GELİBOLU’YU ANLAMAK

Enver Gülşen’le Savaş ve Sinema Üzerine… ( Tuncay Yılmazer )


  1. Merhaba Enver Bey. Sizi Taraf Gazetesi’nde Her Taraf köşesindeki makalelerinizden ve Derin Düşünce sitesindeki (www.derindusunce.org) fikir, sinema eleştirisi ve tasavvuf üzerine nitelikli yazılarınızdan tanıyorum. Gelibolu’yu Anlamak sitesinde de Birinci Dünya Savaşı ile ilgili filmlerin sinema sanatı açısından değerlendirecek, eleştirilerini yapacaksınız. Doğrusu yazılarınızı merakla bekliyor ve okuyucularımızın da bir hayli yararlanacağını düşünüyorum. Mütevazı siteme katkıda bulunmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Dilerseniz sizi kısaca tanıyalım…

 


Öncelikle ben teşekkür ederim. Katkım olabilirse ne mutlu bana. Asıl  mesleğim mühendisliktir. Uzun yıllar elektronik ve bilgisayar teknolojilerinde araştırma geliştirme çalışmalarında bulundum. Ancak son birkaç yıldır mesleğimi devam ettirmekle birlikte okumalarımın dışavurumu olarak yazma ve yazdıklarımı yayımlamak gibi bir gayret içindeyim. Hayatı, bütünlüğü ve derinliği ile algılamak niyetinde olduğum için uzmanlaşma yerine daha üstten ve bütünlükçü bir bakışla hayatın derinliğine nüfuz etmeye çalışıyorum. Bu yüzden sanatın, edebiyatın, politikanın, felsefenin ve dinin birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılamayacağını düşünüyorum. Yazılarım da aslında bunun çabaları mahiyetinde değerlendirilebilir. Sinema, sanat veya düşünce yazılarımın hepsinin birbirleriyle geçişli olmasına ve bu yazıların, uzmanlık yerine bana açtıkları kapıların arkasındakileri görmeye niyetlenmiş yazılar olmasına çalışıyorum. Umarım bir gün başarırım.


 



  1. İlk sorum bazı popüler sinema terimleri üzerine olacak… Sıkça duyuyoruz. Savaş filmi, Tarihi film, epik film…Bu terimlerin sinema sanatı açısından tanımlaması var mı?

 


Aslında sinema eleştirisi ve sanatı açısından elbette bu terimlerin hepsinin birer karşılığı vardır; ancak ben sinemada türlerin bu kadar keskin bir çizgiyle birbirinden ayrılabileceğini düşünmüyorum. Elbette ilk bakışta savaş filmi, tarihi film ya da epik film olarak değerlendirilebilecek ve bu türlerin içinde kategorize edilebilecek filmler vardır. Ancak benim açımdan önemli olan şey, o filmin tarihi nasıl anlattığı, ya da belgeselci bir üslupla tarihi doğru ele alıp almadığı değil, anlattığı insanlık durumunun bugüne nasıl taşındığıdır. Çünkü bugüne taşınmayan ve bugünde bir anlam taşımayan hiçbir filmin kalıcı olabileceğini düşünmüyorum. “Bugün”den kastım ise tarihin içindeki bütün “bugün”lerdir. Bir film ancak bu şekilde evrensel olabilir bence. Çünkü insanlığın hakikati öyle çok değişken değildir; daha çok o hakikatin ele alınış biçimi değişir.


 



  1. Gerçekten savaş ortamı insanın yaşayabileceği en dehşetli duyguların ve koşulların birlikteliği… Sinema sanatı açısından bu koşulların ve duyguların yansıtılması ve verilmek istenen mesaj da önemli. “Deer Hunter” Avcı’nın yönetmeni Michael Cimino’nun “Savaşla ilgili iyi bir film savaş karşıtı olmalıdır.” dediğini okumuştum. Siz bu görüşe katılır mısınız?

 


Savaş yandaşlığı, ya da savaş karşıtlığı…bence her iki açıdan da sanatçının ele alacağı konuya bu şekilde angajmanı, onun yaptığı eseri angaje bir eser hâline döndürür. Elbette sanatçı savaş karşıtı olabilir (ki bana kalırsa makbul olan da budur) ancak bu, savaş filminin illa savaş karşıtı bir “angajmanla” dile getirileceği manasına gelmemeli bence. Çünkü eninde sonunda bakış açınız ve bakışın kendisi politik bir bakıştır. Savaşın mahiyetine göre sizin savaş karşıtlığınız ya da yandaşlığınız anlam kazanır, ya da anlamını yitirir. Eğer politik bir doğruculukla ele alacaksak, mesela Vietnam’da ülkesi binlerce kilometre öteden gelen birileri tarafından işgale uğramış birilerine, savaş karşıtlığını empoze etmek tam anlamıyla savaş yandaşlığının bizzat kendisi olacaktır.


 



  1. Bir filmin hem militarizmi kutsaması hem de sanatsal açıdan  çok başarılı olması mümkün mü?

 


Bu soru çok zor bir soru. Ancak şunu söyleyebilirim: hiçbirimizin eli temiz değil. Bu yüzden bu kutsamanın “kör gözüm parmağına” bir kutsama olmasının zaten filmi bir tür propagandaya çevireceği için sanatsal açıdan değersizleştireceğini düşünüyorum. Ancak bu sadece militarizmin kutsanması açısından değil, diğer tür politik angajmanlar için de geçerlidir bence. Mesela ünlü İngiliz yönetmen Ken Loach, Marksist kesim tarafından işçi sınıfının dertlerini tasalarını, problemlerini büyük bir cesaretle ve politik bir angajmanla ele aldığı için çok sevilir. Ben ise Ken Loach’ın en iyi filminin, politik bir dili olmayan ama buna rağmen çok şiddetli bir toplumsal protestoyu içinde sırf sanatsal özelliği açısından taşıyabilen “Kerkenez – Kes” filminin olduğunu düşünüyorum. Çoğu önemli görünen filmi ise benim için çok değerli olmayan filmlerdir. Bence soruyu şu şekilde ele almak gerekli: bir sanatçı politik coşkuyu sanat eserine doğrudan yansıtabilir mi? Bence sanat eserine doğrudan yansıtılan politik coşku, aynen Tarkovsky’nin söylediği gibi sahtekârlıktan başka bir şey değildir.


 



  1. Sinemayla yakın ilgilenen bir dostum söylemişti. Amadeus filminde Mozart’ın ölümünün tarihi gerçeklere uymadığı konusundaki eleştirilere Milos Forman, ben belgesel değil film çekiyorum diye cevap vermiş. Tarihi film gerçeklere uymalı mıdır? Yönetmenin bu konudaki tasarrufu nereye kadardır? Bu soruyla eminim çok sık karşılaşmışsınızdır. Siz ne düşünürsünüz?

 


Ben, bu konuda Forman’la aynı şekilde düşünüyorum. Tarihi filmin gerçeklerle birebir uyumlu olması filmi belgesele götürür (uyumlu da olabilir elbette ama belgesel gibi ele almamak koşuluyla). Ayrıca tarihin kendisi zaten çok yönlü algılanmaya müsaittir bence. En başta söylediğim gibi bir yönetmenin filminde o tarihi olayı bugüne nasıl taşıdığı ve o olayı bugün için nasıl anlamlı kıldığı önemlidir. Amedeus bence çok vasat bir film; ama bu vasatlığı tarihi çarpıtmasından değil, tarihin içinde kalıp bugüne taşınamadığı için anlamlı olmaktan uzak olmasından kaynaklanıyor bence. Forman’ın çok daha önemli filmleri vardır…


 


Tarkovsky, Andrei Rublev’i yaptığında, SSCB’li eleştirmenler ve devlet görevlileri tarafından tarihi yanlış aktarmakla suçlanmıştı. Tarkovsky, filmin amacının tarihî bir bilgi aktarmak değil, bir sanatçının (Andrei Rublev bir ikon ressamıdır) çevresinde gelişen savaş, yıkım, eziyetler kısacası toplum ile ilişkisinin onun sanatının gelişimindeki etkisini anlamaya çalışmak olduğunu söylemişti. Bence de bir sanatçı duruşu bu şekilde olmalıdır.


 


 



  1. Gelibolu adlı filmin final sahnesinde yönetmen Peter Weir, Avustralyalıların Türkler karşısındaki bir saldırıda ağır kayıp vermesini İngiliz birliklerinin hatasına bağlar. Gerçekte yakındaki Yeni Zelanda birliğinin hatasıdır. Yukarıdaki soru bağlamında yine tekrarlayacak olursam, sizce yönetmenin bu davranışı etik olarak doğru mu?

 


Doğrusu üstte söylediğim gibi bir filmin amacı tarihsel “doğruları” birebir aktarmak olmayabilir. Yönetmen bence bu konuda sonsuz bir tasarruf hakkına sahiptir. Çünkü film bir kurgudur ve yönetmenin amacı tarihsel bir olayı olduğu gibi aktarmak değil, o filmin içerisindeki belirli bir insanlık durumunun günümüze taşınarak anlaşılmasına çalışmak olmalıdır. Bu açıdan, Peter Weir’in bunu neden yaptığını bilmemekle birlikte, çok eleştirilebilir bir davranış olduğunu düşünmüyorum.


 


 


 



  1. Zengin bir tarihimiz var diye övünürüz. Zaman zaman da medyada yakınmalar duyarız. Bir Fatih’in, Kanuni’nin, Atatürk’ün doğru dürüst filmi yok diye.  Ancak neden Türkiye’de doğru dürüst bir tarihi film çekilemiyor? Sorun sadece maddiyat mı sizce?

 


Doğrusu tarihi film denen kategorinin çok keskin kullanılmasına karşıyım. Türkiye’de büyük bütçeli filmler çekilebiliyor. Ama büyük bütçeler sinema açısından büyük yeteneklere değil, sinema esnafına ve tüccarlarına düştüğü için ortaya sadece tarihi film açısından değil, tüm filmler açısından pek verimli bir ortam çıkamıyor. Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem vesaire…bu insanlar film çekebilmek için büyük özveriyle mücadele ediyorlar. Bence dünya sineması içinde dahi çok önemli olabilecek filmler çıkıyor. Ama bu sanatçıların filmleri, arkasında büyük reklam kampanyaları olmayınca doğru düzgün izlenemiyor bile. Ancak, bir sürü “çöplük” milyonlarca izlenebiliyor. Şimdi o çöplükleri yapanların elinde büyük imkan var ama yetenek ve sinema sanatçısı ruhu yok… sanatçı olanlarda da para yok. Böyle olunca bu kısır döngüden çıkabilmek çok zor görünüyor.


 


Bir de ben, “hadi Kanuni’nin, Atatürk’ün filmini çekelim” denilerek çekilecek bir filmin Hollywood’un benzer filmlerinden daha nitelikli olabileceğini düşünmüyorum. Sanatçı bir tür vahiyle konusunu belirler. Ismarlama konular sanatçı değil, esnaf bulur karşısında. Öyle olunca o filmin nitelikli bir film olmaması sürpriz olmamalı bence.


 


 



  1. Pentagon’un Holywood ile gerek 2.Dünya Savaşı ve gerekse Vietnam Savaşı’nı anlatan filmler için işbirliği yaptığını biliyoruz. Bir yönetmen böyle bir işbirliğinden sinema sanatı açısından iyi bir film çıkarması mümkün mü? Bu tip birlikte çalışmalara ne diyorsunuz?

 


Bu konuda fikrim daha önce de bahsettiğim gibi çok nettir. Bir tür angajmanla iyi bir film çekilemez. Eli yüzü düzgün, tekniği sağlam filmler çıkabilir ama iyi film bambaşka bir şey gerektirir: bağımsız bir sanatçı ruhu…


 


 


 


 


 


 



  1. Bir görüşmemizde Arabistanlı Lawrence filmini çok başarılı bulmadığınızı söylemiştiniz. Doğrusu bu değerlendirmeniz ilgimi çekti. Hafızam beni yanıltmıyorsa  7 Oscar almış bir filmdi. Bu yargınıza tarihi gerçeklere uymaması açısından mı vardınız?

 


David Lean’ın tüm filmlerini, büyük bir özenle çekilmiş; ama bir o kadar da düz filmler olarak görürüm. Arabistanlı Lawrence da öyle bir film bence. Sinema sanatının en önem verdiğim özelliği, diğer sanatlarda olmadığı kadar insan hakikatine yakınlaşma potansiyelidir. Ancak Lean’in, filmlerinde tarihi kişiliklerle iş görüş biçimi, kişilik olarak derinleşemeyen robotlarla uğraşır gibidir. David Lean Dünya sinemasının o döneme kadar bulunmuş sinema dili ile ilgili kaynaklarını en teknik şekilde kullanır; ama arkasında bir sanatçı değil, bir tür mühendis vardır kameranın. O yüzden filmleri hiçbir şekilde derinleşemeyen hikâye anlatan çizgi romanlar gibi kalır. Benim sinema anlayışım ise hikâye anlatan klasik sinemanın çok ötesinde bir anlayıştır. Sinema sanatı hikâye anlatmak için değil, insan ruhuna ulaşma kapasitesi açısından biriciktir bence. David Lean filmlerinin hiçbirisinde bunu görebildiğimizi söyleyemem.  Belki Dr.Jivago filmi biraz da Pasternak etkisiyle bunun dışında kabul edilebilir…


 



  1. Akademinin Oscar için savaş filmlerine yaklaşımı nasıldır?

 


Benim Oscar ödüllerine bakışım maalesef olumsuzdur. Oscar ödüllerinin, büyük bütçeli filmler yapmış olan büyük prodüksiyon şirketlerinin bir yarışması olduğunu düşünüyorum. Elbette iddialı bir savaş filminin büyük bütçesi dolayısıyla Oscar adayı olması çoğunlukla kaçınılmazdır. Ancak benim açımdan son 50 – 60 yılın Oscar ödülleri sinema sanatına büyük katkıları olmuş filmlere ya da yönetmenlere değil, çok daha sıradan filmlere gidiyor.


 



  1. Hepimizin genel olarak bildiği popüler savaş filmleriyle dikkati çeken birkaç yönetmen ismi vereyim. Sizin görüşlerinizi alayım. ( Şüphesiz çok sayıda film var.  İlk aklıma gelenler.  Oliver Stone (Platoon), Terence Malick ( İnce Kırmızı Hat ) , Francis Ford Coppola ( Kıyamet) Steven Spielberg ( Er Ryan’ı Kurtarmak, Schindler’in Listesi ) Franklin J. Schaffner ( General Patton ) Brian De Palma  (Savaş Günahları )

 


Platoon’u önemli bir film olarak görmüştüm ilk izlediğimde. Ancak sonraki izleyişlerimde bu görüşüm büyük oranda değişti. Oliver Stone’un nispeten önemli bir yönetmen olduğunu düşünsem de çok az filminin vasatı aştığını düşünüyorum.


 


İnce Kırmızı Hat, Terrence Malick’in benim çok önemli bulduğum filmidir. Aslında savaş filmi olarak kategorize edilse de, bence kullandığı dil ile daha çok savaşan insanların ruhsal durumuna odaklanan bir filmdir. Malick ise gerçekten çok az ama öz film yapan büyük bir yönetmendir bence.


 


Kıyamet’in de çok önemli bir film olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde bu filmin de aslında savaş ortamını bir çıkış noktası olarak alarak, insan ruhunun karanlık taraflarına yaptığı odaklanmanın çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Conrad’ın romanını (Karanlığın Yüreği) çıkış noktası yapan film, hiçbir şekilde romanın altında ezilmiyor (genelde iyi edebiyat eserleri iyi film olamaz. Filmler genelde o edebiyat eserinin altında ezilir).


 


Spielberg’e gelince sözünü ettiğiniz iki filmin de Spielberg’de çok fazla görünen bir iticilik taşıdığını söyleyebilirim. Spielberg dünyada çok fazla büyütülen bir yönetmen; ama bir tane dahi vasatın üstü filminin  olduğunu düşünmüyorum. Sanatçı değil sinema mühendisliği için verilebilecek ilk örnektir Spielberg! Er Ryan’ı Kurtarmak filmini bir ara yazdığım bir yazıda savaş pornosu olarak değerlendirmiştim. Schindler’in Listesi ise “bak ben ciddi bir film de yapabiliyorum” demek için yapılmış gibi… Ama yine de ciddiyetten uzak bir film!


 


Palma’nın Savaş Günahları’nı sanıyorum izlemedim. Patton filmini ise seyrettiğimden bu yana çok uzun süre geçti. Sadece klasik bir Hollywood tipi savaş filmi olduğunu hatırlıyorum hepsi o kadar!


 



  1. Sizin savaş filmleri ya da tarihi filmlerdeki favori yönetmenleriniz kimler? Kesinlikle izlememizi önerdiğiniz filmler…

 


Açıkçası kategorize etmenin doğru olduğunu düşünmüyorum. Savaş filmi ya da tarihi film olarak kategorize edilsinler ya da edilmesinler savaşı ya da tarihi bir olayı çıkış noktası olarak ele alan ve çok sevdiğim yönetmenler vardır.


 


 


 


 


Tarkovsky benim için tüm zamanların en büyük yönetmenidir. Onun tüm filmlerini öneririm elbette. Ama Andrei Rublev, İvan’ın Çocukluğu, Ayna filmlerinde savaş ve tarihi olayların bir çıkış noktası oluşturması söz konusudur. İvan’ın Çocukluğu tek bir savaş sahnesi göstermeden savaşın bir çocuğun yüreğinde ve ruhunda açtığı derin yaralarla ilgili bir filmdir. Ayna ise bambaşka bir filmdir ama bu film Rusya’nın yaklaşık 35-40 yıllık sürecinin de tarihsel olarak arka planda bulunduğu bir filmdir.


 


Jean Renoir’un “Büyük Aldanış” filmi yine ilk aklıma gelenlerden.


 


Bergman’ın savaş ortamını bir çıkış noktası olarak alan büyük eseri “Utanç” filmi…


 


Kurosawa’nın kimi filmleri (Kagemusha, 7 Samuray, Ran vesaire) belirli bir savaşı değil ama savaş ortamının insanla ilişkisini de ele alırlar.


 


Theo Angelopoulos’un hemen tüm filmleri Yunanistan tarihini ve Avrupa’daki savaşları arka planda kullanır.


 


Polonya’lı yönetmen Adrzej Wajda tarihsel filmler açısından çok önemli bir yönetmendir.


 


Miclos Jancso da Macar sinemasında bu konudaki büyük ustalardan birisidir.


 


Pasolini’nin Hz. İsa’nın hayatına kendince bir bakış attığı “Gospel According to Saint Matthew” filmini  ve tarihsel sayılmasa da mitsel denebilecek “Oedipus Rex” ile “Medea” filmlerini herkese tavsiye ederim.


 


Kubrick’in bazı filmlerini, ilk dönem Sovyet sinemasından Pudovkin ve Eisenstein’in bazı filmlerini; hem Vidor hem de Borzage’ın Silahlara Veda uyarlamalarını; Pontecorvo’nun “Cezayir Savaşı”nı; Rene Clement’in, Gore Vidal ve Coppola’nın senaryolarını yazdığı “Paris Yanıyor Mu?” filmini; Nazi’lerin propoganda yönetmeni olmakla birlikte önemli bir yönetmen olan Lina Riefensthal’ın filmlerini; Sokurov’un Alexandra, Boğa, Güneş filmlerini ve bazı belgesellerini; Rosselini’nin “Roma: Açık Şehir” ve “Almanya: Sıfır Yılı”nı; Bertolucci’nin bazı filmlerini; elbette Elem Klimov’un muhteşem filmi “Gel ve Gör”ünü; Mike Nichols’un Heller uyarlaması Catch-22’sini; Chukrai’nin “Askerin Türküsü” filmini; Chaplin’in “Great Dictator” filmini; John Ford’un kimi filmlerini önerebilirim. Aslında çok fazla film var bu tür kategorilere sokulabilecek. Ancak ilk akla gelenler bunlar.


 


 



  1. Türk sinemasından örnek verebileceğiniz film ve yönetmen var mı?

 


Doğrusu Türkiye sinemasında çok önemli bulduğum ve tarihin bir bölümünü veya savaş ortamını çıkış yapan ve beni etkilemiş çok fazla yönetmen bilmiyorum. Tomris Giritlioğlu’nun sinema niteliği açısında orta düzey olsa da cesur filmlerinin bu açıdan bir eksikliği doldurduğunu söyleyebilirim. Ancak Türk sinemasında benim sevdiğim yönetmenler bambaşka bir mecradan hareket ediyorlar.


 



  1. Ziya Öztan’ın Kurtuluş ve Abdülhamid Düşerken adlı filmleri maddi destekli büyük projelerdi. Ancak nedense izleyenleri pek tatmin etmedi. Neden?

 


Çok fazla izleyicileri oldu mu bilmiyorum ama ikisi de son derece vasat filmlerdi bence.


 



  1. Atom Egoyan’ın senaryosunu yazıp yönettiği Ararat filmi bildiğiniz gibi bir hayli tartışmalara neden olmuştu. Siz bu film için neler söylemek istersiniz?

 


Atom Egoyan, genel olarak beğendiğim bir yönetmendir. Bu motivasyonla Ararat’ı izlemiştim. Açıkçası çok fazla “kör gözüm parmağına” tarzı bir propaganda filmiydi. Egoyan gibi önemli bir yönetmene yakıştıramadığım bir filmdi doğrusu. Yine sinematografisi ve sanatsal yönü açısından iyi denebilecek bir durumdaydı; ancak propaganda niyeti filmin o yönünü de iğdiş ediyor bence.


 


 


 



  1. Suriyeli yönetmen Mustafa Akad için özel bir başlık açmayı gerekli gördüm. “Çağrı” ve “Ömer Muhtar” adlı filmlerinin her sahnesini neredeyse ezbere biliyoruz. Mustafa Akad hakkında ne düşünüyorsunuz?

 


Çağrı’nın da Ömer Muhtar’ın da beni çok etkilediğini söyleyebilirim. Çağrı, sonuçta bir mesajın; üstelik benim seve seve buyur ettiğim bir mesajın filmi olduğu için önyargı ile beğendiğim bir filmdi. Ancak benim sinema anlayışımla çok uygunluk sağlamadığını bile bile böyle düşündüğümü söylemeliyim.


 


Ömer Muhtar ise, tarihsel arka planı bir yana Müslüman bir inanmış kişinin (Muhtar’ın) ruhuna girebilmeyi başarmıştı. Bence Müslüman bir yönetmeninin sinemasına uzak bir film değildi. Her ikisi de birer başyapıt değildir ama her ikisi de en azından önemli filmlerdir.


 


 



  1. Gelibolu’yu Anlamak sitesinde Birinci Dünya Savaşı konu eden filmleri değerlendireceksiniz. Önce hangisinden başlayacaksınız? Belli bir nedeni var mı?

 


Aslında ilk aklıma gelen Tarkovsky’nin “İvan’ın Çocukluğu” olmuştu. Ancak Tarkovsky’ye hayranlığım biraz fazla göze battığı için, vazgeçip Renoir’in “Büyük Aldanış” filmini ele almanın daha doğru bir başlangıç olacağını düşündüm. Renoir hem büyük bir yönetmendir; hem de filmi en önemli savaş karşıtı filmlerden (bu karşıtlığın nasıl bir şey olduğunu yazıya saklayalım) birisidir.


 



  1. Verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederim. Okurlarımız sizin görüşlerinizi yazdığınız film eleştirilerinden çok daha ayrıntılı okuyacaklar.

 


Ben teşekkür ederim. Umarım bir faydamız dokunur.


 


 


 


 

12.789 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir