28 Haziran 1914’te Saraybosna’da bir Sırp’ın saldırısı sonrası hayatını kaybeden Avusturya-Macaristan veliahd prensi Ferdinand bir ay sonra patlayacak büyük dünya savaşının ilk kurbanı olarak kabul edilebilir. Bu cinayetin hemen ardından gelişen olaylar on yıllardır Avrupa’da ve Avrupalıların ellerinin uzandığı her yerde biriken gerilimin tüm dünyayı saracak büyük bir ateşe dönüşmesini sağlamıştı. Savaşın bütün aktörleri önlerine gelen “birikmiş hesapları” görme fırsatını kaçırmamak için Temmuz sonu Ağustos ayı başında birbiri peşisıra ve adeta yarışırcasına savaşa girmişlerdi.
Görünüşte bu savaş Saraybosna’da ortaya çıkan “beklenmedik” cinayetin ve de ardından domino efekti şeklinde hızla gelişen olayların bir sonucuydu. Bitimini takip eden yirmi yıl sonunda ikincisi de çıktığından “Birinci Dünya Savaşı” olarak adlandırılan ve 1914-1918 yıllarını kapsayan “Büyük Genel Savaş”’ın müsebbibi kimdi? Sırplar mıydı? Avusturyalılar mıydı? Ruslar mıydı? Almanlar mıydı? Yoksa İngilizler miydi? Bu sorunun cevabı politikacılarca gerek savaş içinde gerekse de savaş sonrasında sıkça tartışılmış ve gerçek “suçlu” bulunmaya çalışılmıştır. Sözkonusu mesele aynı şekilde savaştan sonra tarihçilerin de ilgi gösterdikleri bir konu olmuş ve herkes meşrebine, bulunduğu konuma göre bunun cevabını vermeye çalışmıştır. Aynı tartışmaların biraz daha değişik versiyonu Türkiye’de de yapılmıştır. Türkiye’deki tartışma easas itibariyle “savaşın niçin çıktığı?” sorusundan ziyade Osmanlı devletinin savaşa neden girdiği? üzerinden yapılagelmiştir. Bu tartışmalar kapsamında İttihatçıların ülkeyi boşu boşuna savaşa soktukları ve de başta Enver Paşa olmak üzere İttihatçıların önde gelenlerinin, ki özellikle Enver Paşa’nın “Alman hayranlığı” konusuyla bağlantılı olarak, Almanlar tarafından kandırılmış ve ülkeyi bile bile ateşe atmış oldukları inancı veya yargısı genel kabul görmüştür. Bunun yanında daha da ileri gidilerek savaşa katılmanın uluslararası Siyonizm’in Osmanlı devletine bir oyunu olduğu yönünde bir takım yorumlar da yapılmıştır.Yine bu tartışmalara paralel olarak savaş sırasında ilan edilen “cihad-ı ekber”in dünya Müslümanlarınca yeterince ilgi görmediği, üstelik de “Arapların ihanet ettiği” argümanları üzerinden Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de kurulan yeni devletin yapısını meşrulaştırıcı bir anti-hilafet, anti-ümmetçi, anti-emperyal ve de bütün bunlarla bağlantılı “anti-İslam” propaganda resmi söylem üzerinden uzun yıllar yapılageldi. Bu son husus ayrı bir tartışma konusu olduğundanmeseleyi daha fazla uzatmayacağız.
Türkiye’de hala tatmin edici bir cevap bulunamayan Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin soruların daha ileri derecede olanları savaş sonrası Almanya’sında da ortaya atılmış ve orada iki dünya savaşı arasındaki siyasal gelişmelerin temelinde bu tartışmalar yer almıştır. Nitekim savaş sonrası Avrupa’da yapılan çok kötü barış anlaşmalarının da etkisiyle, “aslında Almanya’nın savaşı kaybetmediği, içerideki ve dışarıdaki bir takım çevrelerin ihanetleri sonucunda savaşta yenik sayıldığı” anlayışı zamanla geniş kitlelerce kabul görmeye başlamıştır. Nitekim bu ön kabulden hareketle 1920’lerin başından itibaren politikaya giren Hitler, 1930’larla birlikte Almanya’da siyaseti domine etmeye başlamış ve en nihayet önüne çıkan (veya çıkartılan) fırsatlardan istifade ile iktidarı ele geçirmişti. Hitler’in Alman halkına karşı geliştirdiği politik söyleminin temel argümanı “Almanya’nın (başta Yahudiler olmak üzere) hem içeriden hem de dışarıdan komploya kurban gittiği, aslında kaybetmediği halde Birinci Dünya Savaşı’nda yenik sayıldığı ve ihanete uğradığı” şeklinde olup, bunun “düzeltilmesi” için Alman halkının yeniden harekete geçmesi gerektiği ve Birinci Dünya Savaşı’nda yarım kalan “Weltmacht/Dünya Gücü” olma hedefine varılması için kendisine destek olunması lüzumuna dayanıyordu. Nihayet Hitler önderliğindeki Almanya akamete uğrayan “Weltmacht” hedefini gerçekleştirmek adına “III. Reich”ı ilan etmiş ve 1939’da başlamasına neden olduğu II. Dünya Savaşı ile Avrupa’yı işgale başlamıştır. Almanlar kısa süre zarfında başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın neredeyse tamamını işgale muvaffak olmuşlar, Rusları püskürtmüşler ve Kafkaslara kadar ulaşmışlardı. Ancak birincisinde olduğu gibi ikincisinde de İngilizlerin başını çektiği ortaklık Almanya’nın “Weltmacht” olma hayallerini yıkmayı başarmış ve Almanlara esaslı bir yenilgi tattırarak bir daha böyle “hayaller” kurmalarının önüne geçmişlerdi.
II. Dünya savaşı sonrasının Almanyası Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya’dan farklıydı. Özellikle Yahudilere karşı işlenen suçlar ve savaşta alınan ağır mağlubiyet Almanların gardını düşürmüş ve “haksız” bir savaş yürüttükleri yönündeki bütün iddiaları adeta itirazsız kabul etmek durumunda kalmışlardı. Buna karşılık ikiye bölünen Almanya’nın Batı blokuna düşen kısmı savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından oluşturulan dünya sistemine kısa sürede entegre edildi ve Almanlar yeni dönemde kendilerini yalnızca “iş”e vererek en azından ekonomik bir güç olarak varolmayı öncelemişlerdir. Bunun yanında entegre oldukları ABD liderliğindeki Batı sisteminin ortaya koyduğu bütün değerleri itirazsız kabul ederek bir daha “sorun” çıkartmayacakalarını da göstermişlerdi.
İşte II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünya düzeninde ve ortamında Almanlar geçmişlerini de farklı bir gözle değerlendirmeye başlamışlar ve Birinci Dünya Savaşı’nı II. Dünya Savaşı’na da neden olduğu için “Urkatastrophe[Felaketin Esas Sebebi]” olarak değerlendirmeye başlamışlardır. Bu anlamda 1960’lardan itibaren Birinci Dünya Savaşı’nın sebepleri daha geniş bir perspektiften, daha derinlemesine incelenmeye ve “Urkatastrophe”nin sosyal ve ekonomik alt yapısı araştırmaların merkezine alınmaya başlanmıştır. Bu yönde yapılan tarih çalışmalarından ilki ve çığır açıcı özelliğe sahip olanı Fritz Fischer’in (1908-1999) ilk baskısı 1961 yılında yapılan “Griff nach der Weltmacht. Die Kriegszielpolitik des kaiserlichen Deutschland 1914/18 [Dünya Gücü Olmaya Uzanma: İmparatorluk Almanya’sının Savaş Hedefleri Politikası 1914/18]” adlı eseridir. Doksan üç sayfalık giriş bölümü dışında üç ana kısım içindeki yirmi üç alt bölümden oluşan Fischer’in 574 sayfalık kitabı yıl be yıl Almanya’nın savaş hedeflerini ayrıntısıyla ve orijinal belgelere dayalı olarak ele almıştır. Özellikle iki alt başlıktan oluşan uzun Giriş kısmının “Alman Emperyalizmi [Deutsche Imperialismus]” başlıklı birinci bölümünde Fischer, Almanya’nın büyük sanayi ve sermaye çevrelerinin 1890’lardan itibaren giriştiği emperyalist hedeflerini ve bunun özellikle 1888’de tahta çıkan II. Wilhelm’in kişiliğinde de karşılık bulan politikadaki yansımalarını da ortaya koymuştur. Giriş kısmının ikinci bölümünde ise Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sürecinde Almanya’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile olan ilişkilerini ve Avusturya-Macaristan’ı Sırbistan üzerine yapacağı saldırıda nasıl teşvik edici bir politika izlediği bütün yönleriyle ele alınmıştır.
1914-1916 yıllarını konu alan Birinci bölümde yazar, Almanya’nın “Blitzkrieg[Yıldırım Savaşı]” planı çerçevesinde erişilecek hedefler sonrasında Alman sanayi çevreleri adına hazırlanan programın zafer sonrası beklentileri ile o dönemki Başbakan Bethmann Hollweg’in “Septemberprogramm[Eylül Programı]” adıyla sunduğu savaş sonrası Avrupa’sının şekillendirilmesine yönelik programının karşılaştırmasını yapmış ve iki program arasındaki benzerliklerini ortaya koyarak Alman sanayi ve sermaye çevreleriyle politikacılarının savaştan beklentileri konusunda ne derece hemfikir olduklarını göz önüne sermiştir. Bu programa göre Avrupa’da (özellikle Orta Avrupa’da) Almanya merkezli, gümrük birliğini de içeren yeni bir devletler sistemi meydana getirilirken bazı devletler doğrudan Almanya’ya bağlı olacak, bazıları yarı bağımsız ve diğer bir kısım devletler de (Hollanda gibi) görünürde bağımsız olmakla birlikte esasında Almanya’nın kontrolünde olacak şekilde dizayn edilecekti. Kitabın “Revolutionierung[İhtilaller Çıkartma]” başlıklı ikinci bölümünde ise Almanya ile savaş halinde olan devletler dahilinde ihtilaller yoluyla karışıklıklar çıkartma ve böylece cephe gerisinden düşman ülkeleri zayıflatma planları ele alınmıştır. Burada dikkat çeken ve de Osmanlı devleti ile Müslüman toplulukları ilgilendiren en önemli konulardan birisi de Alman Dışişleri’nde görevli Max von Oppenheim’ın 1914 yılı Eylül sonunda Dışişleri bakanlığına sunduğu İtilaf Devletleri sömürgeleri konumunda bulunan Müslümanların bu devletler aleyhine ayaklandırılması konusudur. Sonradan bu konuda bir çok araştırmalar yapılmış olmakla birlikte son derece geniş kapsamlı hazırlanmış Oppenheim’ın programına ilk kezFischer’in bu kitabında değinilmiştir. Fischer kitabında Oppenheim’a ve ihtilaller çıkartma programına ilk defa yer vererek Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki İslam stratejisi konusundaki çalışmalara önayak olmuştur denilebilir.
Kitabın 1917 yılının savaş hedeflerini alan ikinci kısmı ile 1918 yılını konu alan Üçüncü kısımları da aynı şekilde savaş içindeki iç ve dış gelişmeler çerçevesinde Almanya’nın askeri, siyasi ve ekonomik hedeflerindeki değişmeleri ve gelişmeleri titiz bir çalışma ile ortaya koymuştur.
Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu kitap, Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerine ilişkin olarak iki dünya savaşı arasında Almanya’da yapılan tartışmalara bir bakıma son vermiştir. Fischer’e göre savaşın asıl müsebbibi Almanya’dır; daha doğrusu Alman sanayi ve sermaya çevrelerinin 1890’lardan itibaren ortaya koydukları hedefler doğrultusunda, başta Kaiser II. Wilhelm olmak üzere, Alman siyasetinin İmparatorluğu bir “Weltmacht” yapma hedefidir.
Burada bir parantez açarak şunu da ifade etmek gerekir ki, Almanya’nın savaş sonrası dönemde oluşturmayı hedeflediği dünya düzeni savaşta yenilmesiyle akamete uğramış ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda arşivleri Müttefik Devletlerin eline geçtiği için bütün planları ifşa edilmiştir. Aynı durumun, belki de daha ileri bir boyutu, savaşı kazanan devletler için de (başta İngiltere!) geçerli olduğunu, yani savaş sonrası oluşan dünya sisteminin dizayn edilmesi konusu bağlamında geçerli olmuş olabileceğini ifade etmek gerekir. Fakat bu konuda galip devletlerin araştırmacılara açık arşivlerinde bir şeyler bulmak o kadar kolay değildir.
Tekrar Fischer’in önemli eserine dönecek olursak. Almanca’da bir çok baskısı yapılan Fischer’in kitabı dünyada da geniş yankı uyandırmış ve başta Amerikan İngilizcesi olmak üzere İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Japonca gibi belli başlı dillere çevrilmiştir. Ancak ne yazık ki bu eser ilk çıktığı 1961 yılından bu güne elli yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala Türkçe’ye çevrilmemiştir. Fransız tarihçi Jaquez Droz, Fischer’in kitabı için “sadece tarih yazmamış, aynı zamanda tarih yapmış” ifadesini kullanmıştır. Gerçekten de bu eser Almanya’da yayınlandığı tarihte geniş yankı uyandırmış ve o tarihten sonra Birinci Dünya Savaşı ile ilgili yapılan tarih araştırmalarında yönlendirici bir etkide bulunmuştur.
Türkiye’de hala Birinci Dünya Savaşı konusunda telif eserler meydana getirme konusunda çok yetersiz kalındığı göz önüne alınırsa, böylesine önemli bir çalışmanın bugüne kadar Türk okuyucusunun istifadesine sunulmamış olmasını büyük bir eksiklik olarak görmek gerekir.