GELİBOLU’YU ANLAMAK

Kıyamet Koptuğunda – Hasan Cevdet Bey

Kader…

Beni tanıyanlar sunuş yazıma “kader” diyerek başlamamı yadırgayacaktır. Çünkü olayların gelişmini kadere bırakmak değil, çalışarak, üstüne giderek gerçekleştirmekten yanayımdır. Ama bu günlüğün ortaya çıkışı için ancak kader diyebiliyorum.

Kim derdi ki 40 yaşından sonra tarihe merak salacağım, bu merakı akademik bir temelde geliştireceğim ve doktoraya başlayacağım, seçtiğim branşta Osmanlıca zorunlu ders olmasa da Osmanlıca öğrenmek isteyeceğim, öğrenmeye çalıştığım kırık-dökük Osmanlıcayla evdeki belgeleri karıştırırken böyle bir hazineye rastlayacağım… Annem, içinde yazılanları bildiği için değil, sadece babasından kalan bir hatıra olduğu için saklamış bu defterleri. İyi ki saklamış! Onun sayesinde bütün dünya -evet abartmıyorum bütün dünya, çünkü dünya tarihi içinde çok önemli bir yerdedir Çanakkale Savaşı- yeni bilgiler öğrenecek, tartışacak belki de yeni araştırmalara vesile olacak. İşte “tarihçiyim” diyebilen için en büyük zevk, benim gibi bir acemiye kısmet oldu. Buna kader denmez de ne denir.   

Bu defteri bulduğumda çok heyecanlandım. O zaman daha doktora programında ders aşamasındaydım. Sınıfımızda yeni yeni Osmanlıca rika metinleri okumaya çalışıyorduk. Bu defter ise el yazısı olduğu için zorlanarak da olsa bazı kelimeleri okuyabilmiştim. Osmanlıca bilmeyenler için belirtmekte fayda var; Osmanlıca öğrenmeye basılı yani kitap, gazete makaleleri gibi metinlerle başlanır. Buradan el ile yazılmış ama oldukça belirli kuralları olan, belli bir yazım şekli olan “rika”ya geçilir. Bu Osmanlı İmparatorluğu’nda son dönemde bürokraside kullanılan “resmi” bir el yazısı türüdür. Ondan sonra ister divânî, ister kûfî pek çok diğer yazı şekillerinin öğrenilmesine başlanır. Bunlar daha süslü daha karmaşık yazılar olduğu halde yine de genel anlamda belli kuralları vardır.

Ancak el yazısı tamamen kişiye özeldir, karakteristiktir. Bir el yazısını okumak bir anlamda o kişinin ne düşündüğünü kavramak demektir. Bu nedenle defteri ilk bulduğumda ancak bazı kelimeleri okuyabilmiştim. Bunlardan çıkarabildiğim kadarıyla defterin Çanakkale Savaşı ile ilgili olduğu belliydi. Defteri hemen okuldaki Osmanlıca hocama götürdüm. O da bir bakışta bunun içinde önemli şeyler olabileceğini ve özel bir şey olduğu için zamanı gelince benim okumam gerektiğini söyledi.

Dersler bitip sıra doktora yeterlik sınavına gelince o çalışma temposu içinde bu defterle hiç ilgilenemedim. Sınavı geçince artık günlükle ilgili çalışma vakti gelmişti. Yukarıda da bahsettiğim gibi zaten bu işte acemiyim ama üstünde epey uzun bir süre çalışarak okuyabildiğim kadar kısmını okudum. Ama okuyamadığım yerler olduğunu görünce yine soluğu hocamın yanında aldım. Bana bu işin çok ciddi olduğunu bu defterin mutlaka bir kitap haline getirilip paylaşılması gerektiğini söyleyince, herhalde bu konuda bulunabilecek en iyi editörle tanıştım. Muzaffer Bey, hem Çanakkale Savaşı konusunda uzun yıllar uğraşmış biri hem de Osmanlıca’ya çok hâkim. Böylece onun sayesinde hem günlükte okunmamış yer kalmadı, hem de bana okunamayan kelimeler nasıl “yorulur” yani nasıl çözülür öğretme inceliğini göstermiş oldu. 

Şu anda bir yandan da İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Programına devam etmekte olduğum için, siz okuyucularımıza bilgi yüklü, akademik bir giriş hazırlamayı çok isterdik. Ancak bu defteri bulmanın heyecanı ile doktora tez konumuzu buradan esinlenerek oluşturduk. Halen konu hakkındaki araştırmalarımız devam etmekte. Bu nedenle tez jürisinden geçmeden bu bilgileri sizlerle paylaşmam mümkün olmayacak. Bu sunuşta sizlere akademik bir giriş hazırlayamasak da hem günlüğün sahibi dedem Hasan Cevdet Temizkanlı hakkında bilgiler aktarmaya, hem de günlükte varolan bazı önemli noktalara dikkat çekmeye çalışacağım.

Dedem Hasan Cevdet Bey, 11 Eylül 1884’te İstanbul’da doğmuş. Yedi yaşındayken babasını kaybedince annesi ve iki kız kardeşiyle hayata tutunmaya çalışmışlar. Bir kız kardeş küçük yaşta ölmüş. Diğeri daha sonraları buraya okumaya gelen Suriyeli bir doktorla evlenerek Şam’a gitmiş. Ama arada her zaman bir irtibat olmuş. Dedem ise, tahmin ediyorum, o dönemde en mantıklı kararı vererek askeri okula, Kuleli’ye girmiş. Buradan Harbiye’ye devam etmiş. 20 yaşında genç bir teğmen olarak mezun olduktan sonra hayatı bir roman gibi geçmiş. İlk macerası bir sınıf arkadaşı ile künyesi karıştırılınca başlamış. Bu karışıklık neticesinde görevinden el çektirilince durumu anlatmak üzere görüşmeye çalıştığı Zülüflü İsmail Paşa tarafından Bekir Ağa Bölüğü’nde hapis yatmış. Sonra durum anlaşılınca buradan çıkıp bölüğüne geri dönmüş ama bu sefer de 31 Mart Vakası gerçekleşince Selanik’e kaçarak Hareket Ordusu’na katılmış. Bundan sonra sırayla Arnavutluk Harekâtı’na katılmak, Çakırcalı Mehmet Efe’nin takibinde bulunmak, Trablusgarp Savaşı’na katılmak, burada İtalyanlara esir düşmek gibi birçok olayın içinde olmuş. Bugün bize tek bir tanesi bile imkânsız gelen bu olayları ardı ardına yaşamak nasıl bir irade gerektirir acaba?

Ama durun! Daha bitmedi. Trablusgarp Savaşı bitince, İtalyanların elinde yedi aylık esaretten terhis olup geri dönmüş ve hemen görevine başlamış. Çok kısa süre sonra I. Dünya Savaşı başlayınca dedeme de ilk görev Çanakkale’de verilmiş. İşte biraz sonra okuyacağınız bu günlüğün ilk bölümü burada kaldığı altı ay boyunca kaleme alınmış. Buradaki yararlıkları nedeniyle harp madalyasına lâyık görülmüş. Bağlı bulunduğu tümen, Çanakkale’de bulunan İtilâf Devletleri Kuvvetleri’nin çekilmesine yakın bir zamanda Çanakkale Cephesi’nden ayrılarak Kafkas Cephesi’ne gönderilmiş. İstanbul’da sadece bir hafta kalarak doğuya hareket etmişler. Bu cephede de Bitlis’in geri alınışında bulunmuş. Zaten günlüğün ikinci kısmı da Doğu Cephesi’ne ayrılmış durumda. Doğu Cephesi’nde biraz kuzeye doğru da çıkarak Kafkas bölgesinde de bazı görevler üstlenmiş. Literatürde Doğu Cephesi’nin diğer bir adı, Kafkas Cephesi’dir.

Kafkas Cephesi’ndeki görev tamamlanınca tümeniyle beraber Irak cephesine gitmiş. Buradaki bir muharebe sırasında İngilizlere esir düşerek Basra’da bir esir kampına gönderilmiş. Bu esir kampında yedi ay kadar kaldıktan sonra kendi imkânlarıyla kaçarak ve kim bilir nasıl bir maceralı yolculukla Mardin’e gelmiş. Burada bulunan tümenine teslim olmuş. Hemen görev başı yaparak bu defa İstiklal Savaşı cephelerinde mücadeleye başlamış. İlk olarak Antep’i “Gazi” yapan dönemde, oradaki savunmacılara yardımcı olmuşlar. Sonra Batı Cephesi’ne geçilmiş. Sakarya Savaşı sırasında yedi yerinden vurulmuş. Ayrıca sağ kulağı da duymaz olmuş. Bütün bu görevleri karşılığında çeşitli madalyalar, taltifler, rütbeler almış. En sonunda ailemiz için de büyük şeref olan, İstiklal Madalyası’yla taltif edilmiş.

Sağlık durumunun kötüye gitmesi neticesinde 1937 yılında albay iken emekli olmuş. Ancak rahat bir emeklilik hayatı yerine, 55 yaşında bir kalp krizi neticesinde 14 Nisan 1939’da vefat etmiş. Ruhu şâd olsun.

Burada çok özet olarak bahsettiğim bu hayat hikâyesi, Türkiye’nin kuruluşunun ne büyük fedakârlıklarla gerçekleştirildiğinin de bir özetidir. O dönemde yaşayan pek çok insanın hayatı böyle geçmiştir. Bu insanlar olmasaydı, bu ülke de olmazdı. İşte bu nedenle bu günlüğün bulunmuş olmasının büyük önemi var. Sadece içindeki bilgilerden dolayı değil, bu insanların kanlarını, canlarını hiç düşünmeden ortaya koydukları için… Bunun en gerçek, en canlı ama bir yandan da en mütevazı anlatımı bu günlüğün içinde bulunabilmekte.

Diğer bir yandan daha bilimsel düşünüldüğünde, günlükler gerçek anlamda dikkatle okunmalıdır. Çünkü özneldir. Yani yazan kişinin bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Ancak günlüklerin anı kitaplarına kıyasla bir avantajı bulunmaktadır. Günlükte kişi o anda hissettiği, gördüğü, düşündüğü ne ise onu aktarmaktadır. Değiştirme veya sansürleme imkânı yoktur. Oysa anı kitaplarında olaylar gerçekleşmiş sonuçları alınmış, belki bazı pişmanlıklar yaşanmış ve buna göre kişi olayları yorumlayarak aktarmış olabilir. Dolayısıyla günlük çok daha saf, ilk elden bir bilgi vermektedir.

Bir başka açıdan da, aslında her tarih okumasında yapılması gerektiği gibi, günlükler de okunurken bugünkü değer yargıları, bugünkü kavramlar ve bilgiler doğrultusunda değil, o gün içinde bulunulan durum doğrultusunda değerlendirilmelidir. Okurken yapılması gereken yargılamak değil, empati kurumaya çalışmaktır.

Bu günlükler ve hatırat kitapları ne olursa olsun çok önemli bilgi kaynaklarıdır. Genelde bilinen Avrupalıların yazmaya meraklı olduğu, Osmanlı tarafında ise şahıslara ait yazılı kaynağın olmadığıdır. Ancak bazıları da bu yargıya karşı çıkar. Biz bu varsayımı biraz daha gerçekçi bir bakış açısıyla ele alarak değerlendirelim: Bir yıl devam eden Çanakkale Savaşı’nda, 5. Ordu’da yaklaşık 500 bin subay ve erin görev aldığını farz edelim. Mustafa Kemal Atatürk, Cemil Conk, Şefik Aker gibi bu cephede çok kritik görevler yapmış dört-beş komutanın resmi yazışmalara dayalı rapor olarak adlandırılabilecek hatıratı bulunmaktadır. Bunlar haricinde yine savaşa katılmış en üst kademeden en alt kademeye kadar çeşitli komutan ve askerlerin sayısı yirmiyi geçmeyecek hatıratı yayınlanmıştır. Toplamda yirmi beş hatırat diyelim. Günlüklere gelince, Fevzi Çakmak haricinde üst düzey bir komutanın günlüğü elimizde yok. Yayınlanmış günlükler hep orta kademe diyebileceğimiz askerlere ait. Bunların da sayısı on kadar, bilmediklerimizle beraber on beş olsun. 500.000 kişiye karşılık 40 kişinin yazdıklarıyla Çanakkale Savaşı’nı algılamaya çalışıyoruz. Bu nedenle bu günlük tarihe not düşmek açısından çok önemli bir yer tutmaktadır.

Günlüğün isimlendirilmesi için de epeyce özen gösterildi. Karakterini yansıtacak, içinden çıkan bir isim bulunmaya çalışıldı. Bu nedenle Hasan Cevdet Bey’in, Çanakkale Muharebeleri’nin karakteristik özelliklerinden lağım savaşlarını anlatırken kullandığı bir benzetme olan “Kıyamet Koptuğunda” seçildi.

Günlüğe gelirsek: 7 X 12 cm. boyutunda kareli sayfalı bir cep defteridir. Açık kaverengi bez cildinin kenarlarından koyu kırmızı deri şerit geçmektedir. Cildin iç kapağı ebru tarzı bir süsleme ile bezelidir. Bu süslemede koyu kırmızı, yeşil ve beyaz renkler bulunmaktadır. Günlüğün ilk sayfası okunamaz durumdadır. İkinci sayfa zorlukla da olsa okunabilmektedir. Diğer sayfalar rahat okunabilir durumdadır. Son sayfada da Hasan Cevdet Bey künyesini vermektedir. Günlük, okunabilen 125 sayfadan oluşmaktadır. Bunun ilk 83 sayfası Çanakkale Savaşı’na aittir. Geri kalan sayfalarda Doğu Cephesi anlatılmaktadır. Kurşun kalemle yazılmıştır.

Görüldüğü gibi, defterde iki ayrı cephe anlatılmaktadır. Biz Çanakkale Savaşı’nın önemi dolayısıyla, bu savaşın yıldönümünde yayınlamayı uygun gördük. Ama Doğu Cephesi için anlatılanlar da çok önemli. Dolayısıyla günlüğün ortaya çıkışı genel anlamda I. Dünya Savaşı, özel anlamda da Çanakkale Savaşı için bir “100. Yıl” hediyesi olmuş durumda. Ancak okurken sizlerin de dikkatini çekecektir; Çanakkale ne kadar coşkun, içten, adanmış ve detaylı anlatılmışsa, Doğu Cephesi de o kadar düz, sade ve neredeyse sadece savaştan bahsedilerek aktarılmış. Çanakkale’de duygular ön planda iken, Doğu Cephesi’nde uygulamalar, savaşın gidişatı ön plana çıkmış. Günlükteki bu üslup farklılığı, iki cephenin kendine özgü karakteristiğinin savaşanlar üzerine de sinmiş olduğunu yansıtması açısından çok önemli bir göstergedir.

Burada açıklanması gereken önemli bir detay daha var. Hasan Cevdet Bey’in bu günlüğü yazarken kullandığı Türkçe aslında çok anlaşılmaz değil. Ancak yine de özellikle genç neslin sıkılmadan okuyabilmesi amacıyla metni sadeleştirdik. Bunu yaparken bir anlam kaybı olmamasına çok dikkat ettik. Ancak yine de sadeleştirme büyük bir sorumluluk. Çünkü bir yandan kelimelerin yüklendiği anlam değişebilir, farklı anlaşılabilir bir yandan da Osmanlıca’da noktalama işaretleri olmadığından –veya dönemine bağlı olarak çok az kullanıldığından- anlam kaymalarına yol açılabilir. Bu konuda oldukça dikkatli davranmaya çalıştık. Kullandığımız noktalama işaretlerini en uygun yerlere yerleştirmeye çalıştık. Ancak bir yandan da o dönemin havasının yansıtılabilmesi amacıyla anlaşılabileceğini düşündüğümüz bazı kelimeleri olduğu gibi bırakmayı tercih ettik.

Şimdi biraz da defterin içeriğine bakalım:   

Hasan Cevdet Bey, bu günlüğü Çanakkale Cephesi’ne tayini çıktığında 11 Mayıs 1915’te yazmaya başlamıştır. Burada cepheye 5. Tümen’e bağlı 14. Alay, 1. Tabur, 4. Bölük komutanı olarak girer. Zaman zaman 1. Tabur komutanlığına vekâlet eder. İleriki zamanlarda da 2. Tabur komutanı olur. 

Genel aktarım açısından Hasan Cevdet Bey’in verdiği komutan isimleri, tarihler, olaylar birebir tutmaktadır. Abartarak anlattığı, yanlış bilgi verdiği herhangi bir olaya rastlanmamıştır.  

Hasan Cevdet Bey, 14 Mayıs’ta cepheye gelir gelmez kendini savaşın ortasında bulur. En başlarda aktardığı ilginç bilgilerden biri “boşa cephane harcanmaması”dır. Bir paylaşım savaşı olan I. Dünya Savaşı’nın, İstanbul’un ele geçirilmesini hedeflemesi açısından en önemli cephelerinden biri olan Çanakkale’de cephanenin boşa harcanmaması konusunda uyarıda bulunulması, Türk ordusunun silah ve cephane açısından ne kadar zor durumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Yaralı ve şehitleri toplamak için 24 Mayıs’ta imzalan dokuz saatlik geçici ateşkes sırasında Hasan Cevdet Bey de kıyafet değiştirerek siperden dışarı çıkar ve gözlemlerini bize aktarır. Örneğin çoğu İngiliz askerinin Türkçe bildiğinden hatta bir tanesinin mükemmel konuştuğundan bahseder. Kıyafet açısından ise bizden farklı olmadıklarını belirtir. Bu da genelde bilinenin aksine bir bilgidir. Yemek konusunda olduğu gibi. Ancak bu günlükte yemek konusuna hiç değinilmemiştir. Tahminimizce tam bir asker olan Hasan Cevdet Bey’in yemek veya yememek umurunda değildir. O sadece, orada vatanı savunmakla meşguldür.

Hasan Cevdet Bey, bir çarpışma öncesinde hazırlık amacıyla 250 çuval kum torbası doldurduğundan bahsetmektedir. Bu bilgiyi asker olan bir tanıdığımla paylaştığımda çok şaşırmıştı. Bunun zor bir iş olduğunu hele savaş ortamında bu kadar çok kum torbası hazırlamanın büyük gayret istediğini söylemişti. Aynı gayreti Hasan Cevdet Bey yaralandığında da görmekteyiz. Yanı başına düşen bir bombanın parçaları dokuz yerden vücuduna isabet ettiyse de hastaneye gitmemekte direnir. Kısa bir dinlenme ve cephedeki bir doktor arkadaşının yardımıyla durumu atlatır. Zaten bu kısa süreli uzaklaşma ve dönüşlerden hep “bölüğüme kavuştum” şeklinde bahseder.

Ancak bahsettiğimiz gayretin herkes tarafından, her yerde ve her zaman gösterilemediği de bir gerçektir. Çünkü Hasan Cevdet Bey, bazı hücumlarda gelemeyen, yetişemeyen, hücuma giremeyen birlikler nedeniyle başarı sağlanamadığından da üzüntüyle bahsetmektedir.  

Zaman zaman Hasan Cevdet Bey’in esprili bir anlatım kullandığı da olmaktadır. Örneğin İngilizlere “Kikirikler”, Fransızlara “Tangolar”, İtalyanlara da “Makarnacılar” şeklinde hitap etmektedir. Bugün bile “John Kikirik” kullanılan bir tabirdir ve artık bu günlükle beraber o dönemde de kullanıldığı anlaşılmaktadır.  

Cephede dünyadan haberler almaktadırlar. Özellikle Polonya’daki durumdan yer isimlerini vererek bahsetmesi Galiçya cephesi ile ilgilidir. Dönemin gazetelerinde de Prezemysl hakkında pek çok haber çıktığı görülmektedir. Dünyanın uzak yerlerinden haberler oldukça doğru gelirken, kendi tümenlerinin İstanbul’a gideceği ve sulh haberleri hiç peşlerini bırakmaz. Hep bu yönde söylentiler dolaşır durur. Özellikle bir defasında İstanbul’a gitme işi o kadar ciddileşir ki her an gidecekleri haberini beklerler. Hasan Cevdet Bey bunu cehennemin içinden çıkıp cennete gitmeye benzetir. Ama önemli bir taarruz nedeniyle yine gerçekleşmez. Bu olayı anlatırken hafif bir hayal kırıklığı sezilse de Hasan Cevdet Bey’den bir şikâyet duymak imkânsızdır. O yine “düşman kahrolsun da varsın İstanbul’a gitmeyelim” demektedir.

Çok önemli bilgilerden biri de savaş alanında kullanılan silahlara aittir. Silahlardan biri ok biçiminde 20-25 cm’lik sivri uçlu demir parçalarıdır. Hasan Cevdet Bey, bunu “kalem gibi” diyerek tarif etmektedir. Üç yüz, dört yüz tanesi uçaktan atıldığında herşeyi delip geçmektedir. Bir tanesi taşıyıcı hayvanlardan birinin semerini delip hayvanı da öldürdükten sonra yere saplanmıştır. Diğeri daha da ilginç bir silahtır. Yine uçaklardan ama bu sefer yaldızlı zarflar atılmaktadır. Bu güzel görünümlü zarfları merak edip açınca alev almakta ve çıkan gaz zarfı açan kişiyi zehirlemektedir. Çanakkale Savaşı’nı anlatan yerli kaynaklarda, uçaklardan atılan iç içe geçmiş çivilerden bahsedilmiştir, hatta bunlar müzelerde görülebilir. Ancak demir çubuk ve zehirleyici zarflardan hiç bahsedilmemiştir.

Savaş alanında hep böyle kötü görüntüler yoktur. Fırsat buldukça bazı sosyal olaylar da yaşanmaktadır. Bunlardan biri askerin kendi arasında bir tiyatro kurmasıdır. Tümenin mızıka bandosu Karmen’in de dahil olduğu parçalar çalmaktadır. Sahnede tiyatro oyunları sergilenir. “Hele kantolar” der Hasan Cevdet Bey, “hakiki bir şantözden farkı yok!”.

Bir başka toplantı ise Mirac Kandili için yapılmıştır. Cuma gününe rastlayan bu günde toplu Cuma namazı kılınmış, Mevlid okunmuş, dualar edilmiş, ama aynı zamanda askere sağlıkla ilgili bir konferans da verilmiştir. Bu toplantıyı Hasan Cevdet Bey, “muhteşem” olarak tanımlamaktadır.

Çanakkale Savaşı’nın buhranlı dönemlerinden, en kritik çarpışmalarından biri Conkbayırı Muharebesi’dir. Bu günler için Hasan Cevdet Bey’in çok aydınlatıcı açıklamaları bulunmaktadır. Hasan Cevdet Bey, düşmanın sırtı aldığını belirtmektedir. Ona göre bu “İstanbul’un kilidinin kırılmasıdır”. Yani İstanbul’a gidiş yolunun açılmasıdır. Bunu Rumî takvime göre 26 Temmuz’da (8 Ağustos) yazmıştır.  Birkaç saat sonra ise topçu ve piyade ateşleriyle düşmanın def edildiğini ve tepenin “istirdad” edildiğini belirtmektedir. İstirdad, “geri almak” demektir. Bu başarının sahipleri olarak 64. Alay’ın iki taburunu ve kendi taburu olan 14. Alay 1. Tabur’u göstermiştir.

Bu cephedeki yararlıkları nedeniyle aldığı harp madalyasına karşı tepkisi şaşırmaktır; “Tuhaf” der “ben sadece vazifemi yaptım”. Bir hatıra olmak üzere madalyasını bir kenara kaldırır ve savaşmaya devam eder.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Hasan Cevdet Bey, tam bir askerdir. Ancak böyle vahşi bir savaşın doğru olmadığının da farkındadır:

“Medeniyet yükseldi dediler. En medeni hükümet olması lâzım gelen Alman-İngilizler harbe başladı. Sonra bütün cihan harbe girdi. Bu ne? Medeniyetin gayesi birbirini boğazlamak mıdır? Tabiî bu harp devam etmeyecek. Bir gün musalaha akdedilecek. Acaba o zaman bu medeniyetin yüzü kızarmayacak mı? Yazık. Hep hır hır. Daha doğrusu kemik kavgası!”

Tüm zamanlara hitap edebilecek bir yorum.

Kitaba emeği geçen herkese teşekkürlerimle…

İstanbul, 18 Eylül 2014

Mutlu Karakaya

9.340 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir