Çanakkale Muharebelerini törenlerle hatırlamak ve muharebe alanlarını ziyaret etmek esasında daha I. Dünya Savaşı devam ederken 18 Mart Deniz Zaferi’nin yıldönümünde 1916 yılında yapılmıştı. Bu tarihten sonra Çanakkale Muharebelerini anmak üzere yapılan törenlerin 18 Mart günü yapılması bir gelenek olmuştur. Resmi törenler 18 Mart’ta yapılsa da kara savaşlarının ayrı olarak hatırlandığı bazı özel günlerde de merasimler yapılmış ve yapılmaktadır.
Bir Mayıs ayında Çanakkale’ye yapmış olduğumuz bir ziyarette, Akbaş Şehitliği’nde çevre köylerden gelen insanların burada Kur‘an okutup hazırlanan yiyeceklerle ikramda bulunduklarına ve bu usulün her sene bir köy tarafından tertip edilerek senelerden beri devam ettiğine şahit olduğumuzda hem şaşırmış hem de çok duygulanmıştık.
Yine son beş-on senedir Anzakların 25 Nisan törenlerine mukabil olmak üzere 10 Ağustos günü Bigalı köyünden Conkbayırı’na yapılan bir yürüyüşle başlayıp Conkbayırı’ndaki törenle son bulan etkinlik resmi-sivil bir organizasyon eseridir.
Bir de Arıburnu’nda 19 Mayıs 1915 günü yapılan ancak bir felaketle neticelenen o talihsiz hücumda şehit olanları anmak adına aynı gün yapılan tören vardır ki bunu belli bir zümre sahiplenip tertip ettiği için (Tıp Şehitleri adıyla) çok kapsamlı olmamaktadır.
İster 18 Mart, ister 10 Ağustos veya 19 Mayıs günü olsun Çanakkale Muharebelerini hatırlamak, şehit ve gazilerin ruhuna Fâtiha okumak, fedakârlıklarını takdirle yâd edip minnet duygularımızı bir kere daha göstermek üzerimize düşen bir borçtur.
İşte aşağıda size bir Çanakkale ziyareti ve törenini anlatan 1952 yılında Sadi Koçaş tarafından Resimli Tarih Mecmuası’nda yayımlanmış bir gezi yazısını aktaracağım.
Bu yazıda Çanakkale’yi ananlar ve zaferi kutlayanlar biraz farklı! Geziye katılan çoğu emekli olmuş ancak bizzat Çanakkale’de savaşmış subaylar; misafir olarak gelmiş yaşlı ziyaretçiler de uzak yakın köylerin ahalisinden olup Çanakkale’de vuruşmuş kahraman gazilerden oluşmaktadır.
Bu yazıda Çanakkale’nin meşhur ve kahraman 27. Alayı’nın komutanı Şefik Bey’le aynı alayın erlerinde Kurucadere (Kocadere) köyünden Gazi Mehmet’in 37 sene sonra karşılaşması gibi dokunaklı hikayeler bulacaksınız.
Ayrıca bu yazı bize Çanakkale’nin 1950’li yıllarda da okul gezilerine sahne olduğunu göstermesi yanında, o zamanki savaş alanının fiziki durumu, ziyaretçilerin katlanmak zorunda kaldıkları meşakkat hakkında da ilginç bilgiler vermektedir.
***
Çanakkale’yi Ziyaret *
Bir sene kadar evvel İzmit Lisesi’nin müdür, öğretmen ve izci talebelerinden otuz kişilik bir grubun 23 Nisan tatilinden istifade ederek Çanakkale Muharebe meydanına yaptıkları ziyarette ben de bulunmuştum.
Boğucu ve bunaltıcı bir sıcak, toz, susuzluk ve yıllardır insan ayağı değmeyen çukurlu, tümsekli kötü bir yolda, kamyon üzerinde saatlerce süren bir yolculuktan sonra Conkbayırı’ndaki Anzak âbidesinin yanına varmıştık. Orada gür, kumral, örgülü saçları, yüzü gözü ve güzel izci elbisesi tozdan bembeyaz olmuş 13-14 yaşlarında genç bir izci kızın, daha dinlenecek kadar bile zaman geçmeden:
— Ağabey, biz burada düşmanlarımızı yenmemiş miydik, Atatürk’ün bir avuç kahramanla düşman sürülerini kovaladığı Conkbayırı burası değil mi? diyerek Anzakların bir türlü alamadıkları Conkbayırı’na sonradan diktikleri muazzam âbideyi teessürle süzdükten sonra sorduğu:
— Bizim şehitlerimiz için hiç âbide yok mu? Bunların hepsi düşmanın mı? sualine cevap verememenin acısını tam bir senedir çeker dururdum.
Birinci Ordu temsil bürosunun Anafartalar muharebesinin 37. yıl dönümünde, Çanakkale muharebe sahasına büyük bir ziyaret tertip ettiğini öğrendiğim zaman daha evvel müteaddit defalar oraya gitmiş olmama rağmen, yeni bir ziyaret vesilesi daha kazandığım için sevinmiştim.
11 Ağustos 1952 sabahı güneşin doğuşunu, Birinci Dünya Savaşı’nda kuvvet, kudret, azametin timsali olan galiplerin, bir yıl önünde dönüp durdukları halde ulaşamadıkları Kilya koyunda seyrettik.
Otuz yedi yıl evvel dövüştükleri yerleri ziyaret ve şehit arkadaşlarının ruhlarına birer fatiha okumaya gelen Çanakkale gazileriyle, kocalarının, babalarının isimsiz ve belirsiz mezarları yerine Çanakkale topraklarına yüz sürmeye gelen şehit aileleri ve yakınlarının Etrüks vapurunun güvertesinden muharebe sahasını seyrederken yüzlerinde tazelenen matemlerinin ifadesini teessürle tetkik ettik.
Cesarettepe’deyiz.. Mehmet Çavuş âbidesinin yanında, merasimin başlayabilmesi için[1] ziyaretçilerin tamamen gelmelerini bekliyorduk. Bahçe kapısından âbideye giden dar yoldan beyaz sakallı, tek kollu bir ihtiyar ağır ağır bize doğru yaklaştıktan sonra, o ihtiyar vücuttan hiç beklenmeyen gür ve canlı bir sesle:
— Merhabalar! diye bizi selamladı.
— Merhaba baba, hoş geldin! Dedikten sonra yanına yaklaştım ve:
— Sen de buralarda savaştın mı? diye sordum.
Keskinliğinden bir şey kaybetmemiş olan gözlerini gözlerime dikerek ve tek eliyle Kemalyeri’ni, Kanlısırt’ı göstererek kısaca:
— Burada, dedi.. 27. Alay’da idim…
— İkinci taburda mıydın?
İhtiyar gazinin gözleri nemlenmiş ve sesi bir anda biraz evvelki kuvvetini kaybedivermişti. Sanki inler gibi bir sesle:
— Nerede bizde o talih oğul? dedi. İkinci taburun bütün kahramanları bu topraklarda can verdiler. Hemen hepsi şehit oldu onların. Ben Üçüncü taburda idim. Biz Kanlısırt’a çıktığımız zaman İkinci taburun son kahramanları da nöbetlerini bize teslim edip can verdiler.
— Biraz sonra o zamanki alay komutanınız da buraya gelecek. Görüşmek isterseniz size haber vereyim.
İhtiyar gazinin yüzünde bir anda değişen manayı ben anlatmaya bile teşebbüs etmeyeceğim. Kalem ve fırça bundan âcizdir. Titriyor mu, kükrüyor mu, boğuluyor mu pek anlayamadığım bir sesle:
— Mehmet Şefik Bey mi oğul? De Allah’ını seversen sağ mı kumandanımız? diye bağırdı.
Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Daha merasim başlamamış, ziyaretçi gaziler gelmemiş, hatipler heyecanlı konuşmalar yapmamışlardı. Fakat ben sanki düşünme kabiliyetimi kaybetmiştim.
— Sağ, biraz sonra buraya gelecek.. diyebildim.
Bu sözlerim bir anda kulaktan kulağa dolaşmış ve etrafımı pek çoğu Çanakkale’nin kahraman gazilerinden olan köylüler sarmıştı. Hepsi o zamanki komutanlarının adlarını sayıyor, onların da sağ olup olmadıklarını, buraya gelip gelmeyeceklerini soruyorlardı. Bir tanesi yanıma sokularak:
— Ben de 57. Alay’da idim. Gazinin en sevdiği alaydı o.. Bizim alaydan kimse gelecek mi bugün?..
— Bilmiyorum, diyecektim. Bir anda gözlerimde kendisini fotoğraflarından tanıdığım 57. Alay’ın kahraman komutanı şehit Yarbay Hüseyin Avni Bey canlandı.
— Bilmiyorum, dedim. Gelince sorar öğreniriz. Yalnız o zamanki alay komutanınız Hüseyin Avni Bey’in oğlu geliyor. Onu size gösteririm. Şimdi generaldir. Havacı General Tekin Arıburnu..
— Arıburnu mu? Demek kumandanımızın oğlu paşa oldu ha?..
Heyecandan boğulacak gibiydim. Boğazıma bir şeyler tıkanıyor gibiydi ki, âbidenin önünde vasıtalardan inmeye başlayan ziyaretçi grubu bu havayı değiştirdi.
Aralarında uzun boyu, dimdik vücudu, yaşlı gözleriyle hemen gözüme çarpan 27. Alay Komutanı emekli Albay Mehmet Şefik Aker’in[2] yanına giderek kendisini eski Mehmetçiklerinin arasına götürdüm. Orada, bu eski silah arkadaşlarının yanında durmak, konuşmalarını tespit etmek ve o heyecanı aziz okuyucularıma da duyurmak niyetinde idim. Fakat Kurucadereli (Kocadere) ihtiyar gazi Mehmet Ünlü ile eski alay komutanı birbirlerine sarılıp öpüşürlerken:
— Beni de bildin mi beyim? Ben Ali Çavuş’um!..
Diye ağlayarak eski komutanının ellerine sarılan diğer bir gazi son mukavemetimi de kırdı. Daha fazla tahammül edemedim bu heyecana.. Fakat nereye gidebilirdim ki.. Her tarafta aynı heyecan hâkim…
*
Merasim başlamıştı. Çanakkale şehitlerinin isimsiz ve belirsiz mezarlarının bugünkü kahraman bekçisi olan Kolordu Komutanı General İhsan Eriç konuşmasını; “5. Tümen İstihkâm Bölüğü takım komutanı olarak Arıburnu’nda ilk lağımı patlatan istihkâm mülazımı İhsan Efendi” diye kendisini tanıtarak bitirdikten sonra ziyaretçileri Çanakkale kahramanlarının manevi huzurunda bir dakika sükûta davet etti.
İkinci konuşmayı yapan emekli Orgeneral Fahrettin Altay[3]; “Çanakkale muharebelerinin başından sonuna kadar buradaki kolordumuzun kurmay başkanı idim” diye söze başladı.
Ondan sonra mikrofon başına gelen Mehmet Şefik Bey konuşurken hemen arkasında idim. İhtimal, ihtimal değil muhakkak, burada dövüşürken bile titremeyen bu kahraman asker; “Alayımın ikinci taburu bu kıyıları gözetlemeye memurdu. Fakat onlar gözetleme vazifelerini, hepsinin ölümü pahasına da olsa, müdafaa şeklinde yaparak kuvvetlerimiz yetişmeden düşmanın Conkbayırı’nı almasına mani oldular” derken bacakları tir tir titriyordu.
Bu heyecanlı konuşmalara Fransız muhariplerinin temsilcisi de birkaç kelime ilave ettikten sonra Çanakkale muharebeleri hakkında izahat veren kurmay yüzbaşı konuşmalarına, büyük hükümdar ve komutan Fatih Sultan Mehmed’e izafeten tekrarladığı:
— Şühedaya rahmet-i Rahman, gazilere şeref ü şan, bu millete fahr ü şükran lâyıktır!.. sözleriyle son verdi.
Cesarettepe’de Mehmet Çavuş âsidesindeki merasime, bembeyaz sakallı bir hoca efendinin ellerini göğe kaldırarak; “Ya Rabbi! Hepsinin mekânı Cennet olsun!” duasıyla son verildi.
*
Conkbayırı’na geldik..
Anzak kolordusunun sekiz ay, birkaç yüz metre mesafeden hasretle ve dehşetle seyrettiği ve zaptetmek için bütün gayretini sarf ettiği halde elde edemediği Conkbayırı’ndayız..
Eteklerinde ve yamaçlarında can veren Anzak askerleri için sonradan Conkbayırı’nın tepesine dikilen muazzam âbidenin etrafına temsil büromuzca ziyaretçiler için çadırlar kurulmuş. Burada Anafartalar ve Conkbayırı harekâtını anlatan genç bir kurmay subaydan sonra Behçet Kemal Çağlar’ı dinliyoruz.
Bir müddet evvel İstanbul radyosunda; “Destan yapmaktan destan yazmaya vakit bulamamıştık” diye bir konuşmasını dinlediğim genç şair Conkbayırı’nda coşmuş; “Biz destanı hep yazı ile sözle olur sanırdık. Meğer taşla da toprakla da destan olurmuş. Burada taşlar konuşuyor, topraklar konuşuyor..” diye Çanakkale’ye yarı manzum, yarı mensur olarak Çanakkale destanını dile getirmeye çalışıyordu.
General Cemil Conk[4] ve onu takiben de emekli Korgeneral Fahri Belen’i[5] dinledik. Onlar da çok heyecanlı.. Harp tarihinde, düşüp düşmemesi bir milletin mukadderatına hükmedecek tek tepe olarak Conkbayırı’nın büyük ehemmiyetini de onlardan öğrendik. Bu sırada Türk hava kuvvetlerinden bir filo Conkbayırı üzerinden uçarak merasime iştirak ediyordu. Daha birçok hatipler konuştular.
Göğsünde Çanakkale’de aldığı madalyaları taşıyan bir İngiliz muharibi de dünkü düşmanlarını saygı ile selamladıktan sonra Conkbayırı’ndaki merasime son verildi.
*
Alçıtepe’deyiz…
Burada eski muharipleri dinledik. General Hakkı Güvendik, teğmen rütbesiyle Alçıtepe’de tarassut vazifesi aldığı günleri anlatırken; Hisarlık, Zığındere, Kirte ve Kerevizdere’de dolaşan gözlerimde oralarda cereyan eden savaşlar canlanıyordu.
Alçıtepe de Conkbayırı’na benzer. Burası da dokuz ay düşman ordularının ilk hedefi olmuştu. Fakat onu da alamadılar. Bu iki alınmaz hedef, uğurlarında can veren şühedanın hatırasını taziz için üzerlerine dikilecek âbidelere ne güzel birer kaide olur diye düşünüyorum.
Çanakkale’de dövüşen ve bütün kudretlerine rağmen mağluben geri çekilen düşman ordusunun otuz iki mezarlık ve âbide ile temsil edildiği bu bir avuç toprak üzerinde, Mehmetçiğe lâyık, ama hakkıyla lâyık âbideler yapmak belki de güçtür. Fakat her güçlük ve imkansızlığı yenmekte üstad olan Mehmetçiğin canlı sembolü olan gençliğin mümessili burada yaptığı bir konuşmada bunu bize vaat etti. Artık Türk gençliği bu güçlüğü de yenecek ve Çanakkale’de Mehmetçiğin şerefiyle mütenasip bir âbide, en kısa zamanda muhakkak yükselecektir.[6]
Sabahtan beri devam eden yorgunluğumuzun bu vaatle azaldığını hissederek Alçıtepe’den ayrılırken, gözlerim gayr-i ihtiyari çok uzaklarda, Conkbayırı’nda yükselen ve ufka izdüşümü düşen muazzam Anzak âbidesine takıldı. O anda bu âbidenin dibinde bir sene evvel üzüntüden kıvranan genç izciyi hatırladım ve vaadinden emin insanlara has bir güvenle kendi kendime mırıldandım:
— Gözlerin aydın olsun Türk kızı… Senin bir sene evvelki üzüntünü bugün hepimiz paylaştık. İnşaallah bir daha bu aziz toprakları ziyarete gelirsen Mehmetçik âbidesinin dibinde de gurur ve iftiharla dolaşırsın.
Akşam üzeri Kilya’dan vapura binerek 18 Mart Deniz Muharebesi kahramanlarının da hatırasını taziz için Karanlık Liman içinde şöyle bir dolaştıktan sonra, Rumeli’deki ilk kalemiz ve Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın Türk milletine armağanı olan Gelibolu’ya çıktık. Hava iyice kararmış olduğu halde, bütün Gelibolulular Çanakkale gazilerini iskelede karşıladılar.
Son yorgunluğumuzu da kendini bildi bileli boru sesleriyle uyuyup boru sesleriyle uyanmaya alışmış olan, bu gazi şehrimizin muhteşem orduevinde bıraktıktan sonra İstanbul’a doğru yol alırken Mehmet Çavuş âbidesinin dibindeki genç kurmay yüzbaşının heyecanlı sesini duyuyordum:
— Şühedaya rahmet-i Rahman, gazilere şeref ü şan, bu millete fahr ü şükran lâyıktır!..
* Bu yazı 1952 yılında Sadi KOÇAŞ tarafından yazılmıştır. (“Resimli Tarih Mecmuası” c. 3, s. 1868-1872).
[1] Şefik Aker hatıratında; Cesarettepe’de 19-20 Aralık 1915 gecesi düşmanın kaçarken patlattığı lağımın açtığı çukuru düzelttirerek üzerinde top mermilerinden bir abide yaptırdığını, 1934’te bu abidenin yerine yeni bir abidenin dikildiğini yazmaktadır. İşte bu Mehmet Çavuş Abidesi, 1960 tarihine kadar Çanakkale’deki yegâne abidemiz olduğundan törenler burada yapılmaktaydı.
[2] Yarbay Şefik Aker, 25 Nisan günü Arıburnu’nda düşmanı ilk karşılayan 27. Alay’ın komutanı idi. 8 Ağustos’ta Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Komutanı olması üzerine 19. Tümen komutanı olmuştur.
[3] Fahrettin Altay, Çanakkale Muharebelerinde Arıburnu’ndaki cepheyi müdafaa eden Esat Paşa kumandasındaki 3. Kolordu’nun kurmay başkanıydı.
[4] Cemil Conk, 4. Tümen Komutanı olarak Conkbayırı muharebelerine katılmıştı.
[5] Fahri Belen teğmen rütbesiyle 8. Tümen’e bağlı 24. Alayın 1. Tabur 1. Bölük komutanı olarak hem Seddülbahir hem de Conkbayırı-Anafartalar muharebelerinde bulunmuştur.
[6] Bu yazının yazıldığı 1952 yılında Çanakkale’de bulunan bugünkü Şehitler Abidesi henüz proje aşamasındadır. Abide ancak 1960 yılında tamamlanabilmiştir.