Yenilgileri yazmak zordur bizler için… “Tarihimizin şeref levhaları” arasında kalan o karanlık günleri eşelemek, acı gerçeklerle, göz göre göre yapılan hatalarla yüz yüze gelmek, çoğu zaman hazmı zor, tadı acı mı acı, üstelik yan etkisi çok fazla bir ilacı almaya benzer. Genellikle tarihimizdeki başarısızlıkların nedenlerinin incelenmesi akademik, dar çerçeveli tartışmaların konusudur. Bu arada sürekli tekrar edilen, düşünmeyi dumura uğratan sloganlar da söylenir durur. “Araplar bizi arkadan vurdu” ya da “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık!” vs. gibi… Üstü örtülen , nedenleri anlaşılmayan, araştırılmayan her yenilgi o ülkenin geleceğine ait bir kapıyı örter aslında… Askeri ya da siyasi bir başarısızlıktan iyi ders alındığı, nesillere iyi anlatıldığı takdirde çok daha fazla ders çıkarılabilir. Batı literatüründe askeri ve siyasi başarısızlıklarla ilgili çalışmalar çok daha dikkat çeker. Örneğin Çanakkale Savaşı ile ilgili yabancıların (daha doğrusu kaybedenlerin !) eserleri bizimkiyle karşılaştırıldığında bir hayli fazladır.
İçinde bulunduğumuz dönem sanki bu anlayış değişiyor gibi… Tarihe artan ilgi “niçin” sorularını da beraberinde getirdikçe birbiri ardına nitelikli araştırmalar, saklı kalmış anılar birer birer ortaya çıkıyor.
“Tarihin Sarıkamış Duruşması” adlı çalışmasından tanıdığımız Dr. Ramazan Balcı’nın “Osmanlı’yı Yıkan Cephe – Filistin” (Nesil Yayınları-2006) adlı kitabı da yakın tarihimizin acı gerçeklerinden birisine ışık tutuyor, Osmanlı Devleti’nin sadece Filistin’den değil tarih sahnesinden fiilen çekilmesine yol açan bir yenilginin perdelerini aralıyor.
Dr. Balcı çalışmasında öncelikle Osmanlı Devletinin savaşa girmesi ve cihad ilanından sonra Suriye ve Filistindeki “sancak-ı şerif’in” açıldığı günleri anlatıyor. “Mısır Akınına koşup giden birlikler arasında Osmanlı coğrafyasını temsil eden bütün unsurlar vardı. Arnavut bölüğü, Kürt taburları, Urban müfrezesi, Arap alayları, Ermeni birliği, Mevlevî taburları, Kadiri bölükleri, Çerkes gönüllüleri, Dürzi takımları ve Anadolunun askerliği peygamber ocağı sayan ulu gönüllü Mehmetçikleri hep aynı sevdaya gönül vermişlerdi. Sancak hepsinin gözünde birlik demekti, düzen demekti. Onun dalgalandığı yerde namusları emniyetteydi, hukukları korunurdu”.(s. 24) Kanal Harekâtı tamamen Almanların isteği doğrultusunda planlanmış, İngilizleri Süveyş kanalı üzerinden vurmayı amaçlayan bir seferdi. Ocak 1915′de Sina çölünde yaklaşık 350 kilometrelik mesafeyi boydan boya geçen 30.000 kişilik Osmanlı Ordusunun kavurucu sıcağa ve her türlü imkansızlıklara rağmen gerçekleştirdiği destansı yürüyüş, kitapta çok çarpıcı şekilde anlatılıyor. Balcı’ya göre Süveyş Kanalının öbür yakasındaki İngiliz mevzilerine Şubat 1915′de yapılan ve ağır kayıplarla sonuçlanan Kanal Harekâtının halka ve askerlere anlatılış şekliyle ordu komutanlarının planları arasında farklılıklar var. Özellikle harpten sonra yayınlanan anılar; harekâtın Mısır’ı ele geçirmekten çok, İngilizlere Süveyş kanalı boyunca güvende olmadıklarını hissettirmek için yapıldığını ortaya koymuş, Kanal Harekâtı Çanakkale savunmasının bir dereceye kadar tamamlanmasına imkan sağlamıştı. (s. 55)
Balcı çalışmasında aynı zamanda, günümüzde de çok tartışılan bir konuyu gündeme getirerek yıllardır tekrarlanan, hiç sorgulanmadan kabul edilen bir olgu olarak kabul ettiği Arap isyanını irdeliyor. İngilizlerin özellikle Bedevi Arap kabileleri, ya da Mekke Emiri Şerif Hüseyin gibi sempatizanları üzerinden ayrılıkçı hareketleri körüklediğini belirten Balcı, İttihat-Terakki politikalarının Araplar üzerindeki olumsuz etkilerini İngilizlerin her fırsatta kullandığını belirtiyor. Buna en çarpıcı örnek de, iktidarı elinde tutan İttihat Terakki Partisinin Enver Paşa ve Talât Paşa ile birlikte triumvirasından biri olan bölgedeki 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın birçok Arap aydınını ihtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayarak divan-ı harbe verip sonrasında 6 Mayıs 1916′da Şam’da idam ettirmesi. Gerçekten de söz konusu idamlar Türk-Arap ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya yol açmıştı. Özellikle Cemal Paşa’nın Bab-ı Ali’den gelen tepkilere ve isnad edilen belgelerin tartışmalı olmasına rağmen (-ki bu belgeler tamamen savaş öncesine aitti ve ileri sürülen suçlamalar 1913 başlarında ilan edilen genel affın kapsamına giriyordu) bu idamları gerçekleştirmesi her kesimden tepki çekmişti.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen başta Filistin olmak üzere hiçbir Arap vilayetinde toplu isyan görülmemişti. İngilizler “Arap İsyanı” adı verilen çapulcu hareketini Şerif Hüseyin ve etrafına toplanan bedevilerle yönettiler. Ağustos 1918′de İngilizlerin Filistin cephesindeki son büyük harekata başlamalarının hemen öncesinde Arap isyancıların son gücü topu topu 8000 kişilik 2 tümenden ibaretti. Oysa sadece Filistin bölgesinde 1 milyona yakın Arap nüfus yaşıyordu. Balcı’ya göre bu rakamlar “Arap isyanı” adı verilen olayın siyasi nedenlerle büyütüldüğünün açık bir göstergesiydi.
Cephane eksikliği, susuzluk, iaşe tedarikindeki birçok aksaklık ve teknik imkansızlıklara rağmen Gazze-Telşeria-Birüssebi hattında bulunan Osmanlı Ordusunun Gazze Muharebelerindeki başarıları her türlü övgüye değerdi. Ancak bölgedeki dengeler, İngiliz General Admound Allenby’nin 28 Haziran 1917′de başa gelmesinden sonra değişecektir. Batı cephesindeki başarılarıyla göz dolduran Sir Allenby, İngiliz Başbakanı Lloyd George’a, Filistin’e karşı düzenlenecek büyük bir harekâtla Kudüs şehrini miladi yılbaşında hediye olarak sunmak istediğini açıklayacaktı. (s.117)
İngilizlerin böyle bir harekata çok iyi hazırlandıkları anlaşılıyor. Allenby ulaşım, su ve gizlilik olarak belirlediği 3 sorunu en kısa zamanda halletme yoluna gitmiş, demiryolu hatlarını uzatmış, aldatma amaçlı boş askeri kışlalar inşa ettirmiş, çok sayıda su kuyusu kazdırmış, özellikle Yahudi kökenli casuslardan büyük ölçüde yararlanmıştı. Buna karşılık Osmanlı Ordusu komuta kademesinde özellikle Cemal Paşa ile Alman General Falkenhayn arasında yaşanan anlaşmazlıklar kaçınılmaz sonu beraberinde getirecekti. Allenby’nin ordusu söz verdiği gibi Noel’den önce muzaffer bir edayla Kudüs’e girmiştir. (9 Aralık 1917) Kudüs’ün düşmesi Osmanlı Devleti için kaçınılmaz sonun başlangıcıydı.
Filistin’in elde kalan kısmını savunmak için kurulan Yıldırım Orduları Komutanlığı’na General Liman Sanders’in atanması çok fazla bir şeyi değiştirmeyecekti. Çanakkale Savaşını kazanmış Osmanlı 5. Ordusu’nun komutanı olan Liman Paşa bir kere daha hatalı savunma stratejisiyle gündeme gelecek, Filistin’in geride kalan üçte birini düz bir cephe hattıyla savunması felaketle sonuçlanacaktı. Sorun sadece hatalı plan değildi elbette. Balcı’ya göre gece gündüzlü devam eden çarpışmalarda çok yıpranmış, doğru dürüst bakım yapılmamış, her türlü ikmal olanaklarından yoksun bırakılan kıtaların elverişsiz arazi şartlarında zaman zaman yeterli topçu desteğinden de mahrum bir durumda çok üstün düşmana karşı taarruzlara sevkedilmesi bir çok yerde ağır kayıplara yol açmıştı. Öyle ki kağıt üzerinde ordu adıyla anılan birlikler neredeyse tümen mevcuduna inmiştir. Türk birliklerinin bu şekilde cömertçe harcanması, savaşın sonunu etkileyecekti. ( s. 175)
Ramazan Balcı’nın bu saptaması aslında Birinci Dünya Savaşı’nın geneline uygulanabilir. Müttefik kabul edilen bir ülkenin komutanlarına emanet edilen bu ülkenin evlatları Çanakkale’den Galiçya’ya, Sarıkamış’tan Filistin’e bir çok cephedeki hatalı taktiklerin, planların kurbanı olmamışlar mıydı?
“Osmanlı’yı Yıkan Cephe – Filistin” kitabı; okurken sizleri kâh duygulandıracak, kâh rahatsız edecek bir kitap. Ancak yaklaşık 400 yıl adaletle, tüm milletlerin haklarına saygılı bir şekilde yöneten idarenin (ve iradenin) bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Ortadoğu’nun 90 yıldır iflah olmadığını bilmek, hüznünüzü ve rahatsızlığınızı daha da artıracak.