Demir Yolu Savaşları
Türkler 1899’da Almanlarla Konya’dan Bağdat’a ve daha sonra Basra Körfezine kadar uzanan demiryolu yapma iznini veren anlaşmayı imzaladılar.
Böyle bir yol, imparatorluğun başkentini, ulaşımı son derece güç ve uzak olduğu için yönetimi son derece güçleşen Mezopotamya ile birleştirecekti. İyi bir ulaşım imkanı ile tarımsal ürün fazlasına ihraç imkanı sağlandığı zaman, Mezopotamya, çok daha fazla ürün alınabilecek bir hale gelecekti.
Mezopotamya halkının önemli bir kısmı göçebe Kürtlerden oluşmaktaydı. Bunlar arasında devletin hiçbir otoritesi yoktu. Kürt aşiret reisleri duruma egemendiler. Buna, hemen hemen tüm yerel nüfusun, sultanı halife olarak kabul etmeyen şiilerden oluşması eklendiğinde padişah otoritesinin zayıflamasına zorunlu olarak neden oluyordu. Bu nedenle Mezopotamya merkezlerinin demiryoluyla İstanbul’a bağlanması İstanbul hükümetine buralardaki otoritesini pekiştirme imkanı verecekti.
1891’de Rus elçiliğinin İstanbul’daki birinci sekreteri Çarıkov, Küçük-Asya demiryolları hakkında bir rapor hazırladı. Türkiye’de demiryolu yapımının Rusya’nın ekonomik çıkarlarına, özellikle Rus buğdayının dışa satılmasına tehlikeli bir biçimde yansıyacağı görüşünü ileri sürüyordu. Türk tarımının gelişme imkanlarına karşı duyulan korkuyu büyük ölçüde abartıyordu. Böyle bir gelişmenin sonucu olarak Küçük-Asya; her cins tarım ürününün —buğday, un, yün, et, üzüm, şarap, zeytin, pamuk, meyveler vb.— büyük bir deposu durumuna gelecekti.
Elçilik sekreteri, Akdeniz ve Karadeniz’e uzanan kollarıyla İstanbul-Bağdat’tan İran sınırına uzanacak olan bir demiryolu hattı ile, Batı Avrupa malları İran pazarına kolaylıkla ulaşacaktı. İran sınırına demiryolu bağı olmayan Rusya’nın bu pazardaki durumu onarılmaz bir biçimde bozulacaktı. Çarıkov’un düşüncesine göre Türkiye ve İran’ın Kafkasya ile sınırı olan eyaletlerinde Batı Avrupa mallarının sayısının artması, bölgede kaçakçılık faaliyetlerinin artmasına neden olacaktı, buna göre bu bölgelerde denetimi güçlendirmek gerekecekti: “Küçük-Asya’da, İran ve Orta-Asya’da bizim için gerekli olan yeni pazarların elde edilmesini engellemekle kalmayıp, daha önce ele geçirilen pazarlardan bizi atmakla tehdit etmektedir” diyen Çarıkov’a göre demiryolu İngilizlerin ve öteki Avrupalıların Küçük-Asya’da ve İran’da ticaretlerinin gelişmesine yardım edecekti.[i]
Bu anlaşmanın imzalanmasına güç yoluyla engel olamayacağını anlayan Çar hükümeti bu alandaki politikasını üç yönde yürüttü: Bunlardan birincisi, Bağdat demiryolunun yapılmasını frenlemek idi; ikincisi, demiryolunun doğu illerine yaklaşmaması için önlemler aldı; üçüncüsü, Türkiye’nin doğu illerinde demiryolu yapımına, Samsun-Sivas hattına karşı kendisini koruyacak tedbirleri almaktı.
İlk amacın gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin savaş tazminatından yararlanıldı. Bağdat imtiyazında temel sorunlardan biri bu hat için ödenmesi gereken kilometre güvencesi olduğu için, Rusya, savaş tazminatının tam olarak ödenmesini istemeye başladı. Türkiye’nin kilometre güvencesini ödeyecek kaynaklara sahip olamayacağını hesapladı.
“Padişaha, düzensiz bir borçlu olarak, Türkiye’nin gelirlerini keyfince harcayamayacağı hatırlatılacaktı.” [ii]
Bunun yanısıra Çar hükümeti, doğu illerinde demiryolu yapma hakkını elde etmek için önlemler aldı. Türk hükümeti, Karadeniz kıyısı ile Ankara-Kayseri-Sivas-Harput-Diyarbakır-Van kentleri üzerinden geçen hat arasındaki bölgede demiryolu yapımını gerekli gördüğünde kendi imkanları ile yapmayacaksa bu hakkı Ruslara vermeyi kabul etti. Anlaşma Bağdat hattında Almanlara verilen hakları içerecekti. Türk hükümeti, yukarda gösterilen kentlerin demiryollarını birleştirme hakkını koruyordu. Bu anlaşma Türk hükümetinin özel bir notası biçiminde Çarın elçisine 21 Mart 1900 tarihinde bildirildi.
Türk hükümetinin sözü edilen bölgede demiryolu yapımına tahsis edecek kaynaklarının bulunmadığı çok iyi biliniyordu, Ruslar da bu yolu yapmayı düşünmüyorlardı.
Genç Türkler 1909 yılında Rusya’nın protestolarına aldırmadan (1900 yılı Rus-Türk anlaşmasında yasaklanan bölgede) Samsun-Sivas demiryolu inşaat ruhsatının bir Amerikan sendikasına verilmesi söz konusu oldu. 16 Şubat tarihli resmi Türk tebliğinde Trabzon-Erzurum, Samsun-Sivas-Ankara demiryolları şebekelerinin yalnızca Türk hükümeti tarafından inşa edileceği tebliğ edildi.[iii]
1910 yılında Amerikan Chester Firması Karadeniz’e ve İran sınırına doğru ikincil hatlarıyla birlikte Sivas-Diyarbakır-Van demiryolu yapımı hakkını elde ettiler. Fransızlar da Samsun-Sivas hattına ilgi gösteriyorlardı.
Bu durumdan kaygılanan Çar , Baltık limanında, “Standart” yatında Stolipin’in başkanlığında bir konferans topladı. ( 2 Haziran 1910) Konferans kararlarına göre, Türk hükümetinden Chester Firması ile yapılan anlaşmanın iptal edilmesi istenecekti. Samsun-Sivas-Harput-Diyarbakır-Musul-Hanekin hattının doğusuna doğru demiryolu yapımını yasaklayan yeni bir anlaşma yapılması talep edilecekti. Fransa’nın desteğini almak için, Samsun-Sivas hattının yapımına itiraz edilmeyecekti.[iv]
1912’ye gelindiğinde her ne kadar genel bir barış mümkün olmasa da hükümetlerin kendi aralarında birer ikişer Türkiye aleyhine olmak üzere anlaşmaları mümkün görünüyordu. Rusya artık demiryolu yapma isteğinden feragat ediyor, fakat Rus harp gemilerinin boğazlardan serbest geçiş hakkının sağlanmasını istiyordu.
Kuzey Anadolu’da yapılacak demiryolu ağlarının, Rusya’nın Kafkas hududuna yapacağı asker sevkiyatını tehdit etmeyecek şekilde planlanması için çareler arandı.
Fransa’nın yaptığı çalışmalar sonrasında Rusya yasak bölgeyi Erzurum’un doğusu ve batısı olarak iki kısma ayırmaya razı oldu. Ve ancak doğu kısmında statüko ciddi bir surette korunacaktı. Fransa Rusya’nın bu arzusunu kabul etti.
Çester projesi adıyla anılan Samsun-Sivas ve Harput-Erzurum-Trabzon hatları inşaat ruhsatı –Rusya’nın muhalefetten vaz geçmesi üzerine- 25 Haziran’da kurulan “Regie Generale des chemins de fer et de traveaux public” isimli Fransız kumpanyasına verildi.
Kumpanya Rusları memnun etmek için Erzurum-Trabzon yolunun inşasından feragat ediyor ve Erzincan-Erzurum kısmının inşası için kesin bir yükümlülüğe girmiyordu[v]
Dünya Savaşının çıkması görüşmelerin devamına engel oldu. Bununla birlikte Rus memurlarının “zahmeti” boşa gitmedi: Doğu Anadolu uzun zaman demiryolundan yoksun kaldı.
Rusya tarafından bir kilometre demiryolu yapılmış değildi. Çar Rusya’sı yalnız Doğu Anadolu’yu Avrupa yatırımcılarına karşı barikat ile kapamaya önem veriyordu. Gerek Rus hükümeti ve gerekse Abdülhamid hükümeti askerî sebeplerden dolayı doğuda yol inşaatına gereken ilgiyi göstermediler. Erzurum’dan Rus hududuna kadar olan bölgede Cihan harbinden öncesine kadar toprak yollar bile mevcut değildi.[vi]
Savaş Tazminatları
Rus hükümeti, Türkiye’de sermaye yatırımı için herhangi bir girişimde bulunmuyordu. Aynı zamanda, Rus bankerleri Türkiye’nin yaptığı dış borçlanmalar için para yatırmaya da özendirmiyordu. 1877-1878 savaşından sonrasında yapılan 1878 Berlin Kongresinde Rus temsilcisi Prens Gorçakov, Türkiye’ye kredi veren yabancıları tefeci ve spekülatör olarak adlandırmıştı. Ama bu durum nefretle kınadığı Batı borsalarından daha gaddarcasına, savaş tazminatı yöntemiyle Türkiye’yi soymalarına engel olmuyordu.
Rus hükümeti, Türkiye’den iki kez tazminat istedi. Bunlardan birincisi 1829 yılı savaşından sonra, ikincisi 1877-1878 yıllarında yapılan savaştan sonra istenmişti. İkinci tazminat Türkiye için özellikle çok ağır sonuçlar doğurdu.
1829’da imzalanan Edirne antlaşmasında, Türkiye, Rusya’ya 10 milyon Hollanda lirası (4,5 milyon Türk lirası dolaylarında) tutarında bir tazminat ödeme yükümlülüğü altına girdi. Bu tazminat ödeninceye kadar Rus ordusu, Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan arazinin bir bölümünü, yani Moldavya, Eflak ve Silistre’yi işgal edecekti. Rusya, bu tazminat miktarını, daha sonra 4 milyon Hollanda lirasına indirdi. Bu indirim “Hünkâr İskelesi Antlaşmasıyla 1833 Çanakkale Boğazının Avrupalılara kapalı olmasının ücreti gibiydi.”
Rusya 1836’da yeniden 2 milyon liralık borcu, 800.000 liraya indirdi. Türkiye bu miktarı aynı yılda ödedi. Rusya o zamana kadar işgali altında bulundurduğu Silistre kalesini boşalttı
“Talihsiz 1828-1829 savaşından sonra, Edirne antlaşmasıyla Türk maliyesi o denli zayıf düşmüştü ki, Türkiye zararlı tekel sistemini biraz daha genişletmek zorunda kaldı. Bu sisteme göre, tüm malların satışında, ancak hükümetin onayını alanlara izin veriliyordu. Bu sistem sayesinde bazı tefeciler ülkenin hemen hemen tüm ticaretini ellerinde toplamayı başardılar.”[vii]
1877-1878 savaşından sonra Türkiye’ye kabul ettirilen savaş tazminatı, miktar bakımından önceki tazminatlara oranla çok daha fazlaydı —27 Ocak 1879’da imzalanan antlaşma uyarınca 300 milyon rubleyi buluyordu. Tazminat tutarı frank olarak 802,5 milyon ifade edilmişti. Bu rakam Türkiye’nin borçlarını altıda-bir oranında artıran çok büyük bir tutardı (35 milyon Türk lirası).
Anlaşmaya göre Türkiye her yıl Rusya’ya 350.000 lira ödeyecekti. Savaş tazminatının ödeme süresi, düzenli bir biçimde ödenmesi durumunda bile yüz yıl sürecekti. Bir dizi ilin —Konya, Kastamonu, Adana, Halep ve Sivas illerinin— aşarı ve küçükbaş hayvan vergileri, savaş tazminatının ödenmesine tahsis edilmişti.
Çar hükümeti, bu savaş tazminatını Türkiye üzerinde ekonomik ve politik ilişkilerde bir baskı aracı olarak kullandı.
Sürekli olarak para gereksinmesi içinde bulunan Padişah hükümeti, tazminatı ödemede düzenli hareket edemiyordu. Ama bu durum, çarın yüksek memurlarım kaygılandırmıyordu. Padişah hükümetinden herhangi bir konuda siyasal bir taviz koparmak gerektiğinde paranın ödenmesi gündeme geliyordu. Ruslar bu yolla Karadeniz bölgesinde ulaşım yollarının yapımı ve işletmesi konusunda tekel hakkını elde etmişti. Herhangi bir yol yapılmadığı gibi diğer devletlerin bölgeye girmesi de engellendi.
Bu tazminat yıllar sonra Rus emperyalizmine, Balkanlarda ve özellikle Bulgaristan’daki politik durumunu pekiştirmede iyi hizmet etti. 1921 yılında yapılan anlaşma ile savaş tazminatından kalan borçlar Bulgaristan’ın Türkiye’ye olan savaş borçları ile takas edildi. Artık Bulgaristan borçlarını Rusya’ya ödeyecek ve ona bağımlı hale gelecekti.[viii]
Cihan Harbinden Önceki Son İttifaklar
Fransa ve Almanya bir asrı bulan kanlı bir hesaplaşmanın içerisindeydiler. İngiltere ve Fransa Almanya karşısında tabii müttefiktiler. Ortada olan Ruslardı. Rus-Japon harbi sırasında Rus filosunun başına gelen felaketten sonra artık Rusya hükümeti büyük deniz devletleri arasından çıkmış sayılırdı. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen İngiltere, Ruslar daha Japonlarla barış imzalamadan evvel, Rus diplomatların hiç beklemediği bir sırada siyasî bir anlaşma imzalanması teklifinde bulundu.
İngilizler Fransızlar ile birlikte Almanya’yı askerî bir kuşatma altına almak için yeni bir tarih açtılar. Japonlar tarafından deniz kuvvetleri imha edilen Rusya, Avrupa’da çıkması muhtemel bir harp için gerekliydi. 23 Eylül 1907 de İngiltere ile Rusya arasında İran, Afganistan ve Tibet hakkında bir anlaşma imzalandı. Buna paralel olarak Rusya ile Japonya arasında uzak doğuda her iki tarafın barış içinde işbirliği yapmasını sağlayacak bir anlaşma sağlandı. Bu anlaşmalar Almanya tarafından pek hoş karşılanmadı. İngiltere’nin Irak ve İran körfezinde kesin tavır alması üzerine bu hoşnutsuzluk daha da arttı. İngiltere ve Rusya 1908 yılında Reval mülakatından sonra Osmanlı hükümeti nezdinde birlikte tekliflerde bulunmaya ve Makedonya’da ıslahat yapılmasını istemeye karar verdiler
Rusların asıl hedefi Osmanlı topraklarıydı. Üçlü itilaf Osmanlı toprakları üzerinde yapılacak paylaşım üzerine kurulacaktı.18 Mart 1915 tarihinde İtilaf Devletleri İstanbul antlaşması adını verdikleri belgeyi imzaladılar. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Marmara Denizi, Gelibolu yarımadası, Enez – Midye hattına kadar Trakya, Bozcaada ve İmroz ile Sakarya ırmağına kadar Kocaeli yarımadası Rusya’ya bırakıldı. Diğerleri de Irak ve Suriye üzerinden Anadolu’ya kadar yayılacaklardı. Osmanlı İmparatorluğu için bu anlaşmanın taraflarından her hangi biriyle ittifak imkanı yoktu.
“Harp patladığı vakit İstanbul’da her hükümet adamı şüphe etmiyordu ki; itilaf hükümetlerinin galebesi halinde Rusya İstanbul’u zaptedecek ve bu hususta hiçbir kimse onu men’ edemeyecekti. Son yıllarda Rusya hükümeti gittikçe daha sarih ve daha sıkça ilan ediyordu ki; İstanbul’un yolu Berlin ve Viyana’dan geçmektedir. Daha başlangıcından itibaren harp; – Türkiye iştirak etsin veya etmesin – Osmanlı imparatorluğunun varlığı veya yokluğu harbiydi. Türkiye ya kendini imhaya karar vermiş kuvvetlerin aleyhinde mücadele etmekte olan merkezi hükümetlere katılacak ve yada ellerini bağlayarak mütevekkilane bir surette kendi hakkında verilecek kararı bekleyecekti. Cihan harbinin başlangıcından itibaren Türkiye’nin merkezi hükümetlerle birlikte harbe iştirak etmesi tarafını iltizam eden Genç Türk hükümet ricalinin fikirleri de bu yolda idi[ix]
Sonuç
Cihan harbine gelene kadar geride kalan yüz yılın önemli olaylarına göz atılan bu araştırmadan bir takım sonuçlar çıkarmak çok iddialı bir durum olmasa gerek. Genel yargıların kolayca yıkılmasını beklemek özellikle de tarihi konularda fazla iyimserlik olur. Ne var ki parça parça da olsa ele alınan konular, çok bilinen genel yargıların doğruluğu konusundaki şüpheleri derinleştirmektedir.
Her şeyden önce imparatorluk son yüz yılını kendi şartları içinde bağımsız bir ülke olarak geçirmemişti. Rusların yapıp ettiklerine bir de Fransa ve İngiltere’nin entrikaları eklendiğinde bu yargının doğruluğu daha iyi anlaşılacaktır.
Yukarıdaki cümle doğru kurulmuşsa –ki yanlış olduğunu söylemek oldukça zordur-İttihatçıların on yıl içinde imparatorluğu dağıttıkları tezi üzerinde yeniden düşünme gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Cihan harbine girişte siyasi kaygılarla İttihatçıları suçlamak – bilerek yada bilmeyerek Türk İslam medeniyetini bu büyük suça ortak etmek- sırf tarihe taraf olmak kaygısıyla değil, tarihi bir hakikat olarak ta büyük bir yanılgıdır. Osmanlı İmparatorluğunun bu kirli savaşın çıkmasında en küçük bir vebali yoktur. Savaşın günümüzde de devam ettirilen siyasî sorumlulukları tamamen üç batılı devletin omuzlarındadır.
Tarih içinde zaman zaman Rus tehdidinin ortadan kalktığı dönemler olmuştur. Ancak bu hiçbir dönem süreklilik kazanmamıştır. İşin fıtratı icabı olarak böyle bir beklenti zaten anlamsızdır.
Cihan harbinden sonra geçen yüz yıllık süre, sorunların adının değiştirse de kendisini değiştirmemiştir. Hatta aktörlerini de değiştirmemiştir. Türkiye’nin stratejik önemi tarihte emsali görülmedik bir şekilde artmıştır. Ne var ki savunma için gerekli olan teknolojilerinin aynı oranda arttığını söylemek oldukça zordur. Bir çok konuda dışa bağımlılık sürmektedir. Ulusalcılarımız devamlı darbe planlamakla meşgul olmuş, Türkiye’yi çağın önüne taşıyacak çalışmalara herhangi bir katkı sağlamaya vakit ayıramamışlardır. .
Günümüzde Gorbaçov ile başlayan bu ara dönem iyi değerlendirilmeli, hür dünya ile stratejik anlaşmalara ağırlık verilmeli, temel sorunlar kalıcı olarak çözüme kavuşturulmalıdır.
[i] Noviçev s. 28
[ii] Noviçev, s.128
[iii] E. E, Adomof, Cihan Harbinde Avrupa Hükümetleriyle Türkiye’nin Paylaşılması, çev. Hüseyin Rahmi, İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası, 1926; s. 56
[iv] Noviçev s. 130
[v] Adamof, 58
[vi] Ramazan Balcı; Tarihin Sarıkamış Duruşması, Nesil Yayınları, 2006, s. 60-61
[vii] Noviçev 117
[viii] Noviçev, s. 120
[ix] Adamof, s. 62 (K. Helfferich, Der Weltkrieg ,s.53. )