GELİBOLU’YU ANLAMAK

İmparatorluğun Gözyaşları – Balkan Savaşı’nı Neden Kaybettik ? ( Tuncay Yılmazer )

“……Mazisiyle benliğime, ruhuma kuvvet veren Fatih minarelerinden bir sürü ruhlar bana ‘Ey Meşhed’i bırakan bedbaht ordunun subayı! Hâlâ nasıl yaşıyorsun diyor!’ Bütün ordunun bozgunlukları yüreğimi çökertiyor, yüzümü yerlere kapattırıyor.Kan ağlayan kalbim kalan vatan parçalarının bütün güzellikleri için kardeşini kaybetmiş bir insan şefkatiyle titriyor…..”


Birinci Dünya Savaşı’ndaki Sarıkamış Harekâtı’ndan hatırladığımız Yarbay Hafız Hakkı Bey,  Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilginin nedenlerini incelediği “Bozgun” adlı eserinde  yukarıdaki hüzünlü satırlara yer verir. Osmanlı Sultanı 1. Murad’ın Kosova’daki türbesi olan “Meşhed’i Hüdavendigâr’ı “ kaybetmenin verdiği hüzün yerini intikam duygularıyla dolu şu satırlara bırakacaktır: ……Bu kadar elemlerden bu kadar kara günlerden sonra beni yaşatan,  bu kadar lekeli bozgunluklardan sonra bu üniforma ile milletin karşısına çıkmak cüretini veren, içimi yakan bu büyük emelin intikam ateşi ve Milletle Ordunun gençliğinde gördüğüm ümid-i istikbâl nûrudur…[i]


8 Ekim 1912 tarihinde Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilanı ile başlayıp                ( çatışmalar, ateşkesler, antlaşmalar ile ) aralıklı olarak 30 Eylül 1913’de Bulgaristan ile yapılan İstanbul Antlaşması ile biten Balkan Savaşlarının tarihimizin en acı, en kara sayfalarından birisi olduğuna kuşku yok. Nasıl olmasın ki? Neredeyse 400 yıldır adaletle hükmedilen, İslam eserleriyle nakış nakış işlenen bu topraklar imparatorluğun tarihinde yaşadığı en ağır mağlubiyetler serisi ile kısa bir süre içerisinde elimizden çıkıp gitti. Gidenler sadece tipik bir Anadolu kasabasından farkı olmayan nazlı Üsküp, mağrur Manastır ya da  cıvıl cıvıl Selanik değildi elbette…Giden çokkültürlülük içerisinde hoşgörüydü, adaletti, renklilikti. Bu kavramlar aradan geçen bir asıra yakın sürede bir daha bu topraklara uğramayacaktı. Gelenler ise canının yanında çocuklarını, iki-üç parça eşyasını yağmur, çamur içerisinde güç bela İstanbul’a ve oradan da Anadolu’ya ulaşabilen bir milyona yakın Rumeli göçmeniydi.


Prof. Zafer Toprak  çeşitli dillerdeki to balkanize (ing.) , balkanizer (Fr.) balkanisieren (Alm.) kelimelerinin bir bölgeyi birbirine düşman topluluklara bölmek anlamına geldiğini belirtiyor.[ii] Aslen Türkçe bir kelime olan Balkan sözcüğü 20.yy’da coğrafi bir bölgeyi tanımlamaktan ziyade zihinsel bir algılamayı temsil ediyordu. 1878 Berlin Antlaşması sonrası Batı Avrupa Tarih yazımında coğrafi ve siyasi birimlerin milliyetçi ideolojilerle parçalanarak küçük devletler haline dönüşmesi halini tanımlamak için “Balkanlaşma” kavramı geliştirilmişti.[iii] Özellikle Fransız ihtilâlinin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımının en fazla etkilediği yerlerin başında çok sayıda milleti barındıran Balkan Yarımadası geliyordu. 1912-1913 yılları arasındaki Balkan Savaşları , Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflığı ve Balkan devletlerinin başta İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmak üzere büyük güçlerin  muhalefetine rağmen ulusal birlik sorunlarını çözme kararlılığı nedeniyle patlak verdi.  1878 yılından beri Berlin Antlaşması’nın düzenlemeleri sayesinde Balkan Yarımadası’nda barışı korumuş olan Büyük Güçler 1912’ye gelindiğinde bunu Balkan Birliği karşısında zorlayacak kararlılıktan yoksun hale gelmişlerdi. [iv] Balkan Devletlerinin 1878 sonrası mevcut statüsünün devamı Avrupalı büyük güçlerin işine geldiği söylenebilir. Balkanlar çok verimli, cazip bir bölge değildi. İstediklerini dayatabilecekleri Osmanlı hükümetinin devamı daha işlerine geliyordu. Ancak Rusya , Balkan Devletleri arasında Alman ve Avusturya karşıtı bir ittifak kurma düşüncesindeydi. Rus Dışişleri Bakanı Sazanov , Bulgar ve Sırp hükümetlerini aralarında bir ittifak kurmaya ikna etmişti.[v] İttifakın görünüşteki amacı Bâbıâli’yi Makedonya’da reform yapmaya zorlamaktı  ana amacı ise Türkleri Balkanlar’dan uzaklaştırmaktı. [vi] Osmanlı Ordusunun yıprandığı ve zayıfladığı düşüncesi , Trablusgarp ve Arnavutluktaki gelişmeler Balkan Devletlerinin Makedonya üzerindeki heveslerini kamçılamıştı. 13 Mart 1912’de Sırbistan ve Bulgaristan ittifakı imzalandı. Antlaşmanın maddeleri Fransız basınında Haziran ayında yayınlandı. Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu ile en önemli problemi Girit adasının statüsüydü.[vii] Söz konusu ittifaka Yunanistan 29 Mayıs  1912 tarihinde katıldı. II.Wilhelm’in onayı olmadan Yunanistan’ın bu ittifaka girmesi pek mümkün görünmüyor. [viii]


Mart 1912’de Balkan Devletleri arasındaki anlaşmalardan nasıl olup da Osmanlı yöneticilerinin haberi olmadığı çok açık değildir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi savaş istemiyordu. Sofya Büyükelçisi Asım Bey, Kral Ferdinand’ı ziyaret etmiş, romatizma nedeniyle tedavi gören kral ona “Görüyorsunuz , savaşacak halim mi  var? demişti. Asım Bey İstanbul’a çektiği telgrafta “Balkanlardan imanım kadar eminim. Hiçbir harp zuhur edemez” diyecekti.[ix] Bundan sonraki gelişmeler hem diplomatik basiretsizlik hem de istihbarat körlüğü  sıfatlarını hak eder. Balkanlarda çıkabilecek ihtilaflarda tarafsız kalması kaydıyla Sırbistan’a Selanik limanından Fransız menşeli top ve cephane sevkiyatına izin verilmesi ve savaş başlamadan hemen önce 120.000 askerin terhis edilmesi ilginçtir. Sebep ne olursa olsun ciddi bir istihbarat zaafı olduğu açıktır. İttifaka son katılan Karadağ’dı. 27 Eylül 1912’de Sırbistan ve Karadağ işbirliği antlaşmasını imzaladılar. Karadağ’ın savaş masraflarını Rusya üstlenecekti. [x]


Savaş çıktığında Rumeli’deki Osmanlı Ordusu’nun durumu şuydu: Başkomutan Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve Genel karargâh İstanbul’daydı.  Dört kolordu ve bir süvari tümeninden oluşan Abdullah Paşa komutasındaki Doğu Ordusu’nun harekat alanı Dimetoka-Kırklareli hattıydı. Savaşın Trakya ovalarında kesin sonucunun alınacağı açıktı. Edirne ise 17 tabya, 50000 askerle Şükrü Paşa komutasındaki bir kuvvetle savunulacaktı.  Selanik merkezli Batı ( Makedonya ) ordusu ise Ali Rıza Paşa komutasındaydı. Biri Sırbistan-Bulgaristan sınırında , diğeri Karadağ cephesinde , üçüncüsü de Epir ve Teselya cephelerinde çarpışacak üç kolordudan  oluşuyordu.[xi]


Osmanlı ordusunun durumu vahimdi. Harp stokları yetersiz, silah ve malzeme eksikliği had safhadaydı. Doğu ordusu ve Batı Ordusu’nun asker sayısı planlananın çok altındaydı. İki ordu toplam 290000 askeriyle tüm Balkan devletlerinin 480000 kişilik ordusuna karşı savaşmak zorunda kalmıştı.[xii]


Bilinenin aksine ilk saldıran taraf Osmanlı İmparatorluğu olmuştu. Harbiye Nazırı Nazım Paşa , daha öne Ahmet İzzet Paşa tarafından yapılan savunma planların aksine taarruz yanlısıydı. 22 Ekim 1912’de  Bulgar ve Sırp Cephelerinden hücuma geçen Osmanlı Ordusu bir hafta içinde tüm cephelerde ağır bir bozguna uğradı. İşin trajik tarafı 24 Ekim’de hem Batı Ordusu’nun Kumanova’da , Doğu Ordusu’nun da Kırkkilise ( Kırklareli ) bölgesindeki yenilgilerini Sırp ve Bulgarların ilk anda algılayamamalarıydı! Osmanlı Ordusu taktik ve stratejik girişimler uygulayabilen, birlikleri arasında düzenli koordinasyonu sağlayabilen düzenli bir silahlı güç olma vasfını tamamen kaybetmişti. [xiii]  Doğu ordusu 29 Ekim’deki Lüleburgaz- Pınarhisar muharebeleri ile tutunmaya çalışsa da hezimetler devam etti.  Bulgar Ordusu karşısında Çatalca hattına kadar çekildi. Sırp Ordularının saldırısıyla Makedonya’nın büyük bölümü kaybedildi. Manastır, Üsküp, Selânik gibi adları Osmanlı Devleti ile anılan şehirler birer birer elimizden çıktı. Osmanlı Batı Ordusu ile Doğu ordusu arasındaki bağlantı koptu. Yunan Epir Ordusu Yanya’yı kuşatmaya çalışırken , Veliaht Konstantin komutasındaki Yunan Ordusu Selanik’e ilerledi.


Aslında bu muharebelerin çoğuna ne derece çarpışma deneceği tartışılır. Çoğu yerde asker silah bırakmış, savaş alanından kaçmıştı. Şevket Süreyya Kırklareli kaybedildiğinde  Türk  piyadesinin kaçışı, Bulgar süvarisinin ilerleyişinden daha hızlıydı !”[xiv] diye yazar.


Diplomasiden umudun giderek azaldığı dönemde İstanbul basının attığı savaş çığlıkları, gösteriler başlangıçta iyimser bir beklentinin  doğmasına yol açsa da cepheden gelen ilk haberlerle hava değişmişti. Askeri hezimet o kadar süratli gelişmişti ki Avrupa’nın ileri gelen devletleri bile hiç bu kadar kısa sürede Osmanlı Ordusu’nun mağlubiyetini beklemiyorlardı. Oysa savaşın hemen başlangıcında sonuç ne olursa olsun sınırların değişmeyeceğini açıklamışlardı. Osmanlı birliklerinin Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar karşısında düştükleri aciz durum yakından izleyen bir çok gazeteci ve gözlemcinin hatıratında acı acı belirtilir. Savaşı izleyen Fransız gazeteci Stephane Lausanne “Abdullah Paşa’nın zabitleri mısır köklerini tırnaklarıyla kazıyarak, biraz unla kaynatıp kumandanlarına veriyorlardı.” diye yazar.“ 175.000 kişilik bir kuvvet kumandanının yiyecek ekmeği yoktu….Bu bir hastalar yaralılar kafilesi değildi….can çekişenler kortejinin arkasında , çamur deryası boyunca bağırsaklarını toprağa boşaltan iki büklüm gölgeler seçiliyordu.”[xv]


Sırpların Makedonya üzerindeki Kumanova muharebesini kazanıp hızlı ilerleyişleri, Bulgarların İstanbul’a 35 km. kadar yaklaşabilmeleri , Edirne’yi çepeçevre sarmaları ,  şimdiki  Yunanistan’ın Epir bölgesinin önemli kenti Yanya’da ve şimdiki Kuzey Arnavutluk’ta,  İşkodra’da toparlanmaya  çalışan bozgundan geriye kalabilen Türk askerleri … Savaşın ilk günlerinden itibaren İstanbul’un yolunu tutan  binlerce mülteci… İntikam hisleriyle dolu Bulgar, Sırp ve Yunan askerlerinin sivil Müslümanlara yaptıkları mezalim… Silahını bırakıp kaçan, komutanlarını dinlemeyen ya da koleranın pençesinde kıvranan binlerce asker… Balkan Savaşları denince hemen başlangıçta akla gelen görüntüler… Tarihini hep kahramanlıklarla, zaferlerle anlatmaya alışkın bizler için gerçekten pek yenilir yutulur sahneler değildi yaşananlar. Görünen  o ki Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki toprakları çok kısa bir süre içerisinde elden çıkmıştı. 1913 Şubat ayında Osmanlı Ordusu’nun Çatalca önündeki Bulgar ordusunun gerilerine sarkmak için yaptığı Şarköy çıkartması, deniz, kara ve az sayıda da olsa hava kuvvetlerinin bir arada kullanıldığı amfibik bir savaşın ilk örneğiydi. Ancak gerekli koordinasyon oluşturulamadığı için harekât başarısız olmuştu.[xvi]


Birçoklarına kısa bir süre öncesine kadar söylenilse kötü bir şaka kabul edilebilecek gerçek ortadadır artık. Bulgarlar 12 Kasım’da Çatalca-Büyükçekmece hattına dayanmışlardır. 17-19 Kasım 1912 tarihleri uçurumun kenarından dönüldüğü, Bulgar Ordusunun Çatalca önünde durdurulduğu günlerdir. Ancak tam bu sıralarda ortaya çıkan çok daha sinsi ve tehlikeli bir düşman milliyet tanımadan ortalığı kasıp kavurmaktadır.. Kolera! Alman Berliner Tagesblatt Gazetesi İstanbul muhabiri Feldmann  günümüz İstanbul’unun gözde semtlerinden Yeşiköy’ü “ tam bir dehşet manzarası hakimdi. Caddelerde yatan yaralılar ve cesetler görülmüştü. Demiryoluyla, arabayla ya da yorgun argın çıplak ayakla gelen hastaların açık alana yerleştirildikleri Yeşilköy, “Kolera tarlası”namıyla anılmaya başlamıştı” diye anlatıyor..[xvii]


Birinci Balkan Savaşı’nda en başarılı ülke Sırplar olmuştu. Kumanova muharebesi ( 23-24 Ekim 1912 ) sonrasında Makedonya’nın büyük bölümüne sahip oldular. Ancak bu ilerleyiş ileride Balkan Birliği arasında doğacak sorunlara zemin hazırlayacaktı. Nedeni ise Bulgaristan’ın da Makedonya üzerinde hak iddia etmesiydi. Her iki taraf bu konuda Rusya’nın hakem olmasını kabul etmişti. Ancak Rus diplomasisi sorunu çözmekte  son derece başarısızdı. Özellikle Bulgarlar Rus desteği konusunda tam bir hayal kırıklığı yaşadılar.[xviii]


Ateşkes antlaşmaları, barış konferansları artık tek bir yerin Osmanlılarda kalması için uğraş verilmektedir. Edirne! Edirne’den ötesine geçmenin gerçekçi olmadığı ortaya çıkmıştır. Üstüne üstlük özellikle Ocak 1913’te büyük devletlerin baskılarıyla Kıbrıslı Kamil Paşa yönetimindeki hükümet Edirne’yi bile vermeye razı hale gelecek, ancak her şey kanlı Babı- li baskınıyla değişecektir. 23 Ocak 1913 baskını , İttihat Terakki’nin ipleri tamamen eline almasının başlangıcıdır. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’da çıkan çatışma da öldürülür. İlginçtir; bakanlar kurulundaki herkes  korkudan sinerken Kamil Paşa, Enver Bey’in uzattığı istifa dilekçesini “cihet-i askeriyeden gelen baskıyı” belirterek ( “halktan” ifadesi de tehditle ekletilerek)  imzalayacaktır.[xix] 15 Nisan 1913 tarihinde Çatalca’da yapılan ateşkes ve 22  Nisan 1913’de İşkodra’nın Karadağlılara teslim olması Birinci Balkan Savaşı’ndaki çatışmaları sona erdirir. Kayıp korkunçtur. Tunaya’nın deyişiyle  “6 milyonu çok az aşkın nüfuslu, 173.000 km2 ‘lik Koca Rumeli” Osmanlı aile albümünde bir hatıra fotoğrafı olarak kalmıştır artık. [xx]


Kuşkusuz en zararlı çıkan Osmanlılarla birlikte Bulgarlar görülüyordu. Sırbistan’la Yunanistan’ın Makedonya’nın kuzey ve güneyini paylaşmaları, ayrıca kuzeydeki Romen tehdidi Bulgaristan için savaşın başlarındaki başarılarına rağmen ciddi bir dezavantajdı.  Taraflar arasındaki yoğun diplomasi trafiği çıkmaza girince  29/30 Haziran gecesi Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan yeniden savaşa tutuştular. Fırsatı değerlendiren iki ülke vardı. Biri ilk savaşa katılmayan Romanya, diğeri ise kaybettiği prestijini yeniden kazanmak isteyen Osmanlı Devleti. Enver Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu 22 Temmuz 1913’de Edirne’ye girecek, en azından teselli bulacaktır.[xxi] 


Balkan Savaşı’nda en az savaşan ordular kadar, belki daha fazla, acıyı ve dramı canına, ırzına ve malına saldırılan, yerinden göçertilen sivil halklar yaşadı. Aynı şekilde katledildiler, tecavüze uğradılar ve sürüldüler. Camiler ve havralar aynı şekilde kirletildi ve tahrip edildi. Selânik’e giren Yunan orduları Müslümanlardan çok Yahudi katliamı yaptılar.[xxii]


 


 


Peki yenilginin nedenleri neydi? Ne olmuştu da tarihi zaferlerle dolu bir ordu , düşmanlarını bile şaşırtacak derecede hızla mağlubiyete sürüklenmiş, başkenti bile kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, eski başkenti olan Edirne Bulgarların eline geçmiş, Makedonya Sırplarla Yunanlılar arasında paylaşılmıştı? Milletçe en büyük özelliğimiz olan yenilgileri fazla gündeme getirmeme, ders çıkarmama özelliğimize en iyi örnek Balkan Savaşı verilebilir. Oysa Balkan Savaşı başarısız bir diplomasinin, siyasete bulaşmış bir ordunun  yapıcı değil yıkıcı muhalefetin bileşiminin nelere mal olacağına dair çok çarpıcı örnekler içerir. İmparatorluk dışişleri yanıbaşındaki Balkan ülkelerinin yaptıkları ittifakları görmemiş/görmemezlikten gelmiş, ordu komuta kademesi ise başından itibaren hem fiziki hem mental olarak dağınık/lakayt bir duruş sergilemiş, muhalefeti temsil eden İttihat-Terakki Cemiyeti ise savaşın neticesinden çok baştaki hükümetin bu vesileyle dağılması için uğraşmıştır. Richard Hall,  Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan müttefikleri arasındaki çelişkilerden yararlanma konusunda dikkat çekici başarısızlık gösterdiğini belirtir. Hall’e göre, en büyük düşman Bulgaristan’a karşı Sırp ve Yunanlılara bir takım tavizler verilebilir, bu girişim en azından Asya yakasından kuvvet aktarmalarında zaman kazandırabilirdi.[xxiii]


Ordunun siyasallaşması en önemli faktörlerin başında geliyordu. Eski bir Harbiyeli olan, 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin eline esir düşüp sonraki yaşamını Arap Bağımsızlığı davasına adayan Cafer Al-Askeri anılarında  İttihatçı Türk subayların ordunun yenilmesinden Nazım Paşa’yı sorumlu tutabilmek için yerlerini terk ettiklerini yazar.[xxiv] Savaş sırasında Batı Ordusu’nda görevli Teğmen Rahmi ( Apak )  ise bizzat şahit olduğu bir olayda İttihatçı bir subayın , Hürriyet ve İtilafçı Kara Sait Paşa’ya Beşinci Kolordu Muharebe idare yerinde silah çektiğini anlatır.[xxv] O dönem kabine üyelerinden olan Şeyhüislam Cemalettin Efendi anılarında imparatorluk kuvvetlerinin subayları çoğunlukla partizan siyasetle meşgul oldukları için askerlik kurumunun özü olan hiyerarşi zedelenmiştir”  diye yazacaktır[xxvi] 24 Ekim’de Kumanova’da Sırplar karşısında dağılan Vardar Ordusu’nun Komutanı Ferik Zeki Paşa yenilginin nedenini subayların görevlerine karşı kayıtsız kalmalarına, askerlik dışındaki işlerle meşgul olmalarına bağlar.[xxvii] Şüphesiz örnekleri çoğaltmak mümkündür. Balkan Savaşı öncesi Osmanlı Ordusu birçok yönden eksiktir, savaşa hazır değildir. İşin ilginç yanı Genelkurmayın ileri gelen üst düzey subaylarının bu acı gerçeği bilmeleridir.


Başarısız diplomasi, istihbarat zaafı , savaş durumu ile karşı karşıya kalan bir ülke muhalefetinin( İttihat-Terakki Cemiyeti’nin ) destekleyici olmak yerine , hükümeti her durumda zor durumda bırakmayı amaçlaması , ordu mensuplarının siyasetle çok içli dışlı olması, dönemin hükümetinin ise gerekli kararlılıktan yoksun olması Balkan felaketini getirmiştir. Savaş sırasında darbeyle iktidara gelen İTC , felaketin nedenlerini iyi tahlil edememiş, intikam hırsıyla hareket etmişti. Yazının giriş bölümünde yer verdiğimiz Balkan Savaşı literatüründe önemli bir yeri olan Bozgun’da , Hafız Hakkı Bey’in yenilginin nedenleri arasında ordunun politikaya bulaşmasını belirtmemesi dikkat çekicidir.[xxviii]


İttihat ve Terakki Cemiyeti önderlerinin çoğu Balkan mağlubiyetinin asıl suçlusu olarak gayri Müslimleri görüyordu. Balkan Harbi’nin ardından devletin Hıristiyan nüfustan ve onların yol açtıkları problemlerden kurtulduğuna nerdeyse sevindiler. İTC yeni hedefini, Goltz Paşa’nın daha önce yayınlanan bir makalesinde önerdiği gibi Edirne ile Halep arasındaki coğrafyada tutunmak olarak belirledi. [xxix] Öyle ki  bazı yazarlar İTC’nin Balkanları bilerek terk ettiğini iddia edeceklerdir.[xxx] Bu kadarını iddia etmek çok zorlama olsa da ( çünkü çoğunun Rumeli kökenli olduğu hatırdan çıkarılmamalı) olayların gidişatı  İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmek için Balkan Savaşı’nın kaos ortamında her türlü vasıtadan yararlandığını gösteriyor. Ayrıca  İTC Osmanlıcılık ideolojisini neredeyse tamamen terk ederek  yeni rotasını Türkçülüğe çevirecekti. İntikamcı hislerle hareket edilmesi, yenilgi nedenlerinin iyi değerlendiril(e)memesi, özellikle Enver Paşa’nın başa gelmesiyle hemen hemen ordunun ve aydınların büyük bir kısmına sirayet eden yukarıdaki ruh hali , sporadik gösterişli başarılara rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan da başı önünde ayrılmasına yol açacaktır. 


Bu makale Kültür Dergisi Mart 2009 Rumeli Özel Sayısı’nda Yayınlanmıştır.






[i] Hafız Hakkı , Bozgun , Tercüman Yayınları 1001 Temel Eser, S. 30-31



[ii] Prof. Zafer Toprak,  Richard Hall’ın Balkan Savaşı ( Homer Kitabevi, 2003 ) adlı eserine yazdığı önsözden…



[iii] Sacit Kutlu , Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında  Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s.529



[iv] Richard Hall,  Balkan Savaşı 1912-1913, Homer Kitabevi, İstanbul, 2003 s. 29



[v] Kutlu ,  s. 319



[vi] Kutlu ,  s. 322



[vii] Aram Andonyan , Balkan Savaşı,Aras Yayıncılık, İstanbul, 2. Baskı , Ekim 2002 s.67-72 Balkan Savaşı konusundaki en önde gelen bir kitabı ,( yayınlanmasından sadece iki yıl sonra tehcir olayının gerçekleştiği göz önüne alındığında ) bir Osmanlı Ermenisinin yazdığının öğrenilmesi şaşırtıcı gelebilir. Andonyan kitabında Türk ve Müslümanların çektiği acılardan, Türk askerinin gösterdiği kahramanlıklardan bahsediyor.



[viii] Kutlu , s.319



[ix] Kutlu  , s. 320



[x] Kutlu , s. 320-322



[xi] Andonyan ,  s.217, Hall s. 30



[xii] İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1993, s.11



[xiii] Kutlu  , s. 332



[xiv] Aydemir, s. 316



[xv] Aktaran  Tarık Zafer Tunaya Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 3 İttihat ve Terakki , İletişim Yayınları, İstanbul, 2007 s. 555



[xvi] Kutlu , s. 369



[xvii] Wilhelm Feldmann, İstanbul’da Savaş Günleri, Selis Kitaplar, İstanbul, 2004  s. 70-71



[xviii] Hall ,  s. 140



[xix] Tunaya s.515



[xx] Tunaya,  s.562



[xxi] Kutlu s. 392



[xxii] Kutlu s. 404



[xxiii] Hall, s. 185-186



[xxiv] Cafer  el Askerî , İsyancı Arap Ordusunda Bir Harbiyeli , Klasik Yayınları, İstanbul, Ekim 2008 s.175



[xxv] Rahmi Apak , Yetmişlik Bir Subayın Anıları, Türk Tarih Kurumu Yayınları ,Ankara 1988, s.70



[xxvi] Aktaran , M. Naim Turfan , Jön Türklerin Yükselişi, Alkım Yayınevi, Kasım 2005, s.236



[xxvii] Turfan s.237



[xxviii] Tunaya s. 584



[xxix] Kutlu, s.405  Balkan Savaşı’nın sonuçlarının değerlendirildiği önemli bir yazı için bkz. Sacit Kutlu , Balkan Harbi’nin Toplumsal, Siyasal ve Ekonomik Etkileri, www.geliboluyuanlamak.com/ makale_detay.php?haber_id=117



[xxx] Fuat Dündar , Modern Türkiye’nin Şifresi , İletişim Yayınları, İstanbul , 2008 s.57-61  Dündar Osmanlı Ordusu’nun en yetenekli subaylarının neden Balkanlarda savaş ihtimali belirmesine rağmen Trablusgarp’ta olduğunu, neden savaşın başlamasından hemen sonra yurda dönmediklerini   sorar. Dündar İttihatçıların tavrının vurdumduymaz olduğunu belirtiyor. 

35.982 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir