Öncelikle hemen belirteyim. Atlas Tarih Dergisi spor tarihi özel sayısındaki makaleniz son derece özgün tespitler içeriyor. Buradan başlamak isterim. Kulüplerimizin tarihi ile ilgili makalenizde futbolun İngiliz karakteri ve bir modernite sembolü olması ilk kulüplerin kuruluşlarını anlamak için yaşamsal öneme sahiptir diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?
Çok bilinmez, ya da gözden kaçar; basketbol ve voleybol dışında, ki bu iki spor ABD’de icat edilmiştir, tenisten küreğe, bokstan biniciliğe dek bütün modern sporlar ilk olarak Birleşik Krallık’ta oynandı, uygulandı ve kurallara kavuşturuldu. Bu modern sporların içinde futbol da vardır. Bugün birkaç halk ilk futbolu kendilerinin oynadığını iddia eder; örnek olarak Fransızlar, İtalyanlar, Çinliler, Mayalar üzerinden Meksikalılar, hatta Türkler. Bu iddialar tarihsel olarak doğru olabilir. Ama bunun gerçekte hiçbir önemi yoktur. Boks, güreş, atletizm, binicilik gibi sporlar antikçağda oynanan oyunlardı. Britanyalıların yaptığı bunları modernize etmekti. Ama futbol bu anlamda biraz farklıdır. Çünkü İngilizler, ortaçağda Britanya’da oynanan ve adına futbol denilen geleneksel oyunu modernleştirmiş, kurallara kavuşturmuş ve medenileştirmişlerdir. Sadece bu durum bile futbolun İngiliz karakterini ortaya koyar.
Biraz detaya inecek olursak, 20’nci yüzyılın başında futbol, her şeyiyle Britanya’yı temsil eden bir anlam dünyasıydı. Oyuncuların formalarından taktıkları şapkalara, gol (goal), ofsayt (off-side), taç (touch) gibi terimlerden oyunun kurallara uygun yönetimini sağlayan centilmenliğin sembolü hakemlere, İngiliz ölçü sistemine dayanan saha çizgileri ve bölümlerinden (mesela Türkiye’de ceza sahası anlamında kullanılan 18 pas, ceza sahasını belirleyen paralel çizginin kaleye 18 yarda uzaklıkta olmasından gelir; aynı şey altı pas -altı yarda- için de geçerlidir) takımların toplu halde fotoğrafçılara poz verme biçimlerine, oyuncuların sahaya yayılmasını belirleyen taktik dizilişten futbol topunun endüstriyel ve estetik görünümüne dek tüm unsur ve öğeleriyle futbol İngiliz kültürüne ve karakterine sahip modern bir oyun olarak dünyaya yayıldı.
Bilindiği gibi futbolu Osmanlı’ya Britanyalılar getirdi. Özellikle İzmir ve İstanbul’daki İngilizler bir spor yapma etkinliği olarak futbol oynarlarken aslında her şeyiyle İngiliz kültürü içinde kodlanmış, bütün referanslarını ve köklerini o kültürden alan bir etkinlikte bulunuyorlardı. Bir anlamda futbol oynarken kendilerini safkan bir İngiliz âdetini yerine getiren kültür elçisi gibi görüyorlardı. Tıpkı bir İngiliz klasiği olan beş çayı içmek gibi. Futbolun ait olduğu bu İngiliz kültürüne, güzel kıyafetleriyle saha kenarından maçları izleyen Victoria Çağ’nın temsilcisi kadınlar da dahildiler.
Diğer taraftan 19’uncu yüzyıl sonu 20’nci yüzyıl başında modern ekipmanlarla futbol oynamak, tüm Avrupa’da bir statü göstergesiydi ve modernitenin dışavurumlarından birisi olarak kabul görüyordu. Bir tür Batı Avrupa’da erkeklerin centilmenlik belirtisi olan baston kullanmaları gibi. Her şeyiyle İngiltere’yi temsil eden futbol bu özelliği nedeniyle, başta İzmir ve İstanbul’daki Britanya kolonisiyle yakın teması olan Osmanlı’nın Rum tebaasıyla Osmanlı yönetici sınıfının ilgisini çekti. Bu kültür onları çok etkiledi. Bu kültürü uygulayarak ve içine girerek modern olacaklarını düşünmeye başladılar.
Çarpıcıdır; Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucusu Ali Sami, hayatında ilk kez 1904 yılında bir futbol maçı seyretmiş ve o maçtan sonra bir futbol kulübü kurmanın hayaliyle yaşamaya başlamıştı. Söylemeye gerek yok ki, Ali Sami’nin henüz 18 yaşındayken seyrettiği iki takım da İstanbul’da oturan veya bulunan Britanyalıların kurmuş olduğu kulüplere aitti. Ali Sami için iki İngiliz takımı arasında oynanan bir maçı seyretmek öylesine dramatik ve ilham verici bir andır ki, çok yıllar sonra Galatasaray’ı “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak” amacıyla kurduklarını söyleyecektir. Sadece bu söz bile futbolun Osmanlı’da modernite sembolü olmasını ve bir İngiliz karakterini yansıttığını çok iyi anlatır.
Keza Fenerbahçe’nin kuruluşu da birçok modernite simgesini içinde barındırır. Örneğin kulübe adını veren Fenerbahçe o dönem Kadıköy’ün hiçbir Müslümanın ikamet etmediği en elit, en Avrupai semtidir. Kurucular Fenerbahçe adını kendilerine ilham veren bu Avrupai beldeden yola çıkarak koymuşlardır. Başka bir örnek; Fenerbahçe’nin kurucuları maç yapacak 11 oyuncuyu bir araya getirmeye çalıştıkları günlerde Ermeni bir bestekâra kulüp marşı ısmarlamışlardı. Marşın içinde dönemin modernite anlayışını ve pozitivizmi temsil eden “ilerleme” (terakki), “birlik” (ittihat) gibi kavramlar yer alıyordu. Düşünün, maç yapacak bir futbol takımını yeni oluşturuyorsunuz, ama kulübün batı formunda bestelenmiş bir marşı olması için de uğraşıyorsunuz. Tabii bu marş konusunda Rüştü Dağlaroğlu’nun aktarımını esas aldık. Bu vesileyle kendisinin Fenerbahçe’nin resmi tarihçisi olduğunu belirtelim.
Özetle Müslüman ya da gayrimüslim, 20’nci yüzyıl başındaki Osmanlı gençlerinin futbol özlemlerini ve hayallerini modernite ve İngiliz karakteri kavramlarının yardımı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Onlar spor yapmak için futbol oynamadılar; çağdaş ve modern bir etkinlikte bulunmak için futbol oynadılar. “Osmanlı’ya futbolu İngilizler getirdi” cümlesi, içinde dünyanın en büyük gücünü, medeniyetini ve onların kültürünü içeren derin ve büyük bir cümledir.
Türkiye’de kulüplerin tarihçiliğinde özcü ve tümdengelimci bir hava var diye vurguluyor, bunun da kaçınılmaz bir şekilde kuruluşla ilgili mitlere yol açtığını belirtiyorsunuz. Örnek verebilir misiniz?
Türkiye’de özellikle üç büyükler diye adlandırılan kulüplerin tarihçelerine baktığımız zaman ilk gördüğümüz şey, bu kulüplerin zaferler kazanmak üzere yola çıktıklarını ifade eden duygusal tonlamadır. Bunu en net biçimde bu kulüplerin tarihçelerinde görürüz.
Fenerbahçe’yle başlayalım. Fenerbahçe’nin resmi tarihçisi Rüştü Dağlaroğlu kaleme almış olduğu kitapta “Kadıköylü Türk gençleri ecnebi ve gayrimüslim gençliğin sporun nimetlerinden bol bol faydalanmalarını gıptayla ve hasretle seyrederken 1907 yılında yeni bir hamleyle ileri atılarak yurdun halk içinden çıkan ve halka dayanıp yaşayacak ilk Türk kulübü” olan Fenerbahçe’yi kurduklarını anlatır.
İlk planda hemen fark edilebileceği gibi burada öne çıkarılan duygu ve kavram Türklüktür. Buna paralel biçimde, Galatasaray’da da kuruluş misyonu içinde yer alan “Türk olmayan takımlar yenmek” ifadesi yine Türklük duygusuna dayanır. Bu Türklük duygusu net biçimde sonradan icat edilmiş ve etrafında kuruluş efsanesi yaratmayı amaçlayan bir mittir.
Oysa Galatasaray ve Fenerbahçe, Osmanlı seçkinlerinin çocukları tarafından Türklüğü yüceltmek gibi uhrevi amaçlarla değil, daha basit ve daha bireysel nedenlerle, icra etmekten hoşlandıkları bir şeyi yapmak, böylece çağdaşlık treninin yolcusu olabilmek için kuruldular.
Diğer taraftan biraz önce Fenerbahçe’nin kuruluşu anlatılırken “halk içinden çıkan ve halka dayanan” kavramsallaştırılmasına dikkat çekilmişti. Gerçekte, Galatasaray’ın Mekteb-i Sultani öğrencisi ve mezunu olan kurucuları ne kadar halkın içinde değiller ise Fenerbahçe’nin kurucuları da o kadar halkın içinde değillerdi. Zaten 1900’lerin başında Kadıköy’de, halk olarak adlandırdığımız kitleyi temsil eden Müslüman ahali de yaşamazdı. Halk dediğimiz o kitle bahsedilen zamanlarda Üsküdar, Fatih gibi semtlerde yaşardı ve üstelik futbolla hiçbir ilgisi de yoktu. Futbola baldırı çıplak gençlerin meşgul olduğu ecnebi âdeti diye bakardı. Ya da futbolu Kerbela’da Hasan’ın kesik başıyla top gibi oynanması nedeniyle günah sayardı.
Benzer biçimde yine Rüştü Dağlaroğlu’na göre, Fenerbahçe’nin ilk kurucuları Ziya, Ayetullah ve Necip 1907 baharında bir “tim” oluşturma kararı verdikten sonra bu takımın renginin ne olacağını tartışmaya başlarlar. Dağlaroğlu’na göre Ayetullah ve Necip futbol kulübü için “kıskançlık ve asalet timsali sarı-lacivert” renkleri önerirler, Ziya ise “kıskançlık ve temizlik manasında sarı-beyaz”ı. Dağlaroğlu, sonuçta kulübün kuruluş masraflarını karşılayan Ziya’nın önerisinin kabul edildiğini aktarır bize.
Bu anlatım da açıkça çok net bir anakronizm örneği olarak klasik manada bir mittir. Anakronik derken geçmişi bugünün değerleri üzerinden aktarmayı kastediyoruz. Örneğin Roma İmparatorluğu’nu emperyalist olarak tanımlamak anakronik bir yaklaşımdır. Çünkü emperyalizm 19’uncu yüzyıl sonunda kapitalizmin bir üst aşaması olarak ortaya çıkmış, modernite dönemine ait bir deyimdir. Bu deyimi aynı kapsam ve içeriğiyle antikçağa taşırsak bu anakronizm olur.
Temel mesele şu. 1907’de 16-20 yaşında olan gençlerin, bir futbol kulübü kurarken takımın renklerini, “şu renk bunu temsil ediyor, bu renk şunu temsil ediyor” diye seçtiklerini düşünmek pek gerçekçi değildir. Çünkü gerçekten renkleri temsil ettikleri değerlere göre seçmişlerse tarihsel süreç içinde o renklerin hiç değişmemesi gerekirdi. Renklerin değişmesi kulübün temsil ettiği değerlerin değişmesi anlamına gelirdi. Oysa bugün biliyoruz ki, Fenerbahçe’nin kuruluşta sarı-beyaz olan renkleri daha sonra sarı-laciverte dönüşmüştür. Bu, Dağlaroğlu’nun anlatım izleğini takip edecek olursak, Fenerbahçe’nin kuruluş değerlerinin değişimi anlamına gelir, ki bu doğru bir analiz olmaz.
Bugün gerçekte olanın şu olduğu tahmin edebiliriz: Kuruluş aşamasında sarı-beyaz olarak seçilen renk muhtemelen yeşil çayırlar da dikkate alındığında papatya sembolizminden doğmuştu. Bu formalar bir terzi tarafından dikilmişti. Ancak Fenerbahçe’nin kurucuları, zaman içinde daha iddialı bir takım oluşturduklarını düşündükleri için olsa gerektir, İngiltere’de üretilmiş gerçek bir futbol formasına sahip olmak istediler. Belki de bu forma altında kendilerini daha modern hissedeceklerini düşündüler. Bu amaçla da Everton’ın eski santrforu ve İngiltere’nin en ünlü kriket oyuncularından Frank Sugg’un Liverpool merkezli ve birkaç şehirde faaliyet gösteren spor ekipmanları satan dükkânının kataloğundan sarı-lacivert çubuklu formayı beğendiler. Ve bu formaları sipariş ettiler.
Fenerbahçeliler Frank Sugg dükkânından, eğer isteseler sarı-beyaz renkli çubuklu forma da sipariş edebilirlerdi. Bu tezin kaynağı Frank Sugg’s’ın o yıllara ilişkin broşürü. Çünkü o dönemlere ait Frank Sugg broşürlerinde ve ilanlarında kaşmir kumaştan her renkte çubuklu forma tedarik edildiği yazıyor. Ama belli ki Fenerbahçeliler sarı-lacivert çubuklu formayı daha çok beğenmiş olmalılar. Özetle renk seçiminde olduğu iddia olunan kıskançlık, temizlik, asalet gibi değerler sonradan icat edilmiş ve kuruluş öyküsüne sokulmuş bir mittir.
Biraz önce, Galatasaray’ın kuruluşunda “Türk olmayan takımları yenmek” şiarının öne çıkarıldığını belirtmiştik. Bu vizyon cümlesi Ali Sami Yen tarafından 1905’te değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumsal meşruiyet sağlamak için milliyetçilik ideolojisinin öne çıkarıldığı bir dönemde 1930-40’larda söylendi. Burada da 1940’ların hâkim ideolojisinin 1905’e taşındığını, yani sonradan tarihe eklenmiş bir mit görüyoruz. Şunu unutmamak gerekiyor; bugün kendilerini Türk olarak tanımlayan unsur kendini 1905 yılında Türk olarak değil Osmanlı olarak tanımlardı.
Beşiktaş’a bakacak olursak kulübün 1903’te kuruluşuna ait aktarılan hikâyenin kendisi başlı başına bir mittir. Çok basit; 1903’te Mehmet Şhaplı ve kardeşinin kendi evlerinde jimnastik yapmak oluşturdukları idman aletlerinden mahallenin birkaç Çerkes gencinin de yararlanmasını niçin bir kulüp olarak adlandırıyoruz? Benzer biçimde, Fenerbahçe’nin de gerçek kuruluş tarihini Black Stocking FC miti üzerinden 1899’lara götürmeye çalıştığını görüyoruz. Her şeyden önce Black Stocking FC 1899’da değil 1901’de kuruldu. İkincisi Black Stocking FC ile Fenerbahçe arasında hiçbir organik bağ ve ilişki de yok. O zaman benzer gerekçelerle Galatasaray da kuruluş tarihini, Mekteb-i Sultani’deki jimnastikçiler üzerinden 1868’e götürsün.
Özetle, kulüplerimizin resmi tarihleri efsane ve mitlerle doludur ve spor tarihçilerinin yapmaları gereken en asli işlerden birisi de bu mitleri ayıklamak olmalıdır.
Sizin makaleniz üzerinden üç büyüklerin kuruluş tarihine baktığımızda Galatasaray okula, Fenerbahçe Kadıköy örneğinde modern şehirleşmeye ve BJK Çerkes kültürüne yaslanırken dayandıkları ortak özelliklerin milliyetçilik olduğunu görüyoruz. Bence burada en önemli tespit Avrupa ve Güney Amerika’daki sınıfsal rekabet yerine ulusal kimliği temsil etme iddiası önemli. Sizce neden bu fark?
Bu soruya iki düzlemde yanıt vermek doğru olur. İlk düzlem tarihsel düzlem. Futbolun Britanya’da gelişimiyle kapitalizmin gelişmesi arasında ciddi bir paralellikler var. Futbol Britanya’da işgücü dağılımının yaygınlaştığı, işçi hareketlerinin gelişmeye başladığı dönemde popülerleşti. Bundan kastımız şu: Ortaçağda vahşi bir meşgale olarak icra edilen futbol Britanya’da seçkin okullarda ehlileştirildi ve 1860’larda cumartesi öğleden sonranın da orta sınıflar lehine hafta tatili olarak ilan edilmesinden itibaren de kitleselleşti. Eskiden sadece pazar günleri tatildi ve bu gün kiliseye gidilirdi. Cumartesi öğleden sonra da tatil olunca o boş vakit maçlara giderek değerlendirilmeye başlandı.
Daha önce üniversiteler ve seçkin kolejlerde futbol kulüpleri kurulurken kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kilise çevrelerinde ve işçi mahallelerinde de kulüpler ortaya çıkmaya başladı. Ve giderek futbol Britanya’da başta işçi sınıfı olmak üzere kültürel bir kimlik haline gelmeye başladı. Britanya’da işçi sınıfının yönetici yüksek sınıflara karşı ilk futbol zaferi 1883 Cup finalinde bir işçi takımı olan Blackburn’ün kolej takımı olan Eton’ı yenmesidir. İşçi sınıfının futbola bir diğer katkısı, oyunun sonuca yönelik kolektif ve komünizan bir yapıya evrilmesidir. Böylece bireysel kahramanlığı yücelten top sürme, yerini futbolcular arasında paslaşarak gole gitmeye dönüştü. Bu çerçevede İngiltere’de kulüpler arası rekabet sınıf temelli gelişti. Bugün forması kırmızı olan Liverpool, Manchester United, Arsenal gibi takımların büyük çoğunluğu işçi takımıdır. Mavi formalar ise çoğunlukla kiliseyi ve üst sınıfları temsil eder Everton, Manchester City, Chelsea gibi.
İngiltere’de Liverpool – Everton, United – City, Arsenal – Tottenham Hotspur rekabetleri sınıfsal temelli olarak ortaya çıktı ve evrildi. Benzer bir sınıfsal mücadeleyi “superclásico” diye adlandırılan Arjantin’de de görüyoruz. Esasında ikisi de Buenos Aires’in işçi mahallesi sayılan Boca’da kurulmasına rağmen, River daha sonra kentin zengin kesimi sayılan Nùñez’e taşındığı için Boca Juniors – River Plate derbisi sınıfsal bir kökene, zengilrelre yoksulların rekabetine yaslanmaya başladı.
Rekabet İspanya ve İskoçya’da ise milliyetçilik ve din temelli gelişti, Real Madrid – FC Barcelona (El Clássico) ve Celtic – Rangers (Old Firm) örneklerinde gördüğümüz gibi. İspanya’da Real Madrid Kastilyanların, FC Barcelona ise Katalanların takımıdır, yani El Clásico sınıfsal değil milliyetçilik temellidir. İskoçya’da Celtic kendini Kelt kabul eden Katolik İskoçların, Rangers ise İngiltere yanlısı Anglikan İskoçların takımıdır. Yani aynı ulus, din temelli ikiye bölünmüştür İskoçya’da Celtic – Rangers derbisi üzerinden.
Türkiye’de ise Galatasaray ve Fenerbahçe’yi kuranlar aynı sınıfın, Osmanlı elitlerinin çocuklarıydı. Beşiktaş ise kültürel olarak Galatasaray ve Fenerbahçe’den ayrılır. Beşiktaş’ı kuranlar bir yandan asker ve Osmanlı bürokratlarının çocuklarıydı, diğer yandan da etnik bir kimliğe sahipti, çünkü Beşiktaş’ın kurucularının hepsi Çerkesti.
İkinci düzleme gelince. Süreç içinde tarihsel gelişmelerin de etkisiyle kulüp kimlikleri ayrıştı ve farklılaştı, bu da önemli rekabetlerin doğmasına yol açtı, Galatasaray – Fenerbahçe gibi.
Futbolda Osmanlı kulüpleri arasında rekabet 1908 Devrimi’yle beraber Türk milliyetçiliğini temsil etme iddiasıyla ortaya çıktı. 1908’den sonra Galatasaray’ın özellikle İstanbul Rumlarının takımı olan Elpis’le oynadığı maçlar klasik Türk-Yunan rekabeti nedeniyle dövüşlü geçmeye başladı. Mesela Türkiye’nin ilk boksörü sayılan Sabri Mahir, ki Galatasaray’da futbol oynuyordu, anılarında 1910 yılında oynanan bir Elpis maçında çıkan kavgada, rakip takımın oyuncularının üzerindeki Yunanistan bayrağının renklerinden mülhem mavi-beyaz formaları yırttığından söz eder.
Görüldüğü gibi 1908 sonrasında Galatasaray Türk milliyetçiliğini temsil etmeye başladı. Daha sonra bu temsiliyet yarışına 1911 sonrasında kuvvetlenen Fenerbahçe eklendi. Galatasaray’la Fenerbahçe arasındaki rekabet de Türk milliyetçiliğini kim temsil edecek boyutunda ortaya çıktı.
Bu arada bir yanlışlığı önlemek adına şunu hatırlatmak gerekiyor. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin kuruluşunda yer almayan Türklük duygusu 1908 Devrimi’nden, özellikle de Balkan Savaşı’ndan sonra bu kulüplerin varoluş karakterinde yer etmeye başladı. Yani örneğin Galatasaray’daki “Türk olmayan takımları yenmek” şiarı 1905’te değil, özellikle Yunanistan’la çıkan Girit anlaşmazlığı nedeniyle 1910’dan sonrası için geçerlidir.
Burada Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün de 1909’da Beyoğlu’nda, bir Yahudi kulübü olan Maccabi’li gençlerin yaptığı bir jimnastik gösterisinden sonra, Beyoğlu Mutasarrıfı Muhittin Bey’in “biz Türklerin de böyle bir kulübü olmalı” yolundaki emriyle Osmanlı zabiti Fuat Bey’e kurdurulduğunu da hatırlamakta fayda var. Yani Beşiktaş’ın kuruluşunda da yine Türk milliyetçiliğinin izlerini görüyoruz, ama Çerkes kırılımı da hiç unutmuyoruz.
Bu rekabet konusunda şunu da bertmekte fayda var. Bugün Galatasaray’la Fenerbahçe rekabetini zaman içinde Altunordu – Galatasaray ve Altunordu – Fenerbahçe rekabetlerinin aldığını söyleyenler var. Bu tezi ihtiyatlı ele almak lazım. Şundan dolayı; gerek Galatasaray, gerekse de Fenerbahçe zamanla kendi taraftar gruplarını yaratmış, halkın içinde kök salmış kulüplerdi. Ama aynı şeyi Altunordu için söylemek mümkün değil. Çünkü Altunordu siyasal amaçlar doğrultusunda kurulmuş, İttihat ve Terakki’nin organik uzantısı sayılabilecek bir kulüptü.
Altunordu bu karakteri nedeniyle şampiyonluk mücadelesi içinde olması gereken bir kulüp olarak gördü kendini. Galatasaray ve Fenerbahçe’yle mücadele etti, ama toplumda kök salamadı. Bu nedenle de hiçbir zaman Galatasaray ve Fenerbahçe’nin geleneksel rakibi olamadı. Tıpkı bugünün Başakşehir’i gibi. Altunordu da Başakşehir gibi güçlü bir takımdı, ama sadece o kadar.
Sultan II. Abdülhamid’in futbol oynanmasına ve spor kulüplerine pek hoş bakmadığı, kulüp yöneticilerinin bir kısmını sürgüne gönderdiği söylenir. Siz ne dersiniz? Sultan II. Abdülhamid futbol ya da genel olarak söyleyelim spor düşmanı bir padişah mıydı?
Bugün Türkiye futbol tarihçiliğinde bir önkabul var; o da Sultan II. Abdülhamid’in Müslüman gençlere futbol oynamayı yasakladığı, bu nedenle Müslüman gençlerin yabancı adlarla futbol oynamak zorunda kaldığı ileri sürülüyor. Öncelikle şunu söyleyelim. Bu bir mittir. Sultan II. Abdülhamid hiçbir zaman Müslümanların futbol oynamasını yasaklamadı. Müslümanlara futbolun istibdat döneminde yasak olduğunu söyleyenlerin önümüze gazete kupürü değil, tarihsel belge ve kanıtları koymaları gerekiyor.
Bu kapsamda söylenmesi gereken şey şu. II. Abdülhamid 1880’li yıllardan sonra Büyük Britanya’yı Osmanlı’nın bir numaralı “düşmanı” kabul ettiğinden Osmanlı gençlerinin İngilizlerle futbol oynamasını kuşkuyla karşılamış ve onları takip ettirmiştir. Ama bu takibat, hiçbir zaman Müslüman gençlerin futbol oynamasını yasaklamak aşamasına varmamıştır.
Abdülhamid’in Müslümanların futbol oynamalarını yasakladığını ileri sürenler bu tezlerine kanıt olarak Black Stocking FC’nin kurucularının derdest edilip sorgulanmasını, içlerinden bazılarının da sürgüne gönderilmesini gösterirler. İşin gerçeği şudur. Evet Black Stocking FC’nin kurucuları karakola çağrılmışlardır ve kulübün kurucularından Reşat Danyal Tahran’a sürülmüştür. Ama bunun gerekçesi Black Stocking kurucularından bazılarının yurtdışındaki Jön-Türklerle irtibatlı olmasıdır. Reşat Danyal futbol kulübü kurduğu için değil, bir Jön-Türk olduğu için sürgün edilmiştir. Keza ilk Türk futbolcusu kabul edilen Fuad Hüsnü de, 1897’de sultana suikast zannıyla tutuklanan ve Fizan’a sürgüne gönderilen ünlü İttihatçı ve Jön-Türk Dr. Hamid Hüsnü’nün kardeşi olduğu için takibata uğramıştır. Suçsuzluğu anlaşıldığı için sonuçta istibdat döneminde futbol oynamaya da devam etmiştir. Tıpkı Black Stocking’in diğer oyuncuları Sinekemani Nuri Bey, Şevki (Ege) gibi.
Ayrıca şu da var; çok iyi bilindiği gibi istibdat dönemi olarak adlandırılan Abdülhamid’in baskı yönetimi Meclis-i Mebusan’ı feshettiği 1878’de başlar ve 1908 Devrimi’ne kadar sürer. Madem Abdülhamid futbolu Müslümanlara yasaklamıştı, nasıl oldu da Galatasaray ve Fenerbahçe 1905 ve 1907’de, yani istibdat dönemi içinde kurulabildiler? Ve madem Müslümanların futbol oynaması yasaktı, nasıl oldu da Fuad Hüsnü, Hasan Basri ve Dalaklı Hüseyin beyler muhtelif yıllarda Galatasaray’a katılmadan önce yine istibdat döneminde Kadıköy ve Moda kulüplerinde oynayabildiler?
Bu sorulara Galatasaray ve Fenerbahçe gizli kuruldu, Müslüman futbolcular İngiliz isimleriyle kendilerini gizleyerek oynadılar diye yanıtlayanlar var. Aslında bunu demek, ne istibdat dönemini bilmektir, ne Abdülhamit yönetimini ve kurduğu hafiye teşkilatını, ne de tarihi. Sultan Abdülhamid’in çocuklarının okuduğu Mekteb-i Sultani’de bir futbol takımı kurulacak, bu takım 1906’da İstanbul Futbol Ligi’ne girecek, İngiliz ve Rum takımlarıyla maçlar oynayacak ve tüm bu faaliyetini gizli yapacak, bundan da Abdülhamid’in haberi olmayacak? Öyle mi?
İkinci soruya ilişkin; Abdülhamit asla spor düşmanı bir padişah değildi. Eğer öyle olsaydı, bütün mekteplerde terbiye-i bedeniye, yani beden eğitimi derslerini kaldırırdı. Oysa Mekteb-i Sultani öğrencileri öğretmenleri Ali Faik Bey’in (Üstünidman) nezaretinde 1896 yılında Sultan II. Abdülhamid önünde Yıldız Sarayı’nda bir jimnastik gösterisi yapmışlar ve sultan bundan çok memnun olmuştu; bütün jimnastikçilere altın para vermiş, sanayi madalyasıyla taltif etmişti.
Son olarak bir miti daha ortaya koyalım. Bir rivayete göre Beşiktaş Jimnastik Kulübü 1903 yılında kurulurken II. Abdülhamid Beşiktaşlı gençlere futbol oynamamaları kaydıyla jimnastik yapmalarına izin vermiş. Bu bir şehir efsanesidir ve hiçbir gerçekliğe karşılık gelmez.
2.Bölüm için: