GELİBOLU’YU ANLAMAK

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğunda Futbol – Melih Şabanoğlu ile Söyleşi 2 .Bölüm – (Tuncay Yılmazer)

Kulüplerimizin kuruluşundan ana konumuza gelelim. 1.Dünya Savaşı 1914-1918 dönemi hatta mütareke dönemini de katabiliriz buna, spor etkinliklerinden başlayalım. Bir konuşmamızda Balkan Savaşı’nda faaliyetler durdu ama Birinci Dünya Savaşı döneminde devam etti demiştiniz. Bu bana ilginç geldi doğrusu. Nedeni ne olabilir?

Evet Balkan Savaşı nedeniyle İstanbul Futbol Ligi tatil edildi. Ama Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul Futbol Ligi’nde mücadele özellikle savaşın ilk yıllarında bütün heyecanıyla devam etti. Bunun basit bir nedeni var. Balkan Savaşı başladığında, ki Ekim 1912’nin ilk haftasıdır, İstanbul Futbol Ligi’nin birkaç gün önce açılış maçı oynanmıştı. İtilaf ve Hürriyet Fırkası iktidardaydı ve basında kesif bir sansür uygulanıyordu. Osmanlı orduları tarihinde görülmemiş nispette bütün cephelerde karşısındaki Bulgar, Sırp, Yunan ve Karadağ ordularından bozgun halinde kaçarken bu durum basın sansürü nedeniyle İstanbul halkından gizleniyordu. Sansür sayesinde de İstanbullular Osmanlı ordularının bütün cephelerde muzaffer olduğunu sanıyordu. Ancak yaklaşık bir ay sonra Bulgar ordusu Çatalca önlerine kadar geldi ve top sesleri İstanbul’da duyulmaya başlandı. Yani moda deyimle yakın ve açık bir tehlike altındaydı İstanbul. Bu nedenle askerde olmayan gençler Çatalca’ya koştular. Futbol liginin tatil edilmesinin nedeni budur.

Çok iyi bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul hiçbir zaman yakın ve açık bir tehdit altında kalmadı. Bu nedenle de İstanbul Futbol Ligi’nin tatil edilmesine gerek duyulmadı. Diğer taraftan İstanbul imparatorluğun başkenti olarak günlük propagandanın en büyük kamusal alanı durumundaydı. Futbol sahaları da bu kamusal alanın önemli unsurları arasındaydılar. Yani dönemin iktidarı futbol üzerinden de İstanbul halkına mesajlar iletme imkânına sahipti. Ligin tatil edilmemesindeki nedenlerden biri de budur. Ligin tatil edilmesi, İstanbul halkına savaşta bir şeylerin yanlış gittiği yolunda ters bir mesaj vermek anlamına gelecekti.

Takımlar nasıl şekillenmişti? Mutlaka askere giden ya da askerlik çağında olan oyuncuları da vardı.

Esasında dönemin askere alma kanunlarına uygun biçimde yaşı askerlik çağında olan bütün erkekler 2 Ağustos 1914’te ilan edilen seferberlik kapsamında askere alındı. Burada fazla kayırma olmadığını düşünmek daha doğru olur. Bu düzen 1917’de askere alma yaşının 18-17 yaşına indirilmesine kadar sürdü. Yaşları gelen bütün futbolcular askere alındılar. 1917’de askere alma yaşı küçültülünce bundan temelde birkaç istisna dışında bütün takımlar olumsuz etkilendi.

Burada iki kırılımdan söz etmeliyiz. Birinci kırılım şu. Bazı kulüpler iktidardaki İttihat ve Terakki’yle organik ya da inorganik bir temasa sahip oldukları için bu kulüplerin futbolcuları askere alınmalarına karşın Çanakkale, Kafkasya, Irak ve Kanal cephelerine gönderilmediler. Gönderildiyseler bile cepheye sürülmediler, karargâhlarda ve geri hizmetlerde çalıştırıldılar.

İkinci kırılım ise idmancıları askere alınmayan kulüpler de vardı; Altunordu gibi.

Hangi kulüplerin cephelere en çok sayıda sporcu ve futbolcu gönderdiğini büyük ölçüde Donanma dergisinin 28 Ekim ve 10 Kasım 1915 tarihli nüshalarından takip edebiliyoruz. Donanma dergisi bu tarihlerde bazı kulüplerin kendilerine bildirdiği “şehit, yaralı ve silah altındaki sporcular” listesini yayınladı. Bu kulüpler sırasıyla Beşiktaş Jimnastik Kulübü, Galatasaray Kulübü, Anadolu, Fenerbahçe Spor Kulübü ve Türk İdman Ocağı’ydı. Galatasaray Donanma dergisine dokuz, Beşiktaş üç, Fenerbahçe iki ve Türk İdman Ocağı ise bir şehit bildirmişlerdi. Bunun yanı sıra Galatasaray ve Fenerbahçe üçer sporcusunun yaralı olduğunu bildirmişti. Donanma’da yayınlanan listelere göre kulüplerin o tarihte asker olan sporcuların sayısı ise şöyleydi: Galatasaray 44, Anadolu ve Fenerbahçe 34, Türk İdman Ocağı 17 ve Beşiktaş 12. Donanma dergisinde yayınlanan bu iki listeyi Atlas Tarih’in Aralık 2014 tarihli sayısında yayınlamıştık.

Bu konuda hemen şunu söylemek gerekir ki, kulüplerimizin Donanma’ya gönderdiği listeler kısmen şişirilmiş listelerdi. Yani sadece sporcular değil kulüp üyeleri ve camiaya dahil insanlar da şehit, yaralı ya da asker gibi gösterilmişti. Diğer bir konu, o tarihte şehit düşmedikleri için Donanma’da adı geçmeyen, ancak o dönemde askerde olan veya daha sonra askere alınıp muharebelerde şehit düşen futbolcular da vardır, Galatasaray’dan Celal İbrahim, Cevat ve Ahmet Hamdi beyler gibi.

Görüldüğü gibi Altunordu Kulübü Donanma dergisine şehit, yaralı veya asker olan sporcularına ilişkin hiçbir liste göndermemişti. Bu konuya sanırım daha sonra değineceğiz.

Daha önce sorduğumuz sorular bağlamında Osmanlı son dönemi hatta cumhuriyetin ilk dönemlerinde spor kulüplerinin “milliyetçi” olduğunu belirtiyorsunuz bir makalenizde. Bir çeşit endoktrinizasyon yerleri miydi spor kulüpleri? Mesela 1914’teki Galatasaray ile Fenerbahçe arasında zihniyet farkı vardı diyebilir miyiz?

Güzel soru. Milliyetçilik anlamında en dramatik kırılım Balkan Savaşı’nda yaşandı. Meşhur bir derb-i masaldır. Der ki, “Balkan Savaşı’nda asker cepheye Osmanlı olarak gitti, Türk olarak döndü.” Gerçekten de Balkan Savaşı sonrasında Osmanlı’daki spor örgütlenmelerine baktığımızda önemli bir dönüşüm yaşandığına şahit oluyoruz. Mesela o dönem yayınlanan İdman dergisindeki bir haberde İstanbul’daki kulüplerin ortak bir toplantı yaparak Anadolu’ya sporu yayma ve sevdirme konusunda bir araya geldiklerini okuyoruz. Hatta İstanbul kulüpleri bir program da hazırlıyorlar, şu tarihte İzmit’e, şu tarihte Eskişehir’e gidilecek ve şu sporlar icra edilerek tanıtılacak diye.

Balkan Savaşı’ndan sonra görülen değişimi militerleşme olarak tarif edebiliriz. Kulüplerin önemli bir bölümü yaptıkları faaliyeti bireysel plandan milli plana dönüştürerek, amaçlarını “Türk milletine asker yetiştirme” olarak tarif etmeye başlamışlardır. Bu konuda en radikal değişim Fenerbahçe’de yaşandı. Kulübü 1907’de kuranlar muhtelif nedenlerde Fenerbahçe’den ayrıldıkları için bir süre önce bahsettiğimiz Jön-Türk ve İttihatçı Dr. Hamid Hüsnü yönetiminde çok genç bir ekip 1913 yılında kulüp yönetimine el koydu. Bu grubun amacı gençleri iktidardaki İttihat ve Terakki’nin yönelimleri doğrultusunda askerliğe hazırlamaktı. Ki bunu da tüzüğe yazdılar. Bu husus tüzükte, “Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kuruluş amacı vatan gençlerini, vatanın korunmasına ve askeri seferberliklere hazırlamaktır” diye geçti.

Benzer bir hamleyi namlı İttihatçı Ahmed Robenson liderliğinde Galatasaray camiasında da görüyoruz. Ahmed Robenson ve abisi Abdurrahman Robenson o dönemde Mekteb-i Sultani’deki keşşaflık ocağına benzer biçimde diğer sultanilerde ve idadilerde de, yani liselerde de yeni izcilik teşkilatlarını kurdular, tanzim ettiler ve yönettiler. İzci kamplarında silahla talimler de yapılırdı. Çünkü amaç askerliğe hazır yeni bir nesil yetiştirmekti.

Galatasaray’ın B takımı kimliğine sahip Progrès’yi, ki “ilerleme”, yani “terakki” anlamına gelir, Galatasaray’dan kopartarak İttihat ve Terakki’nin hizmetine Altunordu adıyla sunan Aydınoğlu Raşit Bey’in çabasını da bu başlık altında değerlendirmekte fayda var.

Sorunun özet yanıtı olarak; evet kulüplerin çoğu gençlerin milliyetçilik ve yurtseverlik anlamında endoktrine edildikleri ocaklardı diyebiliriz. Kulüpler askeri ve sivil anlayış ekseninde bir yelpazede yer alıyorlardı ve aralarındaki zihniyet farkları bir anlamda oldukça açılmıştı. Bir kutupta Altunordu ve Fenerbahçe yer alıyordu. Diğer kutupta ise Galatasaray.

Galatasaray’ın daha sivil bir kulüp olarak karakterini korumasını aslında bir Arnavut olan Ali Sami Bey’e bağlamalıyız. Bu kimliği nedeniyle Ali Sami Bey, Türk milliyetçiliğine biraz mesafeli yaklaşıyordu. Ki Ali Sami’nin bu tutumu, Altunordu’nun kurucusu Aydınoğlu Raşit tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Raşit Bey Ali Sami Bey’i, Galatasaray’da Türk, Boşnak ve Arap gençleri yerine Slav ırkından (bununla Bulgarlar ve Karadağlıları kasteder) futbolculara yer vermekle suçlar. Yani bir anlamda Raşit Bey’in tutumu hem pantürkisttir, hem de panislamist. Tıpkı İttihat ve Terakki’nin kendisi gibi. Aydınoğlu’nun bu eleştirileri Galatasaray’ın B takımı olan Progrès’yi Altunordu’ya dönüştürmesiyle sonuçlandı.

Buradan devam edelim. İttihat Terakki’nin adeta resmi kulübü olan Altunordu bünyesinde iyi oyuncular barındırıyor. Futbolda başarılı. Bu bağlamda iki sorum olacak. Bir siyasi hareket neden spor ya da futbol kulübü kurar? Ayrıcalıkları var mıydı diğer takımlara göre?

Esasında muhtelif bağlamlarda Altunordu’dan bahsettik. O dönemde, yani 1913 sonrasında bütün kulüplerin İttihat ve Terakki’yle organik ya da inorganik çeşitli bağlantıları ve temasları vardı. Ya yöneticileri İttihatçıydı, ya da yöneticileri arasında İttihatçılara rastlanıyordu. İstanbul’da oturan İngilizler tarafından 1904’te kurulan İstanbul Futbol Ligi, 1913 yılına kadar İngilizlerin ağırlığında sivil bir anlayışla yönetildi. Ancak 1913 baharında İttihat ve Terakki’nin Babıâli Baskını sonrasında iktidara el koymasından sonra sivil karakterini hızla kaybederek siyasetin tamamıyla etki sahası altına girdi. Bununla tabii kuruluşundan itibaren İstanbul Futbol Ligi’nde siyasetin hiçbir tesiri olmadı demek istemiyoruz. Elbette siyaset hep vardı. Bunun da nedeni İttihat ve Terakki’nin sporun toplumsal örgütlenmedeki rolünü çok iyi kavrayıp hemen vaziyet almasıdır. Nitekim 1908 Devrimi’ne dek sürgün hayatını önce Fizan, sonra da Dr. Nazım ve Ahmet Rıza ekibinin yanında Paris’te sürdüren Türkiye’nin ilk futbolcusu kabul edilen Fuad Hüsnü’nün ağabeyi Dr. Hamid Hüsnü devrimden sonra bir kahraman olarak ülkeye döndü. Dr. Nazım’ın bir tilmizi olarak sporun ve futbolun dönemin gençleriyle ilişki kurmak için ideal bir ocak olduğunu çok iyi biliyordu. Dr. Hamid Hüsnü bunu, sürgündeyken Cambridge’de ders veren ve sporun İngiltere gençliği üzerindeki etkisi yerinde gözlemleyen Dr. Nazım’dan öğrenmişti.

Bir anlamda Dr. Hamid Hüsnü İttihatçıların spor alanındaki örgütleyici ismiydi. Ülkeye dönünce gençleri İttihatçılıkla buluşturacak bir mecra olarak Galatasaray’ı seçti. Bunun iki nedeni vardı. Galatasaray en kuvvetli Türk kulübü durumundaydı. İkinci olarak da bir mektebe, Mekteb-i Sultani’ye dayanıyordu. Yani bir anlamda Osmanlı’nın en eğitimli gençlerinin yetiştiği bir kaynağa sahipti.

Fuad Hüsnü ağabeyi Dr. Hamid Hüsnü’nün talimatıyla Galatasaray’a dahil oldu. Hasan Basri ve Dalaklı Hüseyin beyler gibi. Fuad Hüsnü’nün takım arkadaşı İngiliz Horace Armitage’ın da katılmasıyla Galatasaray İstanbul Futbol Ligi’ni domine etmeye başladı. Bir ilki başararak şampiyon oldu ve bunu üst üste üç yıl tekrarladı. Bir anlamda İstanbul’da yaşayan İngilizlere ve gayrimüslimlere karşı tırnak içinde Türk milliyetçiliğini temsil etti. Bu kimliği sayesinde mektep dışında bir taraftar grubu yarattı. Topluma kök saldı.

Ancak Galatasaray köklerini bir Osmanlı kurumu olan Mekteb-i Sultani’den alan bir kulüptü. Köklü geleneklere sahipti ve temelde spora spor gözüyle bakıyordu, siyaset üzerinden değil. Bu nedenle Dr. Hamid Hüsnü Galatasaray’da arzusunu tam olarak yerine getiremediğini düşünerek o dönem ayakta kalma uğraşı veren Fenerbahçe’ye girdi, İttihat ve Terakki’nin gücünü bu kulübe yönlendirdi. Dr. Hamid Hüsnü’nün bu hamlesi sayesinde Fenerbahçe, üç yıllık Galatasaray hâkimiyetinden sonra İstanbul Futbol Ligi’nde şampiyonluğa ulaştı.

Altunordu İttihatçılığı bir seviye daha ileri götüren bir kulüptür. Aydınoğlu Raşit Bey öncülüğünde Galatasaray’dan kopan kulübün fahri başkanlığına İttihatçıların meşhur liderlerinden dönemin içişleri bakanı Talat Bey getirildi. Bu takımın rengi kan ve çelikten mülhem kırmızı-lacivertti.

Birinci Dünya Savaşı sırasında özellikle Galatasaray’ın futbolcuları cephelere giderken Altunordu, askere gitmemeleri ayrıcalığı tanıyarak Fenerbahçe’nin önemli oyuncularını kendi bünyesine aldı. Bu futbolculara İttihat ve Terakki’nin gayretleriyle devlet dairelerinde önemli işler bulundu, böylece askere gitmeleri önlenmiş oldu. Bu sayede de 1916-17 ve 1917-18 sezonlarını Altunordu, İstanbul Futbol Ligi’ni şampiyon olarak tamamladı.

Bu gerçek anlamda haksız bir rekabetti. Zira, aynı dönemde örneğin Galatasaray çoğu futbolcusu askere alınmış olduğu için sahaya çıkaracak 11 futbolcu bulamıyor, hükmen yenileceğini bile bile İstanbul’da görev yapan Almanlarla takımını takviye ediyordu. Altunordu ise devlet dairelerinde istihdam ederek askerlikten muafiyet sağladığı oyuncularla kolayca şampiyon oluyordu. Bu, hâlâ iyi çalışılmamış ve pek bilinmeyen bir dönemdir.

Ama sonuçta ne oldu? Siyasetin doğrudan uzantısı konumunda olan Altunordu toplumda kökleşemedi ve İttihatçıların iktidardan düşmesiyle de yok olup gitti. Yani bir anlamda sporun gücü uzun vadede siyasete karşı galip gelmiş oldu. Benzer süreci 1933-1938 arasında Güneşspor da yaşadı. Siyasetin gücüyle spor sahasına girdi, ama yine siyasi nedenlerle kendini feshetmek zorunda kaldı, neredeyse arkasında tek bir taraftar bile bırakmadan.      

Bize hep anlatılır. İşte falanca Fenerbahçeli futbolcu Çanakkale’de savaşıyor, hafta sonları gelip top oynuyordu gibi. Bu hep bana tuhaf gelmiştir. Gerçekten böyle bir durum yaşanmış mı Çanakkale Savaşı sırasında?

Bu da maalesef Türkiye futbol tarihinde doğru kabul edilen bir şehir efsanesidir, mittir. Bu aşikâr yanlışları futbol tarihine sokan isim Ali Sami Alkış. Yazmış olduğu Yedi Kandilli Avize adlı hiçbir tarihi ve bilimsel içeriği olmayan bir kitapla başardı bunu.

Çanakkale’deki kara muharebelerinin nasıl cereyan ettiği konusunda az çok fikri olan herkes, Çanakkale’de askerlik yapan birisinin hafta sonları maç yapmak için İstanbul’a gitmesinin mümkün olamayacağını bilir. Hatta İstanbul’a gitmek büyük ölçüde aklına bile gelemez. Bu yüzden üzerinde konuşmaya bile gerek yok. Şöyle bir örnek vereyim. Celal İbrahim Galatasaray’ın ilk futbolcularındandı. 1915 baharında askere alındı ve Çanakkale’ye gönderildi. Bırakalım İstanbul’a maça gelmeyi, Çanakkale’deyken mektup yazacak bile zaman bulamamıştır kanlı boğuşmalar arasında. Celal İbrahim daha sonra Irak, Filistin ve Doğu cephelerinde görev yaptı ve 1917’de Bağdat yakınlarında şehit düştü. Keza Hasnun Galip; 21 Haziran 1915’te Çanakkale’de şehit düştü. Cephedeyken sadece iki tane mektup yazabilmişti tanıdıklarına. Buna da bağlı bulunduğu 7. Tümen ihtiyat birliği olarak cephe gerisinde bulundurulurken vakit bulabilmişti. Dolayısıyla bu mesele bir uydurmadır.

Peki, bu iddia nasıl ortaya çıktı? Muhtemelen şundan. Fenerbahçe 21 Aralık 1917’de oynanacak Galatasaray maçı için, o zaman Kırklareli’nde asker olan Galip Bey’le (Kulaksız), Keşan’da askerlik yapan Arif Bey’i izinle İstanbul’a getirtiyor. O maçta muharebelerinin bitiminden sonra Çanakkale’de uçaksavar bataryasında görev yapan, ama sonra İtilaf uçaklarının İstanbul semalarından görünmeye başlaması üzerine Erenköy ve Fikirtepe’ye kurulan bataryaya tayin edilen Ethem Bey de (Bellisan) Fenerbahçe takımında yer alıyor. Muhtemelen “hafta içinde Çanakkale’de düşmana kurşun sıkıyorlar, hafta sonları da İstanbul’da maça çıkıyorlardı” efsanesinin kaynağı bu olsa gerektir.

İkinci ve küçük bir mesele. Bu miti yazanın ve bunu çoğaltanların, Çanakkale’de görev yapan bir askerin kaç günde ve hangi yollarla İstanbul’a varabildiği konusunda da hiçbir fikri ve bilgisi olmadığını da söylemek gerekiyor. Galiba Çanakkale’den İstanbul’a günün belirli saatlerinde sefer yapan otobüsler ve gemilerin olduklarını sanıyorlar bu tezi ileri sürenler. Hemen söyleyelim; sadece yaralı ve mühimmat taşıyan sınırlı sayıda gemi vardı. Ve gemiler de Marmara Denizi’nde kol gezen İngiliz, Fransız ve Avustralya denizaltılarının tehdidi altındaydılar. Genelde kullanılan yol, Gelibolu’dan yürüyerek Edirne’nin Uzunköprü istasyonuna ulaşmak, oradan trenle İstanbul’a gelmekti. Bu yolculuk da günlerce sürerdi.

Peki kimleri sayabiliriz dönemin ünlü futbolcu ya da sizin daha çok belirttiğiniz özellikle de şehit olan idmancılarından? Hasnun Galip en bilinen örnek sanırım.

Her zaman gerçekleri konuşmak iyidir; şehit olan futbolcu sayısı aslında çok azdır. Hele kendi kulüplerinin o zamanın tabiriyle birinci timinde, yani A takımlarında oynayıp da şehit olan futbolcu sayısı.

Kulüp bazında bakacak olursak Beşiktaş’ın üç futbolcusunun şehit olduğunu biliyoruz, ki bunlar Kâzım, Asım ve Ali beylerdi. Ancak hangi cephelerde şehit düştüklerine ilişkin kesin bilgiye sahip değiliz. Büyük ihtimalle Doğu ve Çanakkale cephelerinde. Tabii burada Beşiktaş’ın futbol şubesini 1910 yılında kurduğunu ve futbol takımının İstanbul Futbol Ligi’nde mücadele etmediğini de eklemek gerekiyor. Bu nedenle, Beşiktaş’ın şehit üç futbolcusu hakkındaki bilgilerimizin çok sınırlı. Eğer Beşiktaş İstanbul Futbol Ligi’nde mücadele etmiş olsa, belki de şehit düştükleri cepheleri biliyor olurduk.

Birinci Dünya Savaşı’nda en çok futbolcu şehit veren kulüp Galatasaray’dır. Galatasaray birinci timde oynayan altı futbolcusunu kaybetti Birinci Dünya Savaşı’nda. Bunlar, Abdurrahman Robenson, Neşet Hasan, Hasnun Galip, Celal İbrahim, Ahmet Hamdi ve Cevat beylerdi.

Fenerbahçe’nin birinci timinde oynayıp da Birinci Dünya Savaşı’nda şehit düşen futbolcusu yoktur. Rüştü Dağlaroğlu Fenerbahçe’nin genç takımlarında futbol oynamış üç sporcunun Birinci Dünya Savaşı’nda şehit düştüğünü yazar: Bunlar Haldun, Halim ve Kemal beylerdir.

Bunlar dışında Birinci Dünya Savaşı’nda bugün itibariyle bildiğimiz başka şehit futbolcu yok. Yani kulüplerinin A takımlarında futbol oynayan dokuz, genç takımlarında futbol oynamış olan da üç futbolcu var şehit düşmüş.

 

               Hasnun Galip

Hasnun Galip’ten biraz daha ayrıntılı bahsedebilir miyiz? Tam birliğini, ne zaman şehit olduğunu kesin olarak biliyoruz değil mi?

Evet. Çoğu Galatasaraylı gibi Mehmet Hasnun Galip’in de nerede, ne zaman ve nasıl şehit düştüğünü biliyoruz. Mehmet Hasnun Galatasaray forması altında son maçına 16 Nisan 1915 Cuma günü Anadolu karşısına çıktı. Galatasaray’ın 3-2 kazanarak İstanbul Ligi şampiyonluğuna ulaştığı bu maçtan tam üç gün sonra 19 Nisan’da Hasnun mülazım-ı sani rütbesiyle Çanakkale’deki 5’inci Ordu’ya gönderildi. Mehmet Hasnun Çanakkale’de önce 7 Fırka’ya (tümen) bağlı 19’uncu Alay’da görev yaptı, sonra da 21’inci Alay’da. Bu alayın 2’nci Taburu’na bağlı 7’nci bölüğün takım kumandanlarıydı biriydi Hasnun. Bildiğimiz kadarıyla cepheden Ali Sami Bey’e iki mektup yazdı. Son mektubu 7 Haziran 1915 tarihliydi ve Zığındere’de kaleme alınmıştı. Bu mektuptan iki hafta sonra Hasnun’un bölüğü, Fransızların 21 Haziran 1915 Pazartesi günü Kerevizdere’de başlattıkları büyük saldırıyı karşılayan ve elinde hiç ihtiyatı kalmayan komşu 2’nci Tümen’e yardım amaçlı olarak gönderildi ve savaşa girdi.  Hasnun işte bu muharebede, Türk tarafının “Kemalbey Tepe”, Fransızların “Haricot” dedikleri mevziyi savunurken şehit düştü.

Azınlıkların durumu nasıldı? O dönemin Fenerbahçe, Galatasaray vs. gibi takımlarında Rum, Ermeni futbolcular da var mıydı? Yoksa her etnik grup kendi takımını mı kurmuştu?

Esasen azınlık değil de Osmanlı tebaası diyelim. Çünkü bilindiği gibi azınlık deyimi Lozan Anlaşması’yla ortaya çıkan bir kavram.

Osmanlı’ya futbolu Britanyalıların getirdiğinden söz etmiştik. İzmir ve İstanbul’da İngilizlerden ilk olarak futbolu öğrenen ve uygulayan millet Rumlar oldu. Rumları Ermeniler takip etti. Elbette bu iki milletin de kendine ait takımları vardı.

İstanbul Futbol Ligi’ne giren ilk Rum takımı Elpis’ti. Formaları çubukluydu ve renkleri mavi-beyazdı. Kimseyi geçirmemesi nedeniyle “Tahtaperde” lakabıyla anılan Aleko Kaliya, Miço gibi önemli futbolcuları vardı. Meyhaneci Todori de Elpis’in futbolcuları arasındaydı. Bu kulüp 1910’da faaliyetine son verdi.

Biraz önce değindiğimiz gibi özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra milliyetçiliğin kök salmasıyla birlikte Galatasaray’la Elpis arasında oynanan maçlar bir tür Osmanlı-Yunanistan savaşlarına benzemeye başlamıştı. İki takım oyuncuları ve taraftarları arasında büyük kavgalar çıkıyordu.

Elpis’ten sonra yine Moda’da Rumların 1908’de kurmuş olduğu Strugglers önemli bir kulüptü. Strugglers’ın da renkleri Elpis’inki gibi mavi-beyazdı. Kaleci Vlami ve santrfor Kalemidas önemli futbolcuları arasındaydı. Bu arada söyleyelim kaleci Vlami kuruluş döneminde bir maçta Galatasaray’ın kalesini de korumuştu. Osmanlı’nın büyük yenilgisiyle sonuçlanan Balkan Savaşı sonrasında, 1913-1914 sezonunda, ülkede yükselen milliyetçi dalga nedeniyle Strugglers’tan kulübün Yunanistan bayrağını anıştıran renklerini değiştirmesi talep edildi. Ancak Strugglers bunu kabul etmeyerek ligden çekildi. Strugglers’ta birkaç Ermeni futbolcu da vardı.

Elbette İngilizlerin kurdukları Kadıköy, Moda ve Ramblers kulüpleri gibi başka takımlarda da birçok Rum futbolcu yer alıyordu. Elpis’te oynadığını söylediğimiz Miço Negroponti daha sonra Fenerbahçe’ye dahil oldu. Hatta bir Altunordu maçında rakip takıma gol attığı için, “nasıl olur da bir Rum bir Türk takımına gol atar diye” Sedat Rıza Bey tarafından kendisine tokat atılmıştı. Fenerbahçe’de Tripo, Nikolaides ve Koço Negroponti de futbol oynayan Rum oyuncular arasındaydı. Galatasaray’da da Steryo adlı bir Rum olduğunu düşündüğümüz bir futbolcu oynuyordu.

Ermenilere gelince. Başta Bakırköy’de oturan Ermenilerin kurmuş olduğu Dork olmak üzere birçok futbol takımı vardı; Jason, Araks, Masis, Makriköy gibi. Ancak bu takımlardan hiçbiri İstanbul Futbol Ligi’nde yer almadı.

Fenerbahçe’de oynayan Ermeni futbolcular Leon ve Kirkor Agopyan kardeşler, Vahram Mateosyan, Karnik Arslanyan ve Rupen’dir. Galatasaray’da ise tehcir döneminde öldürülen Mıgırdıç Dikranyan takımın önemli oyuncuları arasındaydı.

Bu vesileyle söylemeye gerek yok İttihatçıların organik uzantısı Altunordu’da hiçbir Rum ve Ermeni oyuncuya yer verilmemişti. Beşiktaş’ın da ilk kadrosunda yine Osmanlı’nın Rum ve Ermeni tebaasına ait oyuncu görmüyoruz.

Bir de o dönem takımlarının, liselerinin vs. gibi kurumlardaki siyah rengin özellikle Çanakkale’de şehit olanların yası için konulduğu söylenir. Doğru mudur bu? Mesela Beşiktaş’ın, İstanbulspor’un renklerindeki siyah Balkan Savaşı ve Çanakkale’den mi geliyor?

Bu da bir şehir efsanesi ve mittir. Özellikle Çanakkale Savaşı nedeniyle eski İstanbul Sultanisi, bugünün İstanbul Erkek Lisesi’nin renginin sarı-siyaha dönüştüğü ileri sürülür. Benzer bir iddia Kabataş Erkek Lisesi için de geçerlidir.

Konunun özü şu. Hem İstanbul Erkek Lisesi, hem Kabataş Erkek Lisesi renklerini Çanakkale Savaşı’ndan çok önce kurulan keşşaf ocağının bayrağından alır. İstanbul Sultanisi’nin keşşaf ocağı Galatasaraylı Abdurrahman Robenson tarafından 27 Teşrin-i Sani 1328’de, yani 10 Aralık 1912 tarihinde kuruldu, ocağın bayrak rengi sarı-siyah renklerdi. Benzer biçimde Kabataş Sultani’sindeki keşşaf ocağı da yine Abdurrahman Robenson tarafından 18 Mart 1329’da, yani 31 Mart 1913’te kırmızı-kurşuni renklerle kuruldu.

Görüldüğü gibi konunun Çanakkale’yle hiçbir ilgisi yok. Bir de şu var. Çanakkale’de hayatlarını verenler hiçbir zaman bir yas konusu edilmedi. Onlar kendi dönemleri içinde kahraman olarak adlandırıldılar. Onlar için yapılan ve yapılacak yegâne etkinlik mevlit okutmaktı. Ki Galatasaray Lisesi’nde 1915 Haziran’ında böyle bir mevlit okunmuş ve şehitlerden birer kahraman olarak söz edilmişti.

Beşiktaş’a gelince. Beşiktaş’ın siyah renginin Balkan Savaşı’ndan geldiği söylenir genelde. Balkan Savaşı Osmanlı için büyük bir hezimetti ama hiçbir yerde yas ilan edilmedi. Tam tersine duygu olarak üzüntü ve yeis yerine kin vardı.

Konuyu daha iyi anlamak için başka bir örneğe bakmakta fayda var. Milli Mücadele sırasında Yunanistan ordusu Bursa’yı ele geçirince TBMM kürsüsüne siyah bir örtü konuldu. Bursa işgalden kurtulana kadar da bu siyah örtü yerinden kaldırılmadı. Buradan şu çıkarımda bulunabiliriz. Osmanlı lehine sonuçlanan bir Çanakkale için yas alameti olarak siyah rengin seçilmesi, zaten çok mantıklı görünmüyor. Balkan Savaşı’nda ise en azından Edirne yeniden ele geçirilince yasın sona ermesi beklenirdi, TBMM örneğindeki Bursa gibi.

Bu arada 1906 yılına tarihlendiği söylenen siyah-beyaz renklere sahip bir rozetin Beşiktaş’a ait olduğu ileri sürülüyor. O rozetin üstündeki Osmanlıca yazıda Beşiktaş yazmadığı aşikârdır. Jimnastiğe karşılık gelen “j” harfi de daha çok “se” harfine benzer.

Mustafa Kemal Paşa’nın 1. Dünya Savaşı yıllarında Fenerbahçe’yi ziyaret ettiği, kulüp defterini imzaladığı doğru mudur?

Doğrudur. Mustafa Kemal Paşa, izinli olarak bulunduğu İstanbul’da arkadaşı Sabri Bey’in (Toprak) Moda’daki evinde kalıyordu. Önemli bir İttihatçı olan Sabri Bey de Fenerbahçe’nin önde gelen simalarındandı. Hatta fahri reisi mertebesindeydi. Mustafa Kemal 3 Mayıs 1918’de Sabri Bey’in Fenerbahçe kulüp merkezini ziyaret etmesi önerisine uyarak kulübe geldi, limonata ve kahve içti. Kulübün defterini imzaladı.

Mustafa Kemal Atatürk’ten söz etmişken spora bakışı nasıldı? Fenerbahçe’yi tuttuğu iddia edilir. Her takım kendine pay çıkarmaya çalışır. Ne söyleyebiliriz bu konuda?

Mustafa Kemal, askeri idadi ve Harbiye’de okurken okulun idmancı öğrencilerinden değil, şair ve edebiyat tutkunu talebelerindendi. Muhtemelen Selanikli olmasından dolayı ilgilendiği tek spor güreşti. Özellikle askeri kıtalarda görev yaparken emrindeki askerler arasında güreşler yaptırdığı bilinir. 1922’de Büyük Taarruz’un kazanılmasından sonra Mustafa Kemal’i, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni batıya çağdaş ve modern bir ülke olarak tanıtmak için spordan olabildiğince yararlanmaya çalışan bir devlet insanı olarak görüyoruz. Bu amaçla 1924’te Paris’te düzenlenen Olimpiyat Oyunları’na Türkiye’den katılacak sporcuların Ankara’yı en iyi şekilde temsil edebilmelerini önemsemiş ve bunun için önemli bir bütçe de ayırmıştı. Benzer şeyi 1928’de düzenlenen olimpiyatlarda da görüyoruz. Ona göre çağdaşlığa giden yolda Türkiye’yi spor yaptıkları için sağlıklı düşünen gençler taşıyacaklardı.

Herkes Mustafa Kemal Atatürk’ü futbolu seven, takip eden birisi olarak bilir. Bu doğru değildir. Mustafa Kemal futbolu bilmezdi, takip etmezdi. Futbolun nasıl bir oyun olduğunu 1936 yılında, Halkevleri futbol takımının Sovyetler Birliği’nde yaptığı maçlar vesilesiyle o takımın oyuncusu olan Kılıç Ali’nin oğlu Gündüz Kılıç’tan öğrenmişti. O dönem çok genç yaşında bulunan ve Galatasaray’da futbol oynayan Gündüz Kılıç’a Sovyetler Birliği’ndeki maçlarda niçin yenildiklerini sormuş, sonra da genç Gündüz’den futbolun nasıl bir oyun olduğunu kendisine öğretmesini istemişti. Gündüz de kaleler, oyuncular ve oyun stratejilerinden bahsedince futbolu askerliğin kurmay sınıfına benzetmişti.

Mustafa Kemal’in spora ilişkin bu görüşü doğrultusunda CHP’nin tek parti döneminde futbol hiçbir zaman desteklenmedi, hatta küçümsendi. Çünkü cumhuriyeti kuranlar sadece birkaç kişinin yaptığı sporu binlerce kişinin izlemesini genç Türkiye için doğru bulmuyorlardı. Doğru olan tüm toplumun spor yapmasıydı.

Kendisi eskiden Fenerbahçe’nin bir futbolcusu olan Asaf Burhan Belge Ülkü dergisinde bu görüşü şöyle ifade etmişti: “Biz millet için ve millet ölçüsünde spor istiyoruz. Birinci gelen tekler istemiyoruz. Sağlam yapılı, güzel gövdeli ve inkılap ahlakiyatını benimsemiş on binler, yüz binler istiyoruz.”

Bu anlamda genç cumhuriyet sporda elde edilecek bireysel başarılardan daha çok spor yapan toplumla ilgiliydi. Kemalist beden politikasının özü buydu.

Biraz uzun olacak Kemalist beden politikasını en iyi anlatan örneklerden birisi İstanbul Halkevi spor şubesi reisi Sami Cemal’in şu cümlesidir: “Bütün dünya milli takımlarını teker teker yenecek bir milli futbol takımımız, yani 11 kişimiz mevcut bulunsa, ne futbolcularımızdan, ne spordan şikâyet etmek kimsenin hatırına gelmeyecektir. Demek ki biz her ne şekilde olursa olsun galip gelecek takım ve nihayet 11 kişi arıyoruz. Bu, horozunu komşusunun horozu ile, devesini bir başkasının devesi ile dövüştüren, güreştiren ve galibiyet halinde şeref duyduğunu zanneden bir adamın halinden ve telakkisinden hiç farklı değildir.”

Özetle cumhuriyet 11 iyi oynayan futbolcuya değil, “gürbüz ve yavuz” evlatlara sahip olmayı önemsiyordu.

Diğer taraftan Mustafa Kemal Atatürk ve yöneticiler İstanbul’da giderek bir fenomen haline gelen futbolu ve bu futbolu idare yöneticileri de cumhuriyetin denetimi altına almak zorunda hissettiler kendilerini. Fenerbahçe’nin başına kulüp tüzüğünün değiştirilerek dönemin adliye bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun getirilmesini, daha çok bir Osmanlı kurumu olarak görülen ve değerlendirilen Galatasaray’ın da devletin spor projesi olarak oluşturulan Güneşspor’a dönüştürme çalışmalarını bu kapsamda düşünmeliyiz.

İttihatçıların Altunordu projesi gibi Atatürk’ün yakın çevresi tarafından dayatılan Güneşspor projesi de suniydi, bu nedenle başarısız oldu. Bütün baskılara rağmen toplumda kendine bir taban yaratmayı başarmış olan Galatasaray ayakta kaldı. Şükrü Saraçoğlu ise tek parti döneminin bitmesiyle Fenerbahçe’yi terk etti. Artık dönem Demokrat Parti dönemiydi ve İstanbul kulüpleri gözlerini ve yönlerini CHP’den DP’ye çevirdiler 1950’de. Fenerbahçe’nin yeni başkanı DP’nin Rize milletvekili Osman Kavrakoğlu oldu. Beşiktaş da DP’nin İstanbul milletvekili olan Salih Fuat Keçeci’yi başkanlığa seçti. Galatasaray ise biraz farklı bir yol izleyerek Celal Bayar’ın 1930’lardaki prensi eski futbolcusu ve reisi Yusuf Ziya Öniş’i başkanlığa getirdi. Burada ilginç olan Yusuf Ziya Öniş’in 1933 yılında Galatasaray’ı yok olma noktasına getiren Güneşspor’un kurucusu olmasıydı.

Buradan gelelim sorunun en önemli bölümüne; Atatürk takım tutar mıydı? Hayır tutmazdı. Eğer tutmuş olsaydı bu takım adını kendi koyduğu Güneşspor olurdu. Bu açıdan Fenerbahçe’nin ve Beşiktaş’ın “Atatürk bizdendi” yollu iletişimlerinin mesnedi yoktur.

Şunu unutmamak gerekiyor. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bitiminden sonra, yani ülkenin en kudretli insanı olduktan sonra İzmir’de Altay ve Karşıyaka kulüplerini birden fazla ziyaret etti. Bunda İzmir’in köklü ailelerinden olan Uşakizadeler’in kızı Latife Hanım’la evlenmesinin payı olsa gerektir. İstanbul’da ise sadece Güneşspor’un merkezini ziyaret etti, hem de iki defa. Onun dışında mesela Fenerbahçe’ye gitmesine rağmen Fenerbahçe Spor Kulübü’nü ziyaret etmedi.

Kanımca, Atatürk İttihatçı geçmişi nedeniyle Fenerbahçe’ye, Osmanlı kökleri nedeniyle de Galatasaray’a hep şüpheyle baktı. Bundan da ötede Mustafa Kemal zaten hilafet davasını desteklemesinden ötürü İstanbul’a ve onun kurumlarına şüpheyle yaklaşmıştır.

Ve en nihayet; kulüplerin kendilerini Mustafa Kemal’le irtibatlandırmaya çalışması biraz komik duruyor. Çünkü Mustafa Kemal’in bir kulübü tutması o kulübü fazladan değerli kılmayacağı gibi, tutmaması da değersiz kılmaz. Bu anlamda Galatasaray’ın gereksiz yere “Atatürk Galatasaraylıydı” çabasına ve telaşına girmemesini saygıyla karşılıyorum.

Fanatik Fenerbahçeli yıllarımda Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” yazı dizisi tefrika edilmeye başladığında en çok etkilendiğim bölüm işgal kuvvetleriyle yapılan maçlardı. Bu maçlara nasıl bakalım? Bazı yazarlar gibi o kadar abartmayalım, gemilerdeki personelle gazozuna oynanan maçlardı mı diyelim? Ne dersiniz?

Bu maçlar her şeyden önce izleyen Müslüman ahalinin milli duygularını canlandıran, onları açığa çıkaran maçlardır. Bundan şüphe duymamak gerekir. Ancak bu maçların tek boyutu milli duygular değildir.

İstanbul’daki işgal kuvvetlerinde görev yapan İngiliz ve Fransız askerle yapılan maçların milli duygularla izlendiğini fark eden belki çok insan vardı, ama bu tür maçlar oynamayı bir kulüp stratejisi haline getiren insan Fenerbahçe yöneticisi Ali Naci Bey’dir (Karacan.) Ali Naci Bey, Fenerbahçe’nin popülerliğini artırmak amacıyla işgal kuvvetleriyle çok sayıda maç organize etmiş, bu sayede Fenerbahçe’nin taraftar sayısını ciddi biçimde artırmayı başarmıştır. Ali Naci Bey, yıllar sonra kaleme aldığı futbol anılarında bunu bütün açık yürekliliğiyle anlattı. Bu da konunun başka bir boyutu.

Bir başka boyut ise şu. İngilizler bu tip maçları yerel halkla sosyalleşmek ve işgal konusunda meşruiyet sağlamak için kullanıyorlardı. Maçlardan sonra maç yapılan kulüp yöneticileriyle pasta yenilip limonata ve çay içildiği partiler düzenleniyordu. Başka bir deyişle İngilizler bu maçlar üzerinden Türklere bir hasım gözüyle değil, hâkimiyet kurdukları tebaalardan birisi olarak baktıklarını gösterdiler. Onlar için sonuç değil, yapılan iş, yani toplumsallaşma, aynı düzeyde yer alma önemliydi.

Başka bir boyut da İngiliz ve Fransız takımlarında oynayan askerlerin futbolculuğu. 1904-1905’te İstanbul’da futbol Müslüman ahali arasında neredeyse hiç bilinmiyorken ortalama bir İngiliz vatandaşı, futbol bilgisi ve görgüsü itibariyle ilk kuşak Osmanlı idmancılarına göre daha yetenekliydi. Nitekim İstanbul Futbol Ligi’nde ilk şampiyonluğu Büyük Britanya’nın İstanbul büyükelçilik yatının mürettebatı olan Imogene HMS kazanmıştı. Ancak 1920’lerde üçüncü kuşak Osmanlı sporcuları, yaptıkları dış temaslar sayesinde futbol yetenek ve görgülerini oldukça artırmışlardı. Çoğu futbola 12-13 yaşlarında Fenerbahçe ve Galatasaray’ın üçüncü timlerinde başlamışlar, zamanla birinci takıma yükselmişlerdi. Futbol onların büyük ölçüde birinci uğraşlarıydı. Bu açıdan işgalci askerlerden oluşan takımları yenmek futbol anlamında bugünün Manchester United’ını ya da Arsenal’ini yenmek anlamına gelmiyordu.

Dördüncü olarak; Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın maç yaptığı takımlar her şeyden önce başkent İstanbul’u işgal etmiş orduların takımlarıydı. Evet dönemin maçları seyreden ahalisi bu takımları “gâvur” olarak görüyor ve Türk takımlarına yenilmelerinden keyif de alıyorlardı. Ama şunu unutmayalım; İstanbul ahalisi işgalcileri hiç de düşmanca hislerle karşılamadı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar Fransa’yı işgal ettiklerinde ciddi bir direnişle karşılaşmışlardı. Ancak benzer şey İstanbul’da olmadı. Direniş gösterenler esas olarak Anadolu’ya geçtiler. Bir de İttihatçıların organize ettiği Mim Mim, Karakol grupları gibi örgütlenmeler üzerinden İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve mühimmat kaçırıldı.

Burada aslında işgal kuvvetleriyle maç yapmanın etik boyutunu tartışmak gerekiyor. Mesela ABD askerleri Irak’ı ya da Vietnam’ı işgal ettiğinde Iraklılar veya Vietnamlılar ABD askerleriyle maç yaptılar mı? Konu, bugüne kadar bu boyutuyla hiç ele alınmadı ve tartışılmadı.

Son olarak Şehzade Ömer Faruk hakkında konuşalım. Ne denilebilir bu konuda, özellikle sarayla kulüp bağlantıları üzerinden?

Bu da yeterince incelenmemiş bir konu, çeşitli karmaşıklıklar içerir.

Şehzade Ömer Faruk futbolla ve bir kulüple haşır neşir olan tek Osmanlı sarayı mensubudur. Daha önce bazı takımlara ve kulüplere talep edildiğinde parasal yardımda bulunan saray mensupları vardır, Sultan V. Reşat, Yusuf İzzeddin Efendi, Osman Fuat Efendi, Abdülhalim Efendi gibi. Mesela Galatasaray İstanbul’da 1911 yılında Kolojvar’la oynarken zat-ı şahane, yani Sultan V. Reşat 1080 kuruş, o dönem veliaht olan Yusuf İzzeddin Efendi de 324 kuruşluk maç bileti alarak Galatasaray’ı desteklemişlerdi. Keza Osman Fuat Efendi’nin Fenerbahçe’yi, Abdülhalim Bey’in de Beşiktaş’ı benzer tarzda destekledikleri bilinir. Ama bu yardımlar o kulüplerin fahri başkanı olmakla sonuçlanmıyordu. Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’yle ilişkisi bu anlamda sıra dışıdır.

Kendisi bilindiği gibi sarayın modernist kanadının zirvesi sayılan Abdülmecid Efendi’nin oğluydu. Mekteb-i Sultani’de öğrenim görmüş, Tevfik Fikret’in lise müdürlüğünden ayrılmasından sonra babası tarafından eğitimini devam ettirmek için Viyana’ya gönderilmişti. Ömer Faruk Efendi Birinci Dünya Savaşı boyunca ağırlıklı olarak Almanya’daki askeri akademide eğitim görmüştü. Bu nedenle Alman üniformasıyla bol fotoğrafı vardır.

Daha sonra Sultan Vahdettin’in kızıyla evlenerek ülkenin en kudretli şehzadesi konumuna geldi. Babası veliaht, kayınpederi ise padişahtı. Muhtemelen babası tarafından, kayınpederi Vahdettin’in de bilgisi dahilinde elbette, Milli Mücadele’ye katılması için teşvik edildi ve bu amaçla gizlice İnebolu’ya gitti. Amaç sarayın Ömer Faruk nezdinde Milli Mücadele’de söz sahibi olmasıydı. Ancak Mustafa Kemal kendisinin Milli Mücadele’ye katılmasını uygun bulmadı ve yeniden İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

Karmaşıklık da burada başlıyor. Şöyle düşünelim; bugün Fenerbahçe Spor Kulübü’nün iletişiminde kulübün Milli Mücadele’yi İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırarak desteklediğinin altı çizilir. Milli Mücadele’nin altyapısını İttihatçıların oluşturduğu ve Fenerbahçe’nin de İttihatçılarla temas halinde bulunan bir kulüp olduğu dikkate alınırsa doğru bir tezdir bu. Sorun ise, Milli Mücadele’yi destekleyen bir kulübün fiili ve fahri reisinin Milli Mücadele’nin bir numaralı ismi tarafından, yani Mustafa Kemal tarafından mücadeleye dahil ettirilmemesi ve yeniden İstanbul’a gönderilmesidir.

Mustafa Kemal niçin bu yola başvurdu? Bu soruyu, saraya ve bir saray mensubu olarak Ömer Faruk’a güvenmemesi, sarayı Milli Mücadele dışında tutmak istemesi üzerinden yanıtlayabiliriz. Üstüne, Mustafa Kemal’in Ömer Faruk’un Almanya yanlısı olmasını da ekleyebiliriz. Ki Birinci Dünya Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in arası başta Çanakkale’deki komutanı Liman von Sanders olmak üzere Türkiye’de görev yapan Alman subaylarla hiç iyi olmamıştı. Bu kapsamda, Ömer Faruk’un sürgün sırasında Mısır’da bulunurken Almanya yanlısı olduğu gerekçesiyle İngilizler tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında hapiste tutulduğunu da unutmamak lazım.

Özetle; Fenerbahçe Spor Kulübü Milli Mücadele sırasında, bir yanda Ömer Faruk Efendi üzerinden sarayın modernist ve İttihatçı kanadıyla işbirliği yapıyordu, bir yandan da Anadolu’daki mücadeleyi gizlice destekliyordu. Bunlar aslında çelişkili unsurlar değil. Ancak kulübün bu İttihatçı karakteri Cumhuriyet’in ilan edilmesi, özellikle de Cumhuriyet yöneticilerinin İttihatçılarla hesaplaştığı İzmir Suikastı döneminde sorun olarak ortaya çıktı. Bu sorun, Şükrü Saraçoğlu’nun muhtelif hamleleriyle 1930’ların başında çözüldü. Cumhuriyet Fenerbahçe’yle olan itilafını yola koyduktan sonra bu kez gözlerini Galatasaray’a dikti. Güneşspor’u böyle okumakta fayda var.

 

Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.

 

 

 

Bu söyleşide bu yıl çıkan Atlas Tarih Dergisi Spor Tarihi Özel Sayısı esas alınmıştır. Futbol ve diğer spor dallarının ülkemizdeki geçmişi ile daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlerin kesinlikle bu sayıyı edinmesi önerilir. (T.Y)

Söyleşinin ilk bölümü:

http://www.geliboluyuanlamak.com/714_birinci-dunya-savasinda-osmanli-imparatorlugunda-futbol-melih-sabanoglu-ile-soylesi-1-bolum-tuncay-yilmazer.html

 

12.638 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir