Biz hekimlerin, bundan 90 yıl önceki meslektaşlarına nazaran çok daha avantajlı olduklarına kuşku yok. Günümüzde yazılabilecek basit bir antibiyotiğin bile henüz daha mevcut olmadığı, bacaktaki orta derecede bir yaranın mikrop kapmasıyla kolaylıkla tüm vücuda yayılıp sepsis tablosuna yol açabildiği, kafa, göğüs yaralanmalarının kaderine terk edildiği dönemlerdi o dönemler… Birinci Dünya Savaşı; ‘ilaç yok, malzeme yok’ gibi mazeretlerin arkasına sığınmayan hekimlerin çok da ön plana yansımayan mücadelelerinin öyküsüydü aynı zamanda. Düşman ise İngilizler gibi karşıdaki siperlerin içerisinde ya da Ruslar gibi yalçın dağların ardında değil; ya bir bitin dışkısında tifüs mikrobu olarak ya anofel cinsi dişi bir sivrisineğin midesinde sıtma mikrobu olarak ya da pislikten pisliğe konan bir karasineğin ağzında dizanterinin mikrobu olarak saldırıyordu. Bu mücadelenin bilgileri, tıp tarihiyle ilgili birkaç çalışma ya da bir kütüphanenin tozlu raflarında sıkışıp kalmış birkaç anı kitabının içerisinde gizliydi.
Çanakkale savaşı ve doktorlar
Sağlık hizmetlerinin düzenlenmesi, bir savaşın idaresinde ön planda gibi görünmez. Ancak savaşı kazandıran ya da kaybettiren faktörlerin başında gelir. Osmanlı ordusunun yaşadığı Balkan Savaşı faciasının en fazla akılda kalan yönlerinden biri de kolera salgınıydı. Özellikle Hadımköy-Yeşilköy hattında koleradan ölmüş binlerce kişiyi getiren vagonlar, sürekli ishal ve kusmayla sıvı kaybederek bir kenarda ölümünü bekleyen asker görüntüleri, Balkan Savaşı bozgunuyla özdeşleşmiştir. Savaşta kaybedilen asker sayısına yakın vaka tespit edilmişti. Daha bu bozgunun yaraları sarılmadan patlak veren Birinci Dünya Savaşı’na girerken de orduda tabip ve yardımcı sağlık personeli sayısı yeterli olduğu pek söylenemezdi. Personel ve malzeme eksikliğinin zararları I. Dünya Savaşı ilerledikçe daha fazla ortaya çıkacaktı. Savaşın başlamasıyla saldıran Ruslara çok daha sinsi, güçlü bir düşman eşlik edecekti Kafkas Cephesi’nde… ‘Lekeli humma’ adıyla da bilinen tifüs! Bitlerle bulaşan bu hastalık, 3. Ordu mevcudunun büyük kısmının kırılmasına neden olacaktı. Ateşler ve vücutlarında giderek artan pembe döküntülerle asker, komutan, sivil demeden binlerce kişiyi öldüren bu hastalığı başlangıçta çaresizlik içerisinde seyredecekti hekimler… Sarıkamış bozgunundan sonra yerde üst üste yığılmış hasta askerlerle dolu bir hastaneye giren Enver Paşa’nın bu düzensizlikten sorumlu tuttuğu başhekim Binbaşı İbrahim Bey’i azarlayıp rütbelerini söktüğü, doktorun da “üzüntüden” öldüğü anlatılacaktır çeşitli kaynaklarda.(1) Yine Sarıkamış bozgununun mimarlarından Hafız Hakkı Bey de bu ölümcül hastalığın pençesinden kurtulamayacak, askerler arasında “biz Ruslara değil, bitlere yenildik” sözü bir darb-ı mesel olarak kalacaktır…
1915 yılının tıbbi olanakları göz önüne alındığında hastalıklara karşı koruyucu hekimlik uygulamalarının daha ön planda olduğu görülür. Binlerce insanın siperler içerisinde son derece sağlıksız koşullarda savaşmaya, yaşamını idame ettirmeye çalışması çok sayıda sağlık sorununu beraberinde getirmişti. Salgın yapan enfeksiyon hastalıklarında öncelikli alınacak tedbir vakayı ayırmak, enfeksiyona yol açabilecek koşulları ortadan kaldırmaktı. Bu konuda en başarılı sonuç lekeli humma (tifüs) hastalığı konusunda elde edilmiştir. Büyük felaketlerin yeni buluşlara zemin hazırladığı gerçeği burada da değişmeyecek, Dr. Reşad Rıza (Kor) tarafından tifüslü hastadan alınan kanın 60 derece sıcaklıkta defibrine edilmesiyle elde edilen ilk tifüs aşısının Dr. Tevfik (Sağlam) Bey ve arkadaşları tarafından birliklere uygulanmaya başlanması ayrıca sıkı karantina önlemleriyle bu korkunç düşmanla baş edilebilecekti. 3. Ordu Alman Kurmay Başkanı Binbaşı Guse, anılarında Dr. Tevfik (Sağlam) Bey’in çok kudretli bir şahsiyet olduğunu belirtecek, “O koşullarda ne yapmak mümkünse hepsini zamanla yapmıştı.” diye yazacaktır. İlginç olan, müttefikimiz Alman doktorların son derece başarılı sonuçlar alınan bu aşının kullanımına itirazlarıydı. Bunun bedelini de yazık ki Türk dostu Alman Mareşal Goltz ödeyecekti. Doktorunun istememesi nedeniyle aşı olmayan Mareşal Goltz, Osmanlı 6. Ordu komutanıyken yakalandığı tifüs hastalığından 19 Nisan 1916’da Bağdat’ta vefat edecek, kaybı Osmanlı ordusunda büyük üzüntüye neden olacaktır.
Zor şartlar altında mücadele
Tifüsle mücadele eden hekimlere hava değişimi verilmesi, bir süre memleketlerine gitmesi düşünülmüş; ancak bunun salgının yayılmasına yol açabileceği endişesiyle vazgeçilmiştir. Çok sayıda sağlık görevlisinin başta tifüs olmak üzere çeşitli hastalıklardan vefat etmesi de sadece Doğu Cephesi’nin değil I. Dünya Savaşı’nın gerçeğiydi. Çeşitli kaynaklar umumi harp felaketinde aralarında gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının da olduğu 300 civarında Osmanlı sağlık subayının vefat ettiğini belirtir. Yıllar sonra bir bilim yuvasının, Ankara Üniversitesi’nin kurucuları arasında yer alacak olan genç Yüzbaşı Abdülkadir (Noyan) Bey, Balkan Savaşı’ndaki kolera felaketini yaşayan bir hekim olarak koruyucu önlemlerin karantinanın (ve tabii ki bunların bizzat takip edilmesinin) ne kadar önemli olduğunu görmüştü. Birliklerin elbiselerini bitlerden temizlemek için kendi birliğindeki sahra fırınlarının kuruluşuyla, nasıl yanması gerektiği ve hararetinin derecesiyle bizzat ilgilenecekti. Abdülkadir (Noyan), Çanakkale Savaşı’nda görev aldığı 1. Kolordu birliklerinin ve sonrasında Irak cephesinde görev aldığı 6. Ordu birliklerinin sağlık problemleriyle nasıl baş etmeye çalıştığını anılarında ayrıntılı olarak anlatacaktır. Çanakkale Savaşı şartlarında kurduğu mütevazı laboratuvarıyla bugün bile enfeksiyon hastalıklarının tanısı ve izleminde son derece önemli yere sahip olan lökosit sayısı, gaita mikroskopisi, kan kültürü, kalın damla yayması vs. gibi tetkikleri yapacak, bütün hastalıkları ayrıntılı istatistiklerle not edecekti. Tifo ya da dizanteri gibi vakaların çıkması durumunda, herhangi bir salgına dönüşmeden mutlaka nedenini bulmayı hedefleyecek, sahra helâlarının söndürülmüş kireç ve kireç sütü ile dezenfekte edilmesi, içme sularının kaynaklarının temizliği gibi tedbirlerle bizzat titizlikle ilgilenecekti.
Özellikle Mayıs 1915’te Kumkale bölgesinde ciddi sıtma salgını görülmüştü. Bölgenin sazlık ve bataklık yapısında kolaylıkla üreme imkanı bulan sivrisinekler, hastalığın süratle yayılmasına neden olmuşlardı. Savaş şartları nedeniyle bataklık kurutma işlemi yapılamamış, şahsi korunma tedbirleri önerilmişti. Birliklere haftada iki gün birer gram kinin verilerek hastalığın yayılması önlenmeye çalışılmıştı. Ancak bunun da yeterli olamayacağı açıktı. Kumkale’de iki erin aniden vefat etmesi üzerine birlik hekimi Yüzbaşı Sabri Bey kusurlu görülerek divan-ı harbe verilmiş, Dr. Abdülkadir Bey tarafından erlere otopsi yapılmış, iç organlarda bir değişiklik saptanmamış; ancak mikroskopla yapılan incelemede, dalak ve kanda bol miktarda habis bir sıtma türünün parazitlerine rastlanmış, hekimin sorumluluğu olmadığı ortaya çıkmıştı.
Dr. Tevfik Sağlam’ın ve Dr. Abdülkadir Noyan’ın anıları bir hekimin çok zor şartlarda neler yapabileceğinin kanıtıdır. Her ikisi de genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren insanoğlunun değişmeyen düşmanları sıtma, tüberküloz, tifo vs. hastalıklarla mücadelede yerlerini alacaklardır. O zorlu şartlarda hizmet veren tüm hekimlerimizi 14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle bir kere daha rahmetle anıyoruz.
(1) Aktaran: Prof. Dr. Hikmet Özdemir “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918” Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2005, s. 297.