GELİBOLU’YU ANLAMAK

Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler- Mustafa Armağan ( Tarık Suat Demren )

Halil İnalcık “Osmanlı arşivleri olmadan 20. yüzyıl tarihi yazılamaz” der. Benim Osmanlı tarihine olan ilgimin en önemli sebeplerinden birisinin özetidir bu cümlede aslında.. Elbette içinde yaşadığım toplumun bir üyesi olmam hasebiyle tarihimle alakadarım ama tek tek sebep saymam istense İnalcık’ın sözü de ilk sıralarda yeralır.

Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler” adlı kitap, sanırım Mustafa Armağan’ın okuduğum dördüncü kitabıydı. Ondan önce Armağan’ın “Gelenek ve Modernlik Arasında”, “Osmanlı: İnsanlığın Son Adası”, “Kır Zincirlerini Osmanlı” adlı kitaplarını okumuş, akıcı üslubunu ve tarihi, spesifik olaylara ilişkin vurucu tespitlerle okuyan tarzını çok beğenmiştim. Bu tip detayların ilk bakışta tek tek çok büyük anlam ifade etmediği düşünülebilir ama her bir olay bütüne bağlandığında ortaya çıkan resim bize öğretilen tarihin ne kadar yanlı ve çarpıtılmış olduğunu ortaya koyuyor.

Armağan’ın pek çok kitabı gibi “Maskeler ve Yüzler” kitabı da çeşitli makalelerden oluşuyor, tam da yukarıda belirttiğim tarzda.


 


Arka kapak yazısı şöyle:


 


Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler, tarihin bilimsellikten taviz vermeden de geniş kitlelere sevdirilebileceğini gösteren öncü bir çalışma…


“Öyle yazmış bir okuyucu: ‘Bu kitapta bakalım başımıza hangi çatıyı yıkacaksınız? Çatılar bu denli çürük yapılmışsa kabahat kitaplarımın içine gizlenen yaramaz filin olamaz herhalde. Başımızın üstündeki çatıyı kimin çattığını ve nasıl çattığını bilmiyorsak fil ne yapsın”


 


Bir süredir çıktığı her tarih seferinden göz kamaştırıcı ganimetlerle dönmeyi bilen Mustafa Armağan, Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler adlı yeni tartışmalara yol açacak kitabında, okuyucusunu tarihin labirentlerinde nefes nefese bir serüvene davet ediyor.


 Osmanlı tarihindeki tartışmalı alanlara alışık olmadığımız yeni bir bakış açısıyla bakmayı deniyor. Baltacı-Katerina gibi asırlık tartışmayı siyasi bir analizle aydınlatıyor. Fatih’e ait olduğu iddia edilen kardeş katliyle ilgili maddenin Kanunnâme’ye sonradan sokuşturulmuş olduğunu iddia ediyor. Çanakkale’nin aslında “geçilmiş” olduğunu belgeleriyle ortaya çıkartıyor. Sultan Abdülaziz ile ünlü besteci Wagner arasındaki ilginç ilişkiye ışık tutuyor, İstanbul’un 29 Mayıs’ta değil, 7 Haziran’da fethedilmiş olduğunu deşifre ediyor. Üstelik bütün bunları akıcı, rahat, edebi bir dille yaparak popüler tarihçilikte örneğine uzun zamandır rastlamadığımız yeni bir yol açmayı başarıyor.



İlk bölüm “Orta Doğu nasıl icad ve imal edildi?” sorusunun cevaplandığı bir yazı ile başlıyor, M. Levis ve K. Wigen’in “Orta Doğu terimi, ancak Batı Avrupa perspektifinden anlamlı olan askeri bir dizaydır” sözü ile devam ediyor. Bir sonraki “Haritalar Neyi Göstermez?” başlıklı yazı da bununla alakalı. Armağan haritaların nasıl birer silah gibi kullanıldığını; Orta Doğu kavramının kurgusallığını,  haritaların dünyaya olan bakışın bir ifade yöntemi olduğunu ve haritacıların bir bakıma neyi, nasıl göstereceklerini, dahası neyi göstermeyeceklerini de “tercih” eden birer manipülatör olduklarını delilleriyle anlatıyor.

 Osmanlı ve Kadın konusunu da işlediği konular arasında Armağan’ın. Eve tıkılan kadınlar şeklinde klasik bir yargı var bilindiği gibi. Bunun aksine örnekler veriyor, hele 19 yüzyılda Bursa’daki kumaş fabrikalarında makineci ve ustabaşlarının dışında çalışanların tamamının kadınlardan oluştuğunu gösteren deliller bu geleneksel yargıyı ciddi olarak sallıyor.

Daha önce konu ettiğim “Mimar Sinan’ın kayıp kafatası”  meselesi de bu kitapta yer alıyor. Tam bir trajedi. Vakıa özetle şu: 1935 yılında Türk Tarihini Araştırma Kurumu’nun (Bugün, TTK) seçtiği bir heyet huzurunda Süleymaniye Camii’nin yanındaki türbesinden kemikleri çıkarılır Mimar Sinan’ın. Tabii geçen 350 yılın tesiriyle iskeletin büyük bir kısmı bozulmuştur. Dönemin ırkçı anlayışı uyarınca kafatası incelenir. Türk ırkının özelliklerine uyduğu anlaşılınca memnuniyetle mezar kapatılır. Ancak kafatası kurulacak Antropoloji müzesinde muhafaza edilmek üzere heyet tarafından alıkonulur.


 


Sonra? Sonrası yok, ortada Antropoloji müzesi olmadığı gibi Koca Sinan’ın kafatası da yok. Bu konuyu Osmanlı tarihi ekseninde işlemesinin sebebi de çokuluslu bir imparatorluktan ulus devlete büzülüş sürecinin  sancılarının tezahürünü anlatmak istemesi elbette. Aynı şekilde, imparatorluğun batışını hızlandıran ama cumhuriyeti kurmayı da başaran ittihatçıların tarihsel savruluşunu gösterme amacı da denebilir.


 


‘Osmanlı’ya İftira Sağanağı’ başlıklı bölümde de hayli ironik anekdotlar var. Bunlardan birisini çok kısaca yazayım. 1770 yılında bir Rus Filosu Akdeniz’e kadar girer ve İnebahtı limanı civarında Osmanlı donanması ile karşılaşır. Bilindiği gibi bu savaşta donamamız hemen tamamen imha olmuştu.

Bernard Lewis’e göre Osmanlı o kadar cahilce idare edilmektedir ki Osmanlı yöneticileri Rusların Baltık denizinden Adriyatik’e çıkan bir kanaldan (!)  Akdeniz’e ulaştıklarını sanmaktadır. (Oysa Ruslar tabii ki Cebelitarık’tan geçerek Akdeniz’e gelmişlerdir.) Hatta Osmanlı yöneticileri bu cehaletleri yüzünden Venedik elçisine ültimatom vermiş ve neden Ruslara izin verdiklerini sormuştur.(?)

Ama nedense hiçbir kaynakta Osmanlı yöneticilerinin böyle bir kanal olabileceğine dair vehimlerinden sözedilmez. Yerli Lewis’ler de (mesela Recep Peker) bu konuya mal bulmuş mağribi gibi atlarlar ve Osmanlı’nın cehaletinden dem vururlar.

Meselenin aslı ise şudur: Osmanlılara Rusların Akdeniz’e doğru yola çıktığı istihbaratı gelmiştir  ancak  yöneticiler bunun bir şaşırtmaca olduğunu düşünürler, çünkü Rusların gemilerinin bu uzun yol için yetersiz, kaptanlarının da eğitimsiz olduğuna dair ellerinde bilgiler vardır.  Bu sebeple de bu ihtimalin saçma olduğunu düşünürler ve bir önlem almazlar.  Oysa Ruslar Venedik ve İngiltere’den gemi ve kaptan kiralamışlar, donanmalarını güçlendirmişlerdir.  Evet bu bir yanılgıdır ve büyük bir hezimete yolaçmıştır ama ortada Lewis’in ya da yerli pravdaların sandığı gibi bir cehalet yoktur.

Armağan’ın kitabında makalelerden ayrı olarak bir de ‘teneffüs’ başlıklı kısa yazılar var.  Bu teneffüslerden birisinde  klasik matbaa meselemize değinir Armağan.

Armağan’ın teneffüsü ‘mealen’ şöyle: 1932’de yapılan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Yusuf Hikmet Bayur, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti azası ve Riyazseticümhur Kâtibi Umumisi (Türk Tarih Kurumu üyesi ve C.Başkanlığı Genel Sekreteri) sıfatıyla bir konuşma yapar. Konuşmasında bir Fransızca Ansiklopedinin 26. cildinin 606. sayfasında Firmin Didot isimli bir zattan, II. Beyazıd’ın memlekete matbaanın gelmesini idam cezasıyla engellediği bilgisini aktarır. Ama Bayur bu bilginin teyidini Türk kaynaklarına bakıp yapacağına Fransız yazarın sözünü desteklemek için akıllara ziyan bir “kanıt” getirir. Kanıt şöyledir:


İşbu hükümdarın meslek ve hareketlerini bildikten sonra buna inanmamak için sebep yoktur.


Yani yazar demek istiyor ki, II.Beyazid’in “sofu” olduğu bilindiğine göre mutlaka bunu yapmıştır. Ne kadar bilimsel bir yöntem değil mi? Ve bu zat C.Başkanlığı Genel Sekreterliği’nin yanı sıra yıllarca üniversitelerimizde İnkılâp Tarihi derslerini okutmuş ve birçok ders kitabı yazmıştır


Yine kitapta geçen bir başka “teneffüs”ten mealen aktarayım. Bir rivayete göre de Padişahın birisi, gemilerle limanlarımıza kadar gelen kitapları içeri sokturmayıp denize döktürmüş imiş. Hatta hızını alamamış da Marmara Denizine değil, taa Adriyatik Denizi’ne göndermiş kitap yüklü gemileri.


Ama bu denize kitap dökme meselesinin gayet anlaşılır bir sebebi olduğunu tarihi kayıtlarımızdan biliniyor.  Venedik matbaalarında basılan Kur’an-ı Kerim ve Hadis kitaplarının ithaline izin verilmiştir ama öncelikle bunlarda bir hata var mı yok mu diye kontrol edilmesi amacıyla Şeyhülislamlığa birer numune gönderilmiştir. Kurul ise, yaptığı incelemede Venedik’te Arapçayı iyi bilmeyen şahısların editörlüğünde basılan Kur’an nüshalarında hatalar bulunduğunu tespit ederek bu kitapların piyasaya verilmesinin dinen caiz olmadığını beyan etmiştir. Mushaflar hata kaldırmayacağına, hatalı Kur’an’lar da göz göre halka dağıtılamayacağına göre imha edilmesinden başka çare bulunamamış ve yakılmaktansa denize dökülmesi uygun görülmüştür.


Armağan, bu hurafeyi dillendirenlerin, günümüzde bile basılan tüm Kur’an nüshalarının Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mushaf Kurulu’nda aylarca harf harf incelendiğini ve hatalı Mushafların dağıtımına izin verilmediğini,  Diyanet’in damgasını taşımayan Kur’an’ların da ele geçtiği zaman, imha edildiğini bilip bilmediklerini soruyor, bilmedikleri kesin..


Armağan’ın teneffüsleri bile son derece vurucu bilgiler içeriyor.

Kemal Tahir’in “talancı Osmanlı” görüşünden “Osmanlıda araştırılması, akıl erdirilmesi, geleceğe doğru işe yarar hale getirilmesi gereken, Osmanlılığın belli bir tarih döneminde, belli bir coğrafya alanında, insanlığa onur veren, insanlığı yücelten ölümsüz yanıdır” deme noktasına getiren entelektüel  dönüşümünü aktardığı kısım da var kitapta ki çok önemli bir konu bu. 
Artık ağızlarda pelesenk olmuş Baltacı-Katherina konusu da hiç bilmediğimiz bilgilerle desteklenerek, bambaşka yönüyle işlenmiş.  Hatta maneviyatçı kanatta yeralan bazı yazarların bu konudaki savruluşlarını gösterdiği alıntılar da oldukça ilginç.
Kitapta bu gibi onlarca konu var, hepsinden alıntı yapmama imkan yok.  “Macarca bilen Osmanlı kadıları”, “Cumhuriyet 302 yaşında”, “Marx da Osmanlı’nın kanatları altında”, “Kardeş katlinin iç yüzü” “Osmanlı Kiliseler” ve sayamadığım daha pekçok makale var kitapta..
Özetle Armağan geniş kitleleri hedefleyen tarzıyla yanlış öğretilen tarih konusunda kronik ezberleri bozuyor diyebiliriz. Bu tür kitapları özellikle,  Ernest Renan’ın “tarihin yanlış yazılması, millet olmanın gereğidir” sözü ile özetlediği sürecin çarklarından ‘daha bir acımasızca’ geçmiş olanların okuması gerek diye düşünüyorum..


Maskeleri kaldıralım, baloda değiliz; tarih bizim tarihimiz, günahıyla sevabıyla..


 


 


 


Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler


Mustafa Armağan


Timaş Yayınları, İstanbul , Mart 2005 (2. Baskı)

12.335 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir