Resim 1.Burhan Felek’in Birinci Dünya Harbi Sırasında alınmış bir fotoğrafı.
Birçoğumuz Burhan Felek’i gazeteci kimliğiyle tanırız. Oysa kendisi esasen Hukuk Mezunu olup, 1. Dünya Harbi esnasında Başkomutanlık Vekâleti Karargâhı’nın fotoğrafçısı olarak görev yapmıştır. Çanakkale Muharebeleri biter bitmez yani Müttefikler Yarımada’yı tahliye eder etmez Gelibolu Yarımadası’na gelmiş, harp sahasını fotoğraflamıştır. Yani aslında bugün TSK arşivinde bulunan Çanakkale Fotoğrafları ile “Harb-i Umumi Panoraması” adı ile Osmanlı sınırlarında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti yararına satılan fotoğraf albümündeki, tahliye sonrasını gösteren resimleri Burhan Felek “Karargâh Umumi Fotoğrafçısı” sıfatıyla bizatihi kendisi çekmiştir. Bu albümlerin; 10, 11, 13,14 ve 15 numaralı olanları Çanakkale Cephesi fotoğraflarıyla hazırlanmıştı ve hepsi tahliye sonrası çekilen fotoğrafları içeriyordu. Albümler Almanya’da ve diğer İtilaf Devletlerinde daha çok satılmıştır. Bu fotoğrafların nasıl çekildiğini Burhan Felek yine kendisi anlatmıştır. Burhan Felek Çanakkale Cephesi’nin Fotoğraflarını 1 değil 2 kez çekmiştir. 1916 Yılında Vatikan’ın talebi üzerine Yarımadaya gelerek Yabancı Mezarlıkları fotoğraflamıştır. Buna daha sonra değineceğiz elbet ama bu ilk kısımda Burhan Felek’in kendi anlatımıyla Harb-i Umumi Panoraması’nda yayınlanan bu fotoğrafları çekme hikâyesini kendi ağzından dinleyelim:
“Avrupa’da harp kokmaya başlar başlamaz, bizi de, yâni 4. kurada yerinde kalmış olan yedek subay namzetlerini de muayeneye çağırdılar. Muayene, Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde oluyordu. Beni muayene eden sakallı bir hekimdi. Belli idi ki, o da seferberlik yüzünden, askere gelmişti. Bana sordu:
— Askere gitmek istiyor musun?
Ben de:
— İstemiyorum! Dedim.
O devirde askere gitmenin ne demek olduğunu biz yaştakiler bilirler. Muayene sonunda, bende “Ekstra sistol”, eski tabirle “Zeiri hefhai harici-i kalp” buldular ve silahsız hizmete ayırdılar. O devirde, yedek subayın silahsızı nefer olurdu. Ben de hukuk mezunu bir nefer oldum, öyle olunca, bedel vermek hakkım doğdu. Tam 42 altın bedel ödedim. Tabiî bu altınlar, zamanın padişahı Sultan Reşat’ın altınlarıydı. Ben, şu 40 altını anlamışımdır da, o iki altın nedir, bir türlü anlayamamışımdır.
Ehhhh! Biz bedel verdik, askerlikten kurtulduk derken Osmanlı devleti seferberlik ilân etmez mi? Bizim 42 altın gittikten başka, silahaltına alınmak meselesi geldi çattı. Hay Allah! Ne yapacağız şimdi? Bizim gibi silahsız hizmete ayrılmış olanlar da dahil olduğu halde, yaşı 35’in üstünde bir sürü Müslim ve gayrimüslim tahsil görmüş kimseleri Halıcı oğlu kışlasındaki talimgaha şevkettiler. Bu Halıcıoğlu kışlası, eskiden Mühendishane-i Berri-î Hümâyûn olarak kullanılmış ve havasının kötülüğü yüzünden birçok gencin verem olmasına sebep olmuş diye şöhret bulmuş bir yerdi.
Askerlik bu, şakası yok, gittik talimgâha. Allah’tan bizim talimgâhın başçavuşu Üsküdar’dan arkadaşım Zeki ismindeki çocuktu. Bu Zeki, meşhur Antonyan çetesiyle müsademede bulunmuş emniyet mensuplarından Üsküdarlı bir delikanlıydı. Tabiî bizi himaye etti.
Hiç unutmam, bir gün atışa gidiyorduk. Ben, o güne kadar tetik çekmemiş adamdım. Beni ve benim gibi atmasını bilmeyen yaşlı namzetleri angarya mangası olarak yanına aldı, Kâğıthane’deki atış poligonuna gittik. Bizim vazifemiz, tam sipere yerleşip hedefe isabet olup olmadığım işaret levhalarıyla bildirmekti. Biz bu poligona gittiğimiz zaman, orada Beşiktaş Jandarma Taburu’nun atış yaptığım gördük.
Benimle beraber talimgâhta bulunan pek nüktedan bir Ermeni mektep hocası vardı. Hahcıoğlu Ermeni Mektebi’nin hocası. Evi de oracıkta. Evet, Beşiktaş Jandarma Taburu’ndan bir gencecik çocuk yatarak atıyor. Hep karavana, yani vuramıyor. Bizim Artin de onu seyrediyor. Dayanamadı, çocuğa sataştı:
— Sen kıyak atoorsun be! Dedi.
Genç jandarma cevap verdi:
— Atarım!
Düşman ile de böyle atarsın?
Genç jandarma erinin onuruna dokundu:
— Düşman olursa anasını bile bellerim! deyince, bizim Artin gayet tabiî bir eda ile:
— Bakalım anasım barabar getirir mi? demez mi?
Nasıl gülmezsiniz bu söze!
Halıcıoğlu’nda bir büyük komutanımız vardı. Mülazım-ı Evvel Mehmet Ali. Bey. Yâni Üsteğmen Mehmet Ali Bey. Sarışın, yakışıklı, şişmanca bir zabitti. Ben o zamanlar da fotoğraf çekerdim. Meşhur boyundan asma Ernman[1] marka refleks “yani aynalı” 15×10 bir makinem vardı. Bizim bölük komutanının at üzerinde türlü pozlarda fotoğraflarını çektim. Tabiî o da bizi hoş tuttu.
Resim 2.Burhan Felek’in Birinci Dünya Harbi sırasında kullandığı Alman yapımı ve cephelerde çokça kullanıldığı için “cephe kamerası” olarak ünlenmiş, Ernemann Kameralarının bir reklamı. Bir Avusturya-Macaristan Askeri elinde kamerayı tutuyor.
Nihayet bir emirle talimgâh karşı tarafta Göztepe’de Raabe Bey talimgâhına naklolundu. Bu Raabe Bey sertliğiyle meşhur bir Alman zabitiydi. O sebeple Raabe Bey karargâhının bütün subayları ona göre seçilmiş kimselerdi. Bizimkinin adına galiba Gâvur Ali derlerdi. Hiç unutmam, bir gün izinden yani evden dönüyordum. İstanbullu olanlara hafta sonu izin verirlerdi. Bizim karargâh, üç katlı bir köşktü. Ben, kapıdan içerir girerken, komutan bağırdı:
— Asker!
Ben hemen esas duruş vaziyeti alıp:
-— Buyur komutanım, dedim.
— Gel buraya.
Koşarak yanma gittim. Meğer askerî üniformalım beline taktığımız kemer biraz sola çarpılmışmış. Bunun için, bana ağzına geleni söylemişti.
Şimdi burada askerlik hatıralarım, kedi yavrusunun oynamış olduğu yün yumağı gibi, karmakarışık bir hal alıyor. Çünkü ben, bir aralık Harbiye mektebine sevk edildim. Bir hizmet çavuşu depolardaki asker elbiselerinden uzun paket halinde olanları alıp benim boyuma ölçüyor ve münasip gördüğünü veriyordu. Ben Harbiye’de askerî hamamda temizce yıkandım. Askerî çamaşırlar giydim. Ve o elbiseyi de giyindim. Kollan ve pantolon biraz uzun geldi. Neyse, onları da tashih ettirdik. Ama ben. Harbiye mektebine gittiğim zaman, orada da üçüncü bölüğe alındım. Bölük komutanımız Nurettin Bey isminde mavi gözlü yakışıklı bir üsteğmendi. Bu zat, sonradan Nurettin Baransel adıyla şöhret bulan komutanımız olmuştu.
Talimgâh, dediğim gibi Göztepe’deki Raabe Bey karargâhına nakledilince bizim için askerlik cehennem hayatı oldu. Adam son derece sert ve haşin bir askerdi. Allah’a şükür ben hiç rastlamadım. Yalnız, şöyle bir hatıram beynimin bir köşesinden ucunu gösteriyor. Herhalde Harp Tarihi Dairesi bu tafsilâtı zaptedmiş olmalıdır. Bana ufak bir malûmat verirlerse, minnettar olurum.
Bir gün Raabe Bey, ihtiyat zabit karargâhını tetkik ederken, ismini şimdi hatırlayamadığım bir gence, sanırım kamçıyla ve arkadaşlarının önünde vurmuş. Genç de elindeki mavzeri çekip, Raabe Bey’i orada yere indirmiş. Tabiî çocuğu kurşuna dizdiler diye duymuştuk. Bu çocuk kimdi? Eğer bu anlattığım şeyler benim hayal mahsulüm değilse -—çünkü askerlik hatıralarımın bir kısmında karışıklık vardır— bu kahraman çocuğun adı nedir, ailesi kimlerdir? Öğrenmek isterdim.
Esasen şuraya parmak basmak gerek. Bugün Almanlarla ne kadar dost ve onları ne kadar sempatik buluyorsak, I. Cihan Harbi’nde onları o kadar antipatik bulur ve her yerde onları yererdik. Vehbi[2] Paşa, Esat[3] Paşa gibi komutanların kendilerine karşı bazen değil askerlikte, sivil hayatta bile hürmetsizlik sayılacak harekette bulunan Alman neferlerini tokatlamış olduklarını işitirdik.
Bu hal, Wilhelm Almanya’sının gururu neticesiydi. Maalesef, Almanlar bu hali Hitler zamanında fazlasıyla abartmışlar ve nihayet mahvolmalarına sebep olacak hale getirmişlerdi. Bugünkü Almanya’nın şu size anlattığım askerî Almanya’ya asla benzerliği yoksa bunu Alman milletinin az zamanda hâdiselerden ders alıp, kendini Avrupa’nın en medenî bir milleti seviyesine çıkarmak zorunluluğunu hissetmesine yormak yerinde bir tefsir olur.
Raabe Bey karargâhında ne kadar kaldık, ben nasıl oldu da, karargâh umumî fotoğrafçılığına getirildim? Bunların tafsilâtını hatırlayamıyorum. Ama bir gün beni o zamanlar umumî karargâh olan şimdiki üniversite merkez binasının üst katında bir odaya götürdüler. İzzet Bey isminde bir yüzbaşı, bana, bundan böyle karargâh umumî fotoğrafçısı olduğumu söyledi. Ama unutmayın ben hâlâ nefer rütbesindeydim. Çünkü silahsız subaylar nefer sayılırlardı. Umumî karargâha pek sık gitmezdim. Çünkü buranın ne fotoğrafhanesi ne laboratuvarları vardı. Yalnız bu karargâhta 2. Şubeye bağlıydım. 2. Şube Başkanı da Allah’ın belâsı denecek derecede sert bir yarbaydı. (Bu zat, sonradan Seyfi Paşa ismiyle zannederim, Orman Koruma Teşkilâtı Komutanlığı’na getirilmişti).
Şimdi hep düşünürüm. Neden o zaman subaylar o kadar sert olurlardı? Çünkü birkaç defa seyahat ettiğim İsrail’deki subaylarla yaptığımız konuşmada, hizmet dışında sade bir neferle bir subay oturup iskambil oynayabiliyorlar. Bana sorarsanız, biz bugünkü hâlimizle bunu yapamayız ve zihniyetimiz buna müsait değildir.
Evet, günün birinde karargâh umumî fotoğrafçısı oldum. Ama rütbem hâlâ neferdi. Bu neferlikten ancak terhisimden bir gün evvel zâbit vekili rütbesini kazanarak, tepesi yaldızlı kalpak giydiğim gün, kurtulabilmişimdir.”
Resim 3.Burhan Felek’in , Çanakkale Cephesi’ni çektiği fotoğrafların yayınlandığı fotoğraf albümleri Harb-i Umumi Panoraması’nın 10. Sayısının Osmanlıca ve Almanca kapakları. Osmanlıca kapakta “Sağ üstte: Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Ortada: Harb-i Umumi Panoraması Çanakkale hatırası Numara( Sayı) 10, Sol altta: 3 kuruş.” yazmakta. (Tercüme için Muzaffer Albayrak’a teşekkürler)
Burhan Felek “Müdafa-i Milliye Cemiyeti”nin Kuruluşunu ve Fotoğrafçı Oluşunu Anlatıyor
“O devirde bir cehennem sayılan Raabe Karargâhından hop diye karargâh umumî fotoğrafçılığına sıçramam, sanıldığı kadar ansızın alınmış bir karar neticesi değildi. 1903, hatta 1905’de doğmuş olanların İkinci Meşrutiyet devrinde şimdiki Kızılay gibi yan resmî ve hükümetin himayesi altında iki müdafaa cemiyeti bulunduğunu hatırlamam mümkündür. Bu cemiyetlerden birisi “Donanma Cemiyeti”, diğeri de, “Müdafaa-i Milliye” cemiyetiydi. Hatta Donanma Cemiyeti, topladığı iane paralarıyla iki adet çaptan düşmüş Alman zırhlısı almıştı. Hatırlayabildiğim kadarıyla bunlara Barbaros ve Turgut adlarını vermiştik. Donanma Komodoru Tahir Bey, bu gemilerle Çanakkale’den dışarı çıktığı zaman Yunanlıların Averof ismindeki hafif zırhı kruvazörüyle karşılaşmış, fakat bunlar geminin ateşine ne mukabele, ne de mukavemet edebilmişti.
Bu kazık, bize zamanın Alman hükümetleri tarafından atılmıştı. Neyse, lâfı saptırmayalım. Donanma Cemiyeti Bahriye’ye yardım ederken, Müdafa-i Milliye Cemiyeti de. Kara Kuvvetleri’ne yardım eder, iane toplardı.
Bu yarı resmî cemiyetin idarecilerini ben tanırdım. Hepsi kan kırmızı ittihatçı olmalarına rağmen, beni severler ve benim arkadaşlarımı da. Bu cemiyetin Cemil Bey isminde bir sempatik şişman müdürü vardı. Bir de Saip Servet adında umumî kâtibi vardı ki, Anadoluhisarı İdmanyurdu Kulübü azasından olan bu Saip Servet’in “Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakı” devrinde Tüzük ve yasaları hazırlamakta Ali Sami merhuma büyük yardımı olmuştur.
Lâkırdı lâzım ya! Bu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin bir de muhasebecisi vardı. Hüseyin Hüsnü Bey, şakaya dayanıklı, ufak tefek bir adamdı. Bir de Burhan adında oğlu vardı ki, evlere şenlik, dünyanın bir numaralı haşarısıydı. Biz, bu Hüseyin Hüsnü Bey’le çok lâtife ederdik. Benim de o devirlerde oldukça edepsiz hicivci bir hayatım vardı. Bu Hüseyin Hüsnü Bey’e bir kaside yazmıştım. Kaside -sanırım – Tevfik Fikret’in Nef’i için yazdığı:
Bir yağız çehre, çatılmış iki hançer kaşlar;
Yine hançer gibi keskin iki ma’nâlı nazar…
matlaıyla başlayan şiirine bir nazireydi. Bir yerde yazılısı olmayan bu kasideyi çok beğenmiş olmalıyım ki ilk birkaç mısraını hâlâ hatırlıyorum, size yazayım:
“Bir küçük çehreye mersûm ilâ seyrek kaşlar,
Gözlüğünün ardına sinmiş iki velfecri: Nazar”
Eskiden şeytan gibi çocuklar için “gözleri velfecri okuyor” derlerdi. Bu şeytanî bir zekânın ifadesiydi.
Devam ediyorum kasideme:
“Hüseyin Hüsnü Bey’e bence bu sima yaraşır,
Yâd-ı pür- keşmekeşi fikri hezlân mukaşvi”
Evet, işte yöneticileriyle bu derece samimî arkadaşlığım olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, benim Raabe Karargâhından Karargâh-ı Umûmî’ye fotoğrafçı olmamda müessir olmuştu. Çünkü ben, hem fotoğraf, hem de sinema çekiyordum. Bu da Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin işleri arasındaydı. Nitekim ben, Karargâh-ı Umumî fotoğrafçısıyken İkinci Sultan Abdülhamid’in cenaze alayının sinema filmini çekmiştim. Kalabalığın içinde giden bir Kamyonun üstünde Derby marka bir sinema alıcı makinesiyle bu alayın filmini çekmiştim. O zamanlar alıcı makineler elle çevrilirdi. Ben dakikada 16 devir hesabıyla o filmi çektim. Hatta bir de Sedat Simavi merhumun “Alemdar Mustafa Paşa’’ adındaki senaryosunun da filmini çekmiştim. Aslında bu filmi fotoğrafçı Kenan çekiyordu. Kenan arkadaşımız pek geçimli bir zat değildi. İşin orta yerinde Sedat’ı bırakıp gitmiş, Sedat da benden rica etti ve ben bu Alemdar Mustafa Paşa filmini Topkapı Sarayının içinde ve dışında çektim.
Hâlâ hatırımdadır. Zamanın Şeyhülislâmı rolünü bir Ermeni aktör oynadığı için Fahri adında çok komik bir aktör sinema çekilirken alay eder dururdu. Bu filmin başrolünü, yani Alemdar Mustafa Paşa rolünü, meşhur aktör Burhanettin Bey oynuyordu. Bu tarihî vak’ada “Rusçuk Yaranı” isminde bir devlete sadık kimseler grubu vardı. Alemdar Mustafa Paşa, Rusçuk’da bu topluluğa hitap ederken ben, resmini çekiyordum. Bir de baktım ki, Burhanettin Bey eline kılıcı almış güya Rusçuk Yaranı’na:
— Haydi arkadaşlar! Gidip padişahı zorbaların elinden kurtaralım! Diye nutuk çekiyor. Çekiyor ama dikkat ettim ağzı kapalı, kılıcı sallayıp duruyor. Çekimi kestim.
— Aman Burhanettin Bey! Siz bir şey söylemiyorsunuz. Ağzı kapalı kılıç sallıyorsunuz! Dedim.
Bana:
— Sesli film mi bu? Deyince:
— Sesli değil amma, ağzınızın kapak olduğunu herkes perdede görünce size ne derler? Dedim.
Onun üzerine filmin o pasajını tekrar çekmiştik. Bir de kavuklu, cübbeli, çedik pabuçlu Rusçuk âyânından birinin ayağında o zamanlar moda olan düğmeli bir potin vardı. Hem başrolü oynayan, hem de rejisörlük yapan Burhanettin Bey:
— Aman kardeşim, sen ona bir çare buluver! Diye beni başından savdı.
Bununla beraber çok zengin figüranları ve Topkapı Sarayı’nın bütün güzelliklerini içine alan filmi çekip bitirdik.
Ne var ki, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin laboratuvarlarında banyolar yapılırken harp bitti. İstanbul işgal altına girdi. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti dağıldı ve o hengâmede filmler kayboldu gitti. Yazık değil mi? Şimdi elimizde olsa ne güzel bir sanat dokümanı olurdu.
Uzatmayalım, benim Göztepe Karargâhından Umûmi Karargâh fotoğrafçılığı gibi işsiz güçsüz, talimiz, yorgunluksun, her gece evde yatarak yaptığım hizmete, işte bu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti ve onun idarecileri himmetiyle aktarılmıştım. Orada hizmetim -eğer buna bir hizmet denirse- her gün gidip karargâhta erlerle oturmaktan ibaret iken, Çanakkale’yi düşman tahliye etti. Çünkü Bulgaristan yolunu açmış olan Almanlar Avusturya’dan bize havan toplan ve diğer tesirli silah göndermeye başlamışlardı. Bunu anlayan itilâf Devletleri de bir gece kimsenin ruhu duymadan Gelibolu Yarımadası’nı terk etmişlerdi. Bu tahliye bizim için o kadar ansızın olmuştu ki, Anafartalar Cephesi’nde bir süvari müfrezemiz, düşman hâlâ kaçıyor zannıyla doludizgin kovalarken, topografyasını bilmedikleri Anafartalar Cephesinde yüksek bir yardan denize uçmuşlardı.”
Burhan Felek Doğru Gelibolu’ya Yola Koyuluyor
“Sene 1915’in ortaları, Umumî karargâhta fotoğrafhane yoktu. Ben de orada efradın konulduğu odada emre amade dururken, itilâf Devletleri, Çanakkale cephesini, yâni Gelibolu Yarımadası’ndaki kanlı harp cephesini bırakıp sessiz sedasız terk edip kaçtılar. Bu Türkiye için büyük bir zafer oldu. Bu tahliyeden sonra, bizim fotoğrafçılık işi başladı. Bana II. şube emir verdi:
— Gidip cephenin hâli hazırını, siperleri, harp ganimetlerinin olduğu gibi fotoğrafları çekeceksiniz.
Çünkü benimle birlikte gözlüklü Kenan adında bir fotoğrafçı arkadaşımız daha varmış. Ben farkında değildim. İkimiz, hastane vapuruyla denizden Akbaş iskelesine sevk edildik. Bu iskele, Çanakkale cephesinin iskelesiydi. Bizim hastane gemisiyle seyahat etmemiz de, tehlikeliydi. Çünkü Marmara’da düşman denizaltıları cirit atıyordu.
Neyse, kazasız belâsız Akbaş iskelesine çıktık. O sıralarda Gelibolu şehrinde yalnız Fener Mahallesi denilen mahalle —ki, eski askerlik ıstılâhı ile— zâviye-î meyyite, yâni (ölü açı)[ya yetişiyordu. Daha açık ifade ile düşman mermilerinin sakat noktalarının dışında idi. Üst tarafı 15-20 mil uzakta ve bizim atış sahamızın dışında o devrin tesirli ağır silahlarından 24’lük topu olan bir monitör (duba üstünde büyük çaplı tek toplu bir silah) bir teviye Gelibolu’yu bombardıman ederdi. Akbaşa çıkar çıkmaz, bizi sahilde ganimetleri tasnife memur edilmiş Yüzbaşı Fuat Bey adında şeker gibi tatlı bir istihkâm subayının yanma götürdüler.
Burada, “götürdüler” sözü, o kadar rahat bir seyahat ifade etmez, çünkü tek atlı bir yük arabasının içine bindirdiler. Arabada, minder yerine kuru ot doluydu. Her yer, top mermileriyle delik-deşik. Bizi sevke memur bir yedek subay, bir de arabacı vardı. Bu yedek subayı, arabacı nefere karşı olan muamelesi bakımından hiç beğenmedim. Adamı birkaç defa kamçı ile dövdüğüne şahit oldum ve itiraz ettim. Ama cephede bir muharip zabite söz anlatmak zordu. Bir defasında adamı öyle bir dövdü ki, dişleri kilitlendi ve şok geçirdi. Bizim subay, adamın ağzına kasaturasını dişleri arasına sokarak, açtı ve su içirdi.
Harp yalnız insanların birbirini öldürmeleri yüzünden değil, insanların insanlığını ve merhamet duygularını kaybetmesi bakımından feci ve evrensel bir dramdır.
İstihkâm subayı Fuat Bey, bizi Gelibolu yarımadasının ucunu teşkil[4] eden noktada deniz kenarında buldu. Buraları vaktiyle itilâf kuvvetlerini çıkarmaya yardım etmek için gemi rampa etmeye mahsus batırılmış eski gemilerle doluydu. Hatta bunlardan birinin adı, hiç unutmam Rivell Clide[5] idi. Fuat Bey bizi, bir kardeş gibi kabul etti ve az sonra gece yatacağımız barakaya götürdü. Burası, Kirte sırtlarında askeri tahta barakaydı, içinde de, portatif yataklar vardı.
Doğrusu ben, burada yatmaya korktum, çünkü 15 mil uzakta bir Fransız kruvazörü, sabah-öğle-akşam beş-on yaylım ateş ile bizim oraları bombardıman ediyordu. Maksatları, giderken bıraktıkları ve tahribe vakit bulamadıkları büyük kıymet ve miktarda silah ve malzemeyi, evvelden hazırlayıp patlatamadıkları lağımları uzaktan atışlarla patlatmaktı. Onun için bize:
Aman tel, kablo gibi şeylere dikkat edin, sakın el sürmeyin, çünkü burada patlamaya hazır boyu 15 metreye kadar uzanan lâğımlar var! Dediler.
E, bu hikâyeler hiç de tatlı şeyler değildir. Hele geceyi barakada geçirme bahsi çok firaklı oluyordu. Ama bir şeye dikkat ettim. Fuat Bey’in bir emir eri vardı, ismi, Vasil’di. Beykozlu bir Rum çocuğuydu. Yemeği de o pişiriyordu. Bunu görünce korkuya devam etmeyi, hiç değilse, dışarıya vurmayı Türklüğüme yakıştıramadım ve zaten 3. gün şartlara alışıp Kirte sırtındaki tahta barakada, mışıl mışıl uyumaya başladım.
Gelibolu cephesindeki durumu fotoğraflarla tespit için benim bir büyük refleks 10X15 makinem, Kenan’ın ise, küçük bir makinesi vardı. O benden daha rahattı. Sonra ben günde ancak 12 poz çekebilirdim. Çünkü benim şasiler çift camlı, 6 taneydi. Bu da ancak 12 poz ediyordu. Akbaş iskelesine ilk çıktığımız zaman, bir akşam umumî karargâhta kalmıştık. Burada harp esnasında bu cephenin komutan Alman Liman Von Sanders’in yerine Cevat Paşa tayin edilmiş, o da bilmiyorum, ne sebeple gelmemişti. Onun kurmay başkanı Miralay Şefik Bey vardı. Bu zat, sonradan Şefik[6] Paşa olarak sanırım Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı da yaptı. Karargâhta bir gün yemek yerken, orada topçu mülhakı teğmen olan şair Hâşim Bey[7]:
— Komutanım! Bir gün bu karargâhın havaya uçmasından hakkıyla endişe ediyorum.
— Neden Hâşim Bey!
— Çünkü, o kadar çok kuru fasulye yiyoruz ki, biriken gazlar, bizlerle beraber bu karargâhı bir gün uçurabilir! diye lâtife etmişti.
Gelibolu cephesinde ilk çektiğimiz fotoğraflar, hâlâ gömülmemiş olan siperler önündeki düşman cesetleri olmuştu. Adamlar, düştükleri vaziyette hemen hemen kokmaya başlamıştı. Henüz bunları gömmeye vakit bulamamıştık. Ondan sonra siperlerin içini, düşman siperleriyle bizim siperlerin hallerini olduğu gibi, çektik. Düşman bir gecede, bilmiyorum, kaç yüz bin kişiyi tahliye etmiş ve bundan bizim haberimiz olmamıştı.
Gelibolu cephesinde düşman siperleri kum torbalarıyla takviye edilmişti. Bunlardan hiç kullanılmamış, yüz binlercesi bizim elimize geçti. Lâkin siperde bulunanların hepsini, düşman çekilirken süngüleyip delmişti. Düşman siperleri böyle muntazam kum torbalarıyla takviye edilmiş haldeyken, bizim siperler de, içi kumla doldurulmuş eski fesler, gömlek parçaları, hırka parçaları çoktu. Yani biz Çanakkale’de sadece göğsümüzle harp ettik. Üst tarafı, birer kalıptan ibaretti.”
Resim 4.Burhan Felek’in, Seddülbahir’de gördüklerini söz ettiği River Clyde Gemisi’nin fotoğraflarını da çekmişlerdi. Bu o fotoğraflardan biri.
“Bu harp sırasında Gelibolu cephesine hâkim olan Elçitepe[8] diye bir tepe vardı. Burayı düşman, elde etmek için, birkaç gülle atmış, fakat oradaki Türk askerlerini çıkaramamıştı. Bunlardan biri de, benim, kurucularından olduğum, Anadolu İdman Yurdu’nun halat takımının dip adamı, Ayı Ali adındaki topçu teğmeniydi. Ayı Ali, merhum Şükrü Kaya’nın hususî kalem müdürü Hâdi Kaptan’ın ağabeyidir. 100 kiloluk bir çocuktu ve halat salmaya meraklıydı. Ayı Ali, Elçitepe’yi vermedi ve Gelibolu cephesinin bu mühim ve stratejik yerini müdafaa ederek, sağ salim oradan çıktı.”
Resim 5.Burhan Felek, Seddülbahir’de Fransızların bıraktığı ve bugün hala duran 24 cm’lik topları çekerken, diğer fotoğrafçı Kenan da onu fotoğraflamıştı.
“O zamanlar Cenup Cephesi adı verilen Seddülbahir’deki işimizi bitirdikten, fotoğrafları çektikten sonra bir akşam bizi istihkâm depo komutanı Binbaşı Tahsin Bey, yemeğe davet etti. Davet ettiği yemek, benim pek sevdiğim sarımsağı bol, fasulye pilakisi idi. Binbaşı Tahsin Bey, akşamcı idi. İstihkâm yüzbaşısı Fuat Bey de beraber olduğu halde, bizi 2-2,5 metre kalınlıkta bir toprak altındaki zeminliğe çağırdı, gittik. Daracık bir yere dört- beş kişi zar zor sıkıştık. Biz, gittiğimiz zaman hava kararmış, Tahsin Bey de epeyce mest olmuştu. Bize ikram için:
— Buyurun, buyurun! Diye yerinden kıpırdarken, sol eli olduğu gibi önündeki fasulye pilakisi tenceresinin içine girdi.
Gülüştük. Tahsin Bey, elini temizledi. Biz, Tahsin Bey’in sol elinin olduğu gibi içinde banyo ettiği fasulye pilakisini şifa niyetine yedik. Burada belki de dikkatinize ilişmemiş olan bir noktaya parmak basacağım. Bildiğiniz gibi, Müslümanlar sol eliyle taharetlenirler. Tahsin Bey’in de pilakiye dalan eli, sol eliydi. Çanakkale cephesinin bütün kesimlerinde de en kıt şey suydu. Yıkamak için değil, içmek için dahi su güç bulunuyordu.
Cenup cephesine veda ettikten sonra bizi, Anafartalar cephesine şevkettiler. Buraya arabayla değil, beygirle gitmemiz lâzım geldi. Ben ömrümde ata binmiş adam değildim. İçinde ağır bir fotoğraf makinesi olan fotoyu boynumuza astık. Olmadı, çıkardık, önümüze koyduk, kayışla tuttuk, yola revan olduk. Arkadaşımız Kenan Bey önde gidiyor ve bana:
— Yahu! Yanıma gelsene! Diyordu.
Ben, benim hayvanı güya sürüyordum. Tam yanına geldiğim zaman, bu sefer de Kenan’ın atı geride kalıyordu. Yanımıza iki de yardımcı asker vermişlerdi. Hâlimize bakıp güldüler. Açıkgöz olanı:
— Bey, boşuna uğraşmayın. Bunlar mekkâre beygirleridir. Arka arkaya yürümeye alışmışlardır. Yan yana gitmezler! Deyince, bu garip işin sebebini öğrendik.
Anafartalar cephesinde 6. Fırka’yı Şam taburları muhafaza ediyordu. Tümen komutanı sonradan maarif vekili olan Miralay Esat[9] Bey’di. Bir gece fırka karargâhında misafir kaldık ve yattık. Bir yemek yedik ki, değil harpte, hazarda büyük şehirlerde o kadar güzel yemek güç bulunur. 260 kuruş bedelle fırka kantininden yediğimiz yemekte bir et, bir sebze, bir de baklava vardı, baklava. Bu o zaman harpteki askere nasıl bakıldığını gösteren bir misaldir.
Anafartalar cephesine gittik. Arıburnu cephesi de buraya yakındı Orada dikkatimize çarpan şey, deniz suyundan tatlı su çıkarmaya mahsus cihazlar oldu. İngilizler, olduğu gibi bunları bırakıp gitmişlerdi. Bu cephenin düşman askeri, Anzak denilen Avustralyalılardan oluşuyordu. Onun için ara sıra bu Anzaklardan sağ kalanlar, Türkiye’ye gelip harp ettikleri yerleri ve bıraktıkları hemşehrilerinin hatırasını yâd- ederler. Anafartalar ve Arıburnu cephesi, Seddülbahir cephesine benzemiyordu. Seddülbahir’de iki cephe siperlerinin arasındaki mesafe, dört-beş metreden ibaretken, burada elli-altmış metrelik mesafeler vardı. Siperlerin önünde at denilen dikenli engeller vardı. Siperler daha derli, topluydu.”
Resim 6. Burhan Felek ve Foto Kenan tarafından çekilen Arıburnu’nun umumi manzarası.
“Anafartalar’da da, fotoğraflar çekip, döndük. Bu cephelerde dikkatimize çarpan şey, uçaklardan atılan kuyruğu kanatlı, büyücek delici demir kazıklar oldu. Bunların kalem kadar küçüklerini düşman, şehirlerimizde sokaklara serperek, çoluk çocuğun beyinlerini delmişlerdi. Anafartalar’dan dönerken. Küçük Anafarta köyünün düz ve yeşil ovasından geçiyorduk. Hava rüzgârlıydı. Benim hayvanın önünde beyaz bir kâğıt parçası uçuşunca, bizim beygir ürktü. Aldı başını gidiyor. Nasıl kaçıyor, sormayın. Ulan, aman. Bir şey değil. Bir yere çarpacağız. Arkadaşım Kenan ve askerler, çok geride kaldılar. Benimki aldı başını, uçuyor. Vay kerata! Ulan, o sümsük hayvana ne oldu? Ne dizgin dinliyor, ne bir şey. Gemi azıya almış dedikleri hal. Ne yapalım? Bir çayırlık yere önce makinemi atıp sonra kendimi kurtarmak için fotoğraf makinesinin kalınca kayışından askısını elimle çekince fark ettim ki, hayvanın dizginleri yerine ben şaşkın, fotoğraf makinesinin kayışını çekermişim. Hemen dizginleri buldum. Çeker çekmez, bizim uçan at, olduğu yerde bir daire çizip durdu. Ben de nefes nefese:
— Oh be! Dedim
Neden sonra Kenan Bey ile askerler geldiler. Kenan bana:
— Yahu, sen böyle ata biniyormuşsun da ne diye bizden saklıyorsun? Demez mi?
Ben hiç bozmadım.
— Ara sıra keyfim gelirse böyle şeyler yaparım! Dedim.
Ondan sonra uslu uslu bizim mekkâre beygirleriyle karargâha döndük. Arkadaşlara veda ederek, oldukça zengin bir fotoğraf koleksiyonuyla İstanbul’a Umumî Karargâha döndük. Fotoğrafları banyo ettik, bastık, lâzım gelen makamlara verdik. O zaman çektiğimiz fotoğrafları gösteren Almanya’da basılmış, Çanakkale cephesi foto albümleri, işte bu fotoğraflardan oluşmuştur.”
Frank Coffee Vakası ve Burhan Felek
Gelibolu Yarımadası’nın tahliyesinden sonra 1916 yılında Çanakkale Savaşı’nı yakından takip eden Papalık ile İstanbul Temsilcisi Monsenyör Augi Marie Dolci arasındaki yazışmalar ve sonrasında kayıp asker ailelerinin, ölen yakınlarının mezarları hakkında bilgi edinmek için Papa XV. Benoit’e başvurmasıyla hız kazanmıştı. Öte yandan Kardinal Pietro Gasparri’ye gönderilen ve istihbarat niteliği taşıyan bu mektupta kutsal emanetlerin Konya’ya gönderildiği, saray ve hükümetin de en kısa zamanda Konya’ya taşınacağından bahsedilir. Papalığın İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci, Kardinal Pietro Gasparri’ye 4 Nisan 1916 tarih ve 178 sayılı gönderdiği raporunda Harbiye Nazırı Enver Paşa ile yaptığı görüşmeyi bildiriyordu. Heyecan uyandıran görüşmeyle ilgili Monsenyör Dolci önce Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya yaptığı konuşmayı, ardından da Enver Paşa’nın yanıtlarını detaylarıyla raporuna not düşmüştü. Notlarda şöyle diyordu:
“Harbiye Nazırı’nın, bu maksatla hakikaten emir verdiğini askerî rahiplerden öğrenmiştim. Onun asil ve kahramanca hislerini biliyordum; vazifelerinin çokluğuna rağmen harbin başlangıcından itibaren o mukaddes mezarların korunması için generallerine emir vermişti. Nazır, harp halinin müsaade ettiği nispette; çatışmaların başlangıcından beri lazım gelen tedbirlerin alınması, mezarlıklar için seçilmiş bölgelerin hemen demir tellerle çevrilmesi, aynı zamanda hiçbir şekilde o mezarlara dokunulmaması ve tahrip edilmemesi için askerlere kati emirler vermiş olduğuna dikkatimi çekti. Eğer onlardan birkaçı zarar gördüyse bunun düşman gemilerinden atılan havan toplarının bazı mezarlıklara isabet etmesinden kaynaklanabileceğini ve kendisinin de harp esnasında buna şahit olduğunu anlatmıştı. Hakikaten, bu vakadan zaten haberdardım. Muharebede, mezarlığın iç tarafındaki mezarlara mermiler isabet ederek bazı mezarlara zarar vermiş ve bunlar, ateş kesildikten hemen sonra Harbiye Nazırı’nın emri ile eski hallerine getirilmişlerdi.”
Daha sonra İstanbul’daki Alman Sefaretinin Protestan askeri papazı Kont von Lüttichau, Çanakkale’de ölen Fransız ve İngilizler askerlerin mezarlarının durumu hakkındaki Mayıs 1916’da bir yazı kaleme almıştı. (Bericht über den Befund der Gräber der französischen und englischen Gefallenen auf Gallipoli, Kaiserlicher Botschaftsprediger und Konstantinopel). Kont von Lüttichau, yazısında “Türkler Mezarlara Saygısızlık Yapacak Karakterde Değildir” diye yazmış, ortalık biraz sakinleşmişti. Tabi söylentiler devam ediyordu. Aslında tüm olay da 19 Kasım 1915’te kalbine isabet eden bir şarapnel parçası nedeniyle yaşama veda eden Teğmen Frank M. Coffee’nin babası oğlunun mezarını buldurup, Sidney’e getirtmek arzusuyla Vatikan’a yazdığı mektupla başlamıştı.
Osmanlı Ordusu Sıhhiye Dairesi Başkumandanı, Seyyar Hastane Personel Şefi Alman Binbaşı Yungels, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci’ye yazdığı 28 Haziran 1918 tarih ve 959/18 sayılı mektupta Frank M. Coffee’nin mezarının bombardımanlar yüzünden yıkılmış olabileceğini belirtiyordu. Yungels, Bigalı Hastanesi Başkehimi Dr. Niekau’nun mektubunu da ekte sunuyordu. Dr. Niekau’nun mektubunda “İki İngiliz Zabitinin Mezarını Buldum Ama Coffee Diye Bir Mezar Yoktu” yazıyordu. Tabi bu arada Papalık Osmanlı Devleti’nden müsaade isteyerek Gelibolu’ya bir fotoğrafçı göndermek ister. Osmanlı bunu reddederek kendilerinin bu mezarlıkları fotoğraflayarak Papalığa ileteceğini belirtir. İşte burada Burhan Felek tekrar görevlendirilerek Gelibolu’ya gönderilir. Aslında Burhan Felek bu vakadan bir süre önce yukarıda bahsettiğimiz gibi Yarımada Tahliye olunur olunmaz cepheyi fotoğraflamıştı. Bu nedenle öncelikle tekrar gitmek yerine bu mezarları çektiği resimleri vermek ister. Fakat bu talep bizzat Papalık’tan geldiği için fotoğrafları yeniden çekmesi istenir. Zaten bu fotoğraflar, özellikle Frank Coffee’nin mezarının fotoğrafı daha sonra önce Papalık’a sonra da Papalık tarafından ailesine iletilir. Ailesi, evlatlarının huzur içinde yattığına kani olacak ki, mezarı Sydney’e götürtmekten vazgeçerler. Papalık Devlet Sekreteri Kardinal Gasparri, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci’ye gönderdiği 17 Haziran 1920 tarih ve B. 7230 sayılı yazıda Asteğmen Frank Coffee’nin mezarına dair vesika ve fotoğrafları aldıklarını bildiriyordu. 5 Ekim 1920 tarihli bir başka pusulada ise asteğmen Frank Coffee’nin cismani terekesinin, nakledilmeyip arkadaşlarının yanındaki yerinde kalacağını belirtiliyordu. Şimdi bu fotoğrafların alınma hikayesini yine kendisinin anlatımıyla dinleyelim.
Burhan Felek Yeniden Gelibolu’ya Dönüyor
“Verilen ikinci ciddî fotoğrafçılık vazifesi, Çanakkale cephesinin tahliyesinden bir hayli sonra Papa tarafından vâki müracaat üzerine oradaki mezarlıkların fotoğrafını çekmek için verilmişti. Bana:
— Çanakkale’de düşman mezarlarının fotoğrafını çekeceksin! Dediler…
Ben gafil de:
— Efendim? benim daha tahliye sırasında çekilmiş mezar fotoğraflarım var! Deyince:
— Papalık bu mezarlara lâyık olduğu hürmetin gösterilmediğini düşman memleketlerin şikâyeti üzerine bize söyledi ve kendisi fotoğrafçı göndermek istedi. Biz de onun yerine seni gönderiyoruz. Git, fotoğrafları çek, gel, başka şeye de burnunu sokma! dediler.
— Baş üstüne! Dedim.
Gene benim mahut 15X10 büyüklüğünde refleks koskoca Ernman makinemi omuzladım ve karadan Gelibolu’ya, Gelibolu’dan da römorkörle Gelibolu cephesi iskelesi olan Akbaş iskelesine gittim. Mevsim, yaz değildi. Bu cephede de meşhur Tabiye hocası (Atatürk’ün de hocası) en aksi ye sert generallerimizden Yakup Şevki[10] Paşa vardı. Yakup Şevki Paşa’dan herkes yılıyordu. Bu ordunun kurmay başkanı Şefik Bey, (sonradan paşa olup Millî Müdafaa Müsteşarlığına kadar yükselmiştir) Paşa’nın sertliğine ve daha kötüsü kabalığına dayanamayarak, mezunen İstanbul’a dönmüş, yerine II. şube müdürü Binbaşı Burhanettin Bey’i (sonradan bu zat da paşa olmuştur) bırakmıştı. Ben, Çanakkale karargâhına vardığım zaman, burası bir mezarlık sükûneti içindeydi. İlk gidişimde günde 3-4 defa denizden bombardıman edilen bu yerler, şimdi gerçekten bir kabristan sükûtu içindeydi. Karargâh, beni bekletmeden yahut bir gece orada kaldıktan sonra, fotoğraflarını alacağım siperlere şevketti. Bana, iki atlı bir yük arabası tahsis ettiler. İçine, bol ot doldurdular. Biz, bu yük arabasıyla, yavaş yavaş ve eski siperlerin bıraktığı derin yollardan giderek, Gelibolu yarımadasının, zannederim Kirte sırtlarına yakın bir yerinde hendeseyle çizilmiş çok muntazam, geniş bir mezarlığa vardık. Mezarlıkta binlerce haç vardı ve üzerlerinde, Gelibolu harbinde kahramanca öldüğüne dair yazılar da vardı sanıyorum. Ben, mezarlığı görünce şaşırdım kaldım. Bunlar, sonradan yapılmış mezarlıklardı ve harp sahasındaki mezarlıkların da başka türlü olmasına imkân yoktu. Fotoğraflarını çektiğimiz bu mezarlıklar, hâlâ orada ve o zamanki düşmanımız olan ve mezarlıklarda yatan askerlerin sahibi bulunan devletlerin egemenliği altındadır. Burayı, vakit vakit, bu harpte ölen çocuklarının anaları veya çocukları, gelip ziyaret ederler. Aynı şekilde, bir mezarlık da, Haydarpaşa Hastanesi’nin arkasındaki İngiliz mezarlığıdır. Burası da, Kırım muharebesinde yaralanıp burada ölen İngilizlerin mezarlarıdır. Fotoğrafları çektik. O zaman bugünkü 35 mm’lik makinelerden eser yoktu. En küçük makine, 6X4.5 idi. Bu da o devre göre, pratik değildi. Çünkü fotoğrafları, sonradan agrandizman yapmamız gerekirdi. O zamanlar, bu iş bize külfetli gelirdi. Onun için, çekeceğimiz fotoğrafların sayısı, taşıyabildiğimiz azamî 6 adet çift taraflı şasilerin alabildiği 12 camla sınırlıydı. Daha fazlası için şasileri boşaltıp yerine yeni camlar koymak için karanlık odaya ihtiyaç vardı. Bunun da Çanakkale cephesinde bulunması muhal idi. Uzatmayalım, dediğim gibi, 12 fotoğrafı çektik ve dolu şasileri, büyük fotoğraf çantamın içine yerleştirdik ve karargâhın yolunu tuttuk.”
Resim 7. Savaş sonrası çekilen müttefik mezarlıklarından biri.
“Dönüşün, denizden yapılması kararlaştırıldı. Yolculuğu, Marmara’da işleyen ve Gelibolu – Lapseki – Çardak-Karabiga-Tekirdağ gibi iskelelere uğraya uğraya İstanbul’a gelen vapurla yapmamız lâzım geliyordu. Yakup Şevki Paşa karargâhına geldiğim zaman, vapuru beklemem lâzım geldiğini söylediler. Biz de orada misafir kaldık. Bu misafirlikte öğrendim ki, Paşa’nın çok acayip huyları varmış. Gece, subay odalarının kapılarını dinletip neler konuştuklarını kontrol etmek istermiş. Ben, yemekleri karargâh subayları ile birlikte ve kantin fiyatına cebimden yerdim. Paşa, yemeklere gelmezdi. Yemekler fena değildi. Şuraya işaret etmek isterim; Bütün harp esnasında benim vazife ile veya misafir olarak bulunduğum kıtalardaki yemekler, çok iyiydi. Merhum levazım reisi İsmail Hakkı Paşa, belki halkı gıdasız bıraktı, ama askeri asla aç bırakmadı. Vapur gelinceye kadar karargâhta kaldık. Bir gün paşa haber gönderdi. Karargâh subaylarının toplu halde fotoğrafını çekmemi emretti. Bende de şafak attı. Çünkü elimde boş cam yoktu. Ama işi idare etmek lâzım geldi. Fotoğraf çekilmiş dolu şasilerle, karargâh heyetinin karşısına çıktım. Fotoğraf, şöyle ağaçlıklı güzel bir yerde çekiliyordu. Paşa, açık gri pelerini sırtında, diğer subaylardan bir adım önde, öteki subaylar arkada, poz verdi. Ben de, dolu şasileri açıp kapayarak ve fotoğraf çekiyormuş gibi hareket ederek, güya fotoğraflarını çektim. Bu poz esnasında paşa, karargâh subaylarının yerlerini tayin ederken, kurmay başkanvekili Binbaşı Burhanettin Bey’e —dediğim gibi, bu zat sonradan paşa oldu — :
— Gel bakalım, şöyle yamacıma yanaş bücür! diye hitap etti. Şaşırdım! Bu poz hâlâ hafızama çakılmış, durur. Bir komutan, kurmay başkanını bücür diye çağırıyordu. Gerçi, dev gibi boylu-boslu bir şark çocuğu olan Paşa’nın yanında boyu kısa olan Burhanettin Bey, küçük görünüyordu. Ama ordu protokolünde bir komutanın, kurmayını bücür diye çağırması da, işitilmiş şeylerden değildi. Akbaş iskelesinden Gelibolu’ya römorkör ile geldik ve oradan kıçtan bacalı İnebolu adındaki küçük vapura bindik. Hava lodos, tekne küçük, yol uzundu. Kıç kamaralardaki altlı üstlü ranzalarda yatan yolcuları deniz tuttu. Önlerinde asılı çinko musluk kaplarına istifra ettikçe benim de takatim kalmadı. Ama Allah yardım etti, ben hastalanmadım. Bu kamaranın bir kahvecisi vardı. Kısık sesli, orta yaşlı bir adam Yemen’de, Tehame çöllerindeki askerliğini anlatır dururdu. Lodosun tesiriyle sallanan vapur yolcuları, Allah ne verdiyse, hepsini önlerindeki çinko kaba çıkarırlarken, sert bir şeylerin ağızlardan çinkoya düştüğünü çıkardıkları sesten fark ettim. Bizim kahveciye sordum: – Yahu! Bunların dişleri mi düşüyor? Güldü: — Bey, sen bilmezsin. Bunlar, tok tutsun diye zeytini çekirdeğiyle yerler. Çıkanlar, zeytin çekirdekleridir! Dedi. Dönüş, gerçekten pek acıklı oldu. Vapurun kirlenmedik yeri kalmamıştı. 24 saatte İstanbul’a geldik. Ben berbat halde olan yolcuların çıkmasını bekledim. En son Galata rıhtımına çıkarken, gözlüklü ve şivesinden Giritli olduğu anlaşılan bir polis komiseri, bana adımı sordu, söyledim.
— Benimle gelir misiniz? Dedi.
— Ben askerim, polis beni tevkif edemez! dedim.
— Biliyorum. Israr etmeyin. Bakınız, elimde emriniz var! deyince, ısrar etmedim. Adam, aldı beni polis merkezine götürdü. O zaman, adına merkez memuru denilen emniyet âmirini tanıdım. Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi Müdürlüğü yapmış, İsmail Hakkı Bey’dir.
— Ne oluyor İsmail Hakkı Bey? Diye sordum.
— Aman kardeşim. Senin için, gelir gelmez elindeki fotoğrafları alın, diye emir verdiler. Ben de uzattım şasileri.
— Buyurun, alın! dedim.
— Bırak Allah aşkına! Ben senin yanına bir memur vereyim de, sen bunları kendin karargâha götür! Dedi.
Yanıma kattığı bir sivil memurla beni sabahın erken saatlerinde bir elimde bavulum, öteki elimde fotoğraf makinelerim olduğu halde, Galata’dan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti binasına yaya olarak gönderdiler. Oraya vardığım zaman, benim doğrudan doğruya âmirim olan yüzbaşı izzet Bey henüz gelmemişti. Bekledik, geldi. Kendisine, olan biteni anlattım. İzzet Bey iyi bir adamdı.
— Amaaaan bıktım vallahi! Ne istiyorlar bu adamlar senden? Kısm-ı Siyasî telefon etmiş, çektiği fotoğrafları başkalarına verebilir, karaya çıkar çıkmaz elinden alın demiş. Sen aldırma, al fotoğrafları, banyo et, kâğıda bas, bana getir! dedi.”
İşte Çanakkale Harp sahasına iki defa giderek buradakileri bugün bizlerin hafızasına sokanlardan biri olan Burhan Felek, 2 defa süren Çanakkale Macerasını böyle anlatıyor. Sadece gördüğümüz fotoğrafların artık nasıl alındığının hikâyesi de hafızamızda yerini almış oldu. Böylece sadece gazeteci kimliğiyle değil, fotoğrafçı kimliğiyle de Çanakkale Cephesi’nin izlerini bize aktaran bu büyük üstadın anısı önünde bu vesileyle saygıyla eğiliyorum.
Kaynaklar:
Felek, B. (1985). Geçmiş zaman olur ki… Felek Yayıncılık.
Marmara, R & Günal, B. (2014)Çanakkale 1915 / Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığında Frank Coffee Vakası, İBB Kültür Yayınları.
Müdafa-i Milliye Cemiyeti Harbi Umumi Panoraması (10,11,13,14 ve 15 nolu sayılar) (Volkan Eldem Arşivi)
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-1” Milliyet, 24.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-2” Milliyet, 25.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-3” Milliyet, 26.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-4” Milliyet, 27.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-5” Milliyet, 28.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Askerlik Hatıraları-6” Milliyet, 29.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Çanakkale ve Papalığın Bir Talebi-1” Milliyet, 10.05.1980, s:7
Burhan Felek, “Çanakkale ve Papalığın Bir Talebi-2” Milliyet, 11.05.1980, s:7
[1] Meşhur Ernemann kameraları.
[2] Vehip Kaçi Paşa
[3] Esat Bülkat Paşa
[4] Seddülbahir-Ertuğrul Koyu Bölgesi.
[5] 25 Nisan günü 2000 civarında askeri çıkarmak için taşıyan River Clyde gemisi.
[6] Şefik Türsan Paşa
[7] Ünlü Şair Ahmet Haşim. Ahmet Haşim Çanakkale Cephesinde Topçu Yedek Subay olarak görev yapmıştır.
[8] Alçıtepe.
[9] 26. Tümen olması gerektir. Tümen Komutanı Esat Sagay’dır.
[10] Orgeneral Yakup Şevki Subaşı.