlerini kapsayacak, toplumun genel karar alma sürecine katılımını artıracak biçimde düzenlenmesini, Doğu Anadolu’da yerleşik olmayan grupların saldırılarına karşı koruma teminini isteyen Ermeni kitleleri ve Amira sınıfı yerine, silahlı mücadeleyi talep iletiminin önde gelen aracı olarak gören sosyalist-milliyetçi Daşnaktsutyun ve Hınçakyan komiteleri ile tartışma olarak ortaya çıkıyordu. Bunun sonucunda ise siyaset yapımı, onu üretenlerin şekillendirdiği bir faaliyet olmaktan çıkıp, Daşnaktsutyun ve Hınçakyan eylemlerine cevap verme uygulamasına dönüşüyordu. Yâni aslında var olmayan ve eyleme cevap biçiminde ortaya konulan Ermeni siyasetinin belirleyicisi bizatihi komiteler idi. Meselâ milliyetçi ideolojiyi destekleyenler Ermeni Meclisi’nde kontrolü ellerine aldıklarında, 1891 yılında cemaat içi temsili sağlayan bu örgütlenme Osmanlı idaresince fiilen işlemez hale getiriliyor, bu ise pratikte, Daşnaktsutyun ve diğer sosyalist-milliyetçi örgütlenmeleri Ermeniliğin “gerçek”temsilcisi, onun haklarının müdafi’i statüsüne yükseltiyordu.
Benzer şekilde 1908 sonrasında, yeni düzende kabul göreceği varsayımıyla merkeze yöneltilen Arnavut kültürel taleplerine (Bilhassa Arnavutça kullanımı ve bu lisanın Arap alfabesi yerine Latin hurufuyla yazılmasına, ki Sadrıâzâm İbrahim Hakkı Paşa’ya göre bu İmparatorluk’tan ayrılmanın ilk adımından başka bir şey değildi.) gösterilen sert tepki, en güzel misâlini Meb’usan’da Müfid Libohova ile Ahmed Rıza Bey arasındaki münakaşada bulan kimlik tartışmaları (Libohova’nın “Arnavutlar”vurgusuna müdahale eden Re’is Ahmed Rıza Bey’in “Arnavutlar yok, Osmanlılar var”sözüne Arnavut meb’usun verdiği “Evet Efendim Arnavutlar Var”cevabı daha sonra milliyetçiler tarafından slogan haline getirilmişti); Mihal Grameno, Çerçis Topulli gibi anayasal düzende isimlerinin anılmayacağı düşünülen çetecileri, Derviş Hima (Maksud İbrahim), Fan Stylian Noli, Faik Konitza gibi müfrit milliyetçileri, İsmail Kemal gibi Yunanlılardan Avusturyalılara kadar herkesle pazarlığı sürdüren eski bürokratları, Kosova, Draç ya da İşkodra’daki toplum liderlerinin yerine “Arnavutlar”adına konuşur hale getirmişti. İlişkilerin gerginleşmesi ve milliyetçilerce kışkırtılan eylemlere Osmanlı merkezinin verdiği olağanüstü sertlikteki cevap (Şevket Turgut Paşa komutasındaki te’dib harekâtı) ise neredeyse tüm Arnavut nüfusun milliyetçilerin arkasında Osmanlı merkeziyle çatışması neticesini yaratmıştı.
Bu noktadan sonra devlet tarafından verilen tavizler (Kur’an dışında tüm derslerin Arnavutça ve yeni alfabeyle okutulmasına müsaade, çetecileri de kapsayacak genel af, askerlik hizmetinin yeri konusundaki düzenlemeler) ise tatmin ve merkeze yönelik destek sağlama yerine daha da yükseltilen taleplere neden olmuştu. Bir kısmı dahi 1908 yılında tüm Arnavutluk’ta kabul görebilecek ve merkeze yoğun destek sağlayabilecek bu ıslâhata, milliyetçiler tüm Arnavutlar adına 1911-12 yıllarında omuz silkiyorlardı. Nitekim bizzat Sultan’ın Kosova’yı ziyareti gibi bir jeste dahi, daha önce milliyetçiliğe karşı Osmanlılığın kalesi olarak görülen bölgede beklenilen ilgi gösterilmiyordu. Sultan ile beraber Kosova’da kılınacak cuma namazına İpek, Yakova, Prizren ahalisinden kimsenin katılmaması çok değil üç sene evvel Osmanlı sultanına “baba mbret (padişah)”olarak hitap eden bölge ahalisinin ne kadar kısa bir süre içinde milliyetçiler safına geçtiğinin ilginç bir göstergesiydi. Bu açıdan bakıldığında 1912 yılında Balkan Savaşı’nın en zor günlerinde Arnavutluk’un bağımsızlığını ilân eden İsmail Kemal’in, Arnavut milliyetçiliğinin zaferinin aslında, 1908 sonrası İttihad ve Terakki’nin kimlik temelli, her türlü talebi ayrılıkçılık olarak reddeden siyasetleri tarafından hazırlandığını ifade etmesi oldukça yerinde bir tesbitti
Bir avuç Arap entelektüelin nasıl olup da yerel kimliklerin son derece güçlü olduğu ve seçkinlerin Osmanlı düzenini savunduğu Suriye, Lübnan ve Bağdat’ta rüşeym halindeki bir proto-milliyetçi hareketi, Şerif Hüseyin ve oğullarının bile kullanmak zorunda kaldıkları ciddî bir pan milliyetçiliğine dönüştürdüklerinin arkasında değinmeye çalıştığımız Balkanlar’daki benzer siyasetlerin olduğunu belirtmek yanlış olmaz.
Burada önemli olan, marjinal grupların toplum içi siyasete hakim olmalarıdır. Yoksa aşırı milliyetçi gruplar her toplumda vardır ve var olacaktır. Mesele bunların ortadan kaldırılmaları değil, toplumun aslî sözcüleri haline gelmelerinin önlenmesidir. Bu ise ancak uzun vâdeli, içinde yaşanılan gerçekliğin farkında olan, mevcut sorunların varlığını kabul ederek onlara çözüm üreten bir siyaset anlayışıyla mümkün olabilir. Her türlü talebin ayrılıkçılık olarak mahkûm edildiği, siyasetin kimlik tartışması üzerine yoğunlaştığı, sorunların adının, hattâ coğrafî terimlerin kullanımının dahi çatışmaya dönüştüğü bir ortamda (meselâ 1909 yılında Meb’usan’da “Makedonya”terimini kullanan Serez Meb’usu Hristo Delçef Efendi’ye, Halil Bey ve diğer İttihadcı meb’uslar “Makedonya ta’biri yokdur. Yâni bizim meclisimizde Makedonya ta’biri olamaz”sözleriyle müdahale ederek bu ifadenin “Vilâyât-ı Selâse”terkibiyle tashih edilmesini talep ediyorlar, söze karışarak ironik bir söylemle “Bundan böyle Arnavudluk, Arabistan, Kürdistan ta’biratının isti’mâl olunmamasını taleb eden”Zöhrab Efendi’ye ise Re’is Ahmed Rıza Bey “Size aid birşey değildir. O mesele başkadır”cevabını veriyordu.) siyaset üretemeyen merkez, kimlik siyasetçisi etnik milliyetçilerle çatışıyor ve onların eylemlerine cevap vermeyi ve yasakçılığı siyaset yapmak zannediyordu.
Ayrılıkçılık ve dış destek
Bu milliyetçilerin Düvel-i Muazzama’nın kapılarını sıklıkla çaldıkları, onlardan ve bölge ülkelerinden yardım ve himâye gördükleri gerçektir. Bâzı devletlerin, stratejik sâiklerle, Osmanlı ülkesindeki değişik anâsıra destek verdikleri de bilinen bir durumdur. Ama bu nedenle söz konusu milliyetçilikleri ve onların neden olduğu çatışmaları “yabancı komploları”na indirgemek hatalı olur. Siyaset üretemeyen ve taleplere ancak ciddî çatışmalar sonrasında gecikmeli cevap veren merkez de bu alanda ciddî sorumluluk taşımaktadır. Yukarıda kullandığımız misâllerden birine geri dönecek olursak Avusturya-Macaristan, İtalya ve Balkan ülkelerinin Arnavutluk milliyetçiliğini yakından izledikleri, bu hareketin liderlerine maddî destek verdikleri, Karadağ’ın Osmanlı sınırını geçerek ülkesinde kamplar kuran Malisör isyancılara kucak açtığı doğrudur. Ama bu bir Arnavut Sorunu’nun varlığını (ilginçtir ki vaktinde üretilen siyasetler bunun hiç ortaya çıkmamasını dahi temin edebilirdi) önce kabul etmeyen, sonra da milliyetçilerin eylemlerine misliyle cevap vermekten başka bir siyaset üretemeyen merkezin olup bitenden sorumlu olmadığı anlamına gelmez.
Batı’nın Osmanlı ayrılıkçı hareketlerindeki rolüne dönecek olursak, bu konuya yalnız “Öteki’ne gösterilen ezelî ve ebedî düşmanlık”ve “stratejik çıkarlar nedeniyle Osmanlı devletini bölme”parametreleri çerçevesinde yaklaşmanın yeterli olmadığını ifade etmek gerekir. Bu alanda ihmal edilmemesi gereken bir diğer belirleyici de dünya düzenindeki değişimin geç kavranılmasıdır. Bunun temel neticesi ise dahilî ile uluslararası arasında gittikçe belirsizleşen sınırlar nedeniyle artan bir dış baskı ile karşılaşılmasıdır. Osmanlı yönetiminin yeni dünya düzeninde kendisiyle bilhassa Hıristiyan teb’ası arasındaki çatışmaların eskisi gibi sultan ile re’ayası beynindeki dahilî meseleler olarak mütalâa edilemeyeceğini anlaması ancak 1812 Bükreş Anlaşması ve daha sonra Yunan Krallığı’nın kurulmasına yol açan gelişmeler sonrasında mümkün olabilmişti. Başka bir ifade ile Osmanlı Devleti yeni düzende her meselesinin uluslararası boyutu olan bir yapı hususiyetini kazandığının farkına oldukça geç varabilmişti.
Bu yeni değerler ve ilişkiler sisteminde Osmanlı merkezileşmesinin te’sisini hayâl ettiği örgütlenme ile Avrupa dengesinin farklı Osmanlı anâsırının temsil biçimi taslakları arasındaki farklılık o denli açılmıştı ki “temâmî-i mülkiyet”benzeri kavramlar neredeyse tamamen anlamsız hale gelmişti. Bu devletlerin 1856 sonrasında denge üyelerinin kolektif garantisi altına alınan Osmanlı toprak bütünlüğü çerçevesinde talep ettiği ıslâhat, Osmanlı ricâli tarafından, Keçecizâde Mehmed Fu’ad Paşa’nın epigramatik ifadesiyle, bir Türkiye Birleşmemiş Devletleri (Etats Désunis de Turquie) yaratma çabası olarak mütalâa olunuyordu. Benzer şekilde Lord Salisbury, 1876 Tersane Konferansı’nda Midhat Paşa’ya “Sultan II. Mahmud’un zamanında vereceği tavizler Yunanistan’ı, Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olarak muhafaza edebilirdi.”dediğinde bu tür tavizlere dayalı bir egemenlik anlayışının fazla anlamlı olmadığı cevabını almıştı. Bu zâviyeden bakıldığında 1856 Paris Anlaşması ile Osmanlı Devleti’ne verilen garantilerin hiçbir değeri yoktu.
Osmanlı Devleti’ne yönelik bu taleplerin ciddî çifte standartlarla ma’lul olduğu doğrudur. Bu talepleri dile getiren devletlerin müstemlekelerinde mahallî ahaliye ya da ülkelerindeki Yahudiler benzeri dinî ya da Ermeni, Fin, Polonyalı gibi millî azınlıklara yönelik baskıcı siyasetlerden geri kalmadıkları da gerçektir. Ancak, son dönem Osmanlı Devleti gibi, bölgesinde ciddî bir güç olmakla birlikte, dünya düzenini belirleyici rol oynayacak kuvvetten yoksun bir yapının, yeni değerler sistemiyle topyekûn bir çatışma içine girmesi mümkün değildi. Realpolitik’in Osmanlı ricâline dayattığı bu gerçekle yaşayabilmek ise ancak yeni değerleri, iç ve dış dengeleri ve stratejik ittifakları bağdaştıracak siyasetlerle mümkün olabilirdi, ki bu yapılamamıştı. Bunu gerçekleştiremeyen Osmanlı yönetimi çâreyi tehditlere karşı stratejik ehemmiyet temelli, iç dinamikleri göz ardı eden, tek boyutlu siyaseti benimsemede bulmuştu; ancak bu da sadece geçici rahatlamalar yaratabilmişti.
Osmanlı dağılması ışığında Kürt Sorunu
Günümüzde karşı karşıya bulunulan sorun için tarihten alınabilecek dersler açıktır. Pek tabiî bu alanda mukayese yapılırken, çokuluslu bir yapı olan Osmanlı Devleti’nin ayrılıkçı milliyetçilik alanında siyaset üretiminde gösterebilmesi mümkün olan elâstikiyetin, kendini katı ulus-devlet parametreleriyle tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti’nde var olamayacağını belirtmek gereklidir. Osmanlı tarihi bu alanda bize bir laboratuvar hizmeti görebilir; ancak Türkiye’nin bu alandaki manevra alanı çok daha dardır ve bu da siyaset üretiminde fazlasıyla yaratıcı olunmasını gerektirmektedir.
Osmanlı Devleti’nin çeşitli meseleleri uzun süre kabul etmemesi gibi Türkiye de öncelikle bir Kürt Sorunu’nun varlığını görmezlikten gelmiş, bunun dile getirilmesi dahi bir çeşit ayrılıkçılık olarak mütalâa olunmuştur. Dahası, bu alanda Sovyetler Birliği’nde biyolojinin diyalektik materyalizme uydurulması yoluyla yaratılan “Marxist Biyoloji”gibi devlet ideolojisiyle uyum gösteren ama gerçekle alâkası olmayan bir kuram yaratılmıştır. Bu tür kuramların yaratılması ve bunların topluma propaganda yoluyla telkini şüphesiz meseleleri kâğıt üzerinde halletme rahatlığı sağlamaktadır. Ama bu tür kuramların en büyük sakıncası bir süre sonra onlara inanılması ve ortada bir sorun olduğunu söyleyenlerin gerçekte kötü niyetli olduklarının düşünülmesine neden olmalarıdır. Sorunun bu şekilde reddi, bu konuda siyaset üretimi yerine onu ortadan kaldıracağı varsayılan kuram yaratılması, Kürdistan dergisinin 1898 yılında Kahire’de yayınlanması tarihine kadar geri götürülmesi mümkün Kürt proto-milliyetçiliğinin doğuşundan itibaren genellikle azınlıkta kalan ayrılıkçı yaklaşımın Kürt asıllı vatandaşlarımız arasında kabul görmesine neden olmuştur. Süreç içerisinde gitgide uzlaşmaz bir karakter kazanan bu milliyetçilik, merkezin siyaset yerine yasakçılık ve eylemlerine cevap üretmesiyle Kürtlerin sözcüsü olma alanında diğer toplumsal aktörlerin önüne geçmiştir. Merkezce oldukça gecikmeli olarak sahneye konan yeni siyasetler ise, tıpkı Osmanlı Ermeni ve Arnavut siyasetleri gibi, tatmin edici bulunmamıştır. 1930’larda ya da 1950’de merkezle ilişkilerde büyük rahatlama yaratabilecek Kürtçe radyo programları, dilin kullanımında, kültürün yaşanmasında serbestlik benzeri siyasetler yirmi birinci asır başında istenilen etkiyi yaratmamıştır. Tarih bize bir laboratuvar olarak hizmet edecekse yapılması gereken, yasakçılık ve eylemlere cevap vererek siyaset yapma, daha doğrusu yapmama, yerine bunlardan bağımsız, günün gerçekleri ve değerleriyle uyumlu ve toplumsal hassasiyetleri göz önüne alan siyasetler üretilmesidir. Türkiye bu konuda bağımsız bir siyaset plânlamalı ve süreç içerisinde ne türlü eylemlerle karşılaşırsa karşılaşsın bunu sebat ve cesaretle uygulamalıdır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye’de her zaman ayrılıkçılığı savunan Kürt milliyetçileri olacaktır. Türkiye’nin Kürt siyasetinin yasakçılık ve bunların eylem ve söylemlerine cevap biçiminde belirlenmesinden büyük bir hata düşünülemez. Daşnaktsutyun eylemlerine endeksli Ermeni, Başkimi Komitesi’nin söylemine paralel biçimde gelişen Osmanlı Ermeni ve Arnavut siyasetlerinin nasıl neticeler verdiği ortadadır.
Dış güçlere gelince, bu alanda yapılması gereken, tüm dünyayı bu konuda düşmanımız ve bizi parçalama amacını güden bir blok olarak görmek yerine, bilhassa Doğu Avrupa’da sosyalist rejimlerin çöküşü ve Avrupa Birliği’nin genişlemesi sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzenini, bunun değerlerini anlamak ve bunları içselleştirerek kendi siyasetlerimizle uyumlu hale getirmektir. Türkiye bölgesel bir güç olmakla birlikte, bâzı grupların, meselâ ulusalcı hareketin, iddia ettiğinin tersine yeni dünya düzenini, onun değerlerini bütünüyle reddedebilecek bir ülke değildir; ayrıca Türkiye’nin kendisine seçtiği hedefler açısından bu tür bir siyaset son derece anlamsızdır. Bu alanda sadece stratejik kartları kullanarak siyaset yapmanın geçici rahatlık sağlamaktan başka bir netice sağlamayacağı da göz ardı edilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, Hersek isyânı ile başlayan ve Bulgaristan olaylarıyla tırmanan 1875-76 Balkan buhranında, stratejik nedenlerle Osmanlı toprak bütünlüğünün muhafazasını temel dış siyaset yapım ilkelerinden birisi haline getirmiş olan, 1853’te bu alanda savaşı göze alan Britanya İmparatorluğu da, Osmanlı Devleti’ni “ya ıslâhat ya Rusya ile harp”seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştı.
Profesör İnalcık’ın meselenin tarihî boyutunun göz önüne alınması konusundaki ikazları yerindedir. Nâçiz kanaatimce bu boyuta bakılarak saygıdeğer tarihçinin dile getirdiği “hain ayrılıkçılar-dış teşvik, destek-parçalanma”sistematiğinden farklı bir çerçeve üretmek mümkündür. Bu tür edilgen, mağduriyet temelli, ihanet ve sonu gelmeyecek düşmanlık parametreleriyle belirlenen bir sistematiğin oluşmasını önlemek, bu yapılamamış ise bu sarmalı kırmak için, geç de olsa, siyaset üretimi gerekmektedir. Yazımızda değindiğimiz gibi karşı karşıya olduğumuz mesele Türkiye’nin en ciddî sorunudur ve bu alanda zaman inanılmaz derecede önemlidir. Siyaset üretmeden, yasakçılık ve eylemlere cevap verilerek geçirilen her günün sorunun hallini daha zor ve çetrefil hale getirdiğini belirtmek ise herhalde gereksizdir.
Prof. Şükrü Hanioğlu, Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları Bölümü öğretim üyesi. Gelibolu’yu Anlamak’ta yayınlanmasına izin verdiği için kendisine çok teşekkür ederim. (T.Y)