“Ortadoğu” (Middle East) kelimesi geçen yüzyılın başında deniz aşırı sömürge çalışmaları yapan Avrupalı devletlerce, Avrupa’yı merkeze alarak doğuyu yakın, uzak ve orta şeklinde tasnif etmeleriyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Terim ilk olarak Eylül 1902’de Londra’da yayınlanmakta olan National Review’da görülmüştür. Kelimenin ‘mucidi’ Amerikalı bir deniz subayı ve öğretim üyesi olan Alfred Thayer Mahan’dır (1840-1914). Mahan “dünyaya hâkim olacak gücün, denizlere hâkim olan güç” olduğu kuramının sahibidir. Ortadoğu coğrafyası aslında farklı şekillerde tasnif edilmekte olup sınırlı ve yaygın kullanımı Libya’nın doğusundan Pakistan’a kadar uzanan ve Afganistan, İran ve Türkiye’yi kapsayan bölge olarak görülmektedir. Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın değişmeyen unsur, dini anlamda Müslümanların, ırki anlamda Türklerin, Arapların ve İranlıların çoğunlukta olduğu coğrafya kastedilmektedir. Şüphesiz bölgenin azınlıkta olmasına rağmen siyasetine yön veren Musevileri ve tarih boyunca varlıklarını her zaman devam ettirmiş olan Hıristiyanları da hatırlanmalıdır.
Ortadoğu’daki etnik açıdan baskın unsur olan Araplar İslamiyet’in nüzulüne kadar dağınık halde ya da başka devletlerin egemenliğinde yaşadılar. Hz. Muhammed’in bir elçi olarak bölgede insanları etrafında toplamasıyla kabile kültüründen devlet kültürüne doğru bir süreç başlamıştır. Dört halife devrinde yarımadadan dışarı çıkan Araplar özellikle Abbasiler ve Emeviler zamanında Avrupa’nın içlerine kadar sokularak hem kimliklerini hem de mensup oldukları dinlerini dünyanın başka noktalarına ulaştırmayı başardılar. XI. Yüzyıl Araplar için çöküşün tarihi olup, hilafete sahip olma haricinde – o da sembolik olmak üzere- İslam dünyasındaki etkinliklerini kaybettiler. Bu tarihten sonra başka milletlerin egemenliğinde, bağımsızlıklarını kazanana kadar uzunca bir süre, teba olarak yaşadılar. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de ki Mısır seferi ve akabinde Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak seferleri ile başlayan süreçte 1639 yılına gelindiğinde bütün Arap yarımadası Osmanlı Devletinin eline geçmişti. Halifeliğin Mısır seferi ile Osmanlıya geçmesi Arapların İslam toplumundaki konumlarını sıradan hale getirdi. Ancak Osmanlı Devleti’nin özellikle kutsal topraklara olan bakışı ve bölgedeki emirlere verilen yetkiler düşünüldüğünde Arapların diğer Müslüman unsurlardan hiçbir ayrım gözetilmeksizin hatta kendilerine Peygamber efendimizden dolayı büyük bir saygı ile yaklaşılarak ilişki kurulduğu bilinmektedir.
Ancak hayatlarını ele geçirdikleri sömürgelerle idame ettiren Avrupalı Devletler, Şark meselesi olarak adlandırılan ve özelde Osmanlı’yı paylaşım planı olan proje çerçevesinde petrol bölgesi olan Arap yerleşim yerlerini ele geçirmek için bilinenin aksine uzun bir çalışmanın sonucunda yıllardır genel anlamda sorunsuz bir hayat süren bölgeyi karıştırmayı başarmıştır. Arapların I. Dünya Savaşı esnasındaki ayaklanmaları Avrupa’daki ulusçuluk akımlarından ayrı tutulamaz. Fransız İhtilaliyle yayılan eşitlik, bağımsızlık, adalet vb kavramlar bölgede de etkisini fazlasıyla göstermiştir. Nitekim 19. özellikle de 20. yüzyıl Türk-Arap ilişkilerinin temel paradigmalarından birinin milliyetçilik olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1856 yılında yapılan ve Osmanlı Devletini Avrupa’nın korumacılığı altına alan Paris Antlaşması ve beraberinde Islahat Fermanı ile Osmanlı tebası arasındaki dinsel farklılıkların kaldırılması ve gayrimüslimlere tanınan ekonomik ayrıcalıkların kapitülasyonlarla desteklenmesi ile bölgede ticaretten beslenen bir orta sınıf çıktı. Arap milliyetçilik ateşinin ilk olarak işte bu gayrimüslim azınlıkla yakıldığı Kemal Karpat tarafından iddia edilmektedir. II. Abdülhamit’in özellikle İngilizlerin korkulu rüyası haline gelen Panislamist politikaları Arapları Osmanlının yanında tutmak için gösterilen son etkili çabaydı. Kaybedilen bazı topraklara rağmen sultanın sözü hala fazlasıyla Araplar üzerinde etkiliydi. Ancak II. Abdülhamit 1909 yılında bir darbe sonucu iktidardan alaşağı edilmiş ve devletin üzerinde durduğu denge politikaları tasfiyeye uğramıştı. Akabinde uzun yıllardan beri Ortadoğu’ya yerleşmek üzere Osmanlı Devletinden toprak isteyen ama her seferinde olumsuz cevap alan Yahudiler bu hareketli günler içerisinde Jön Türklerle kurdukları iyi ilişkiler sonucu hızlı bir şekilde Filistin’den arazi satın almaya başladılar.
Ümmetçiliği fonksiyonel bulmayan İttihatçıların ibresi Türk milliyetçiliğine dayanan politikaları işaret ediyor ve ulus devlet anlayışı temel düşünce oluyordu. Ancak Arap ulusçuluk akımının gelişmesinde bu politikaların yanında bölgedeki Osmanlı idarecisi ve İttihat Terakkinin meşhur üçlüsünden biri olan Cemal Paşa’nın uyguladığı baskıcı yönetimin de etkisi çok büyüktür. Savaş çıkmadan kısa bir süre önce İngiltere’nin, Mekke Emiri Şerif Hüseyinle irtibata geçtiği Osmanlı’nın Almanların yanında savaşa girmesi durumunda kendilerinin tutumunun ne olacağını sorduğu biliniyor. Önceleri bu teklifi tereddütle karşılayan Emir, Arap bölgelerinin kendi idaresinde bağımsızlığı ve bu süreç içerisinde kendilerine maddi destek sağlanmasını istiyordu. Osmanlıyı bölgeden uzaklaştırmak için Araplarla anlaşmak durumundaki İngilizler bu isteğe sıcak baktıkları gibi İstanbul’un bölge ile bağlantısını sağlamada en önemli unsur olan Halifelik makamını da Şerif Hüseyin’e vermeyi düşünüyorlardı. Böylece Osmanlı Devleti’nin ilan ettiği cihat fetvasına karşı hem kendi sömürgelerindeki hem de Arap bölgesindeki Müslümanları kontrol altında tutabileceklerdi. Şüphe yok ki o dönemde dünya siyasetine yön veren İngilizler bölgeyi ele geçirmek için bir kişi üzerinden oynayamazlardı. Bir yandan Hüseyin’le bölgedeki ajanları vasıtasıyla hızlı bir ittifak çalışması yapıyor diğer yandan Şerif Hüseyin’in rekabet halinde olduğu İbn-i Suud ile görüşmelerini sürdürüyordu. Bununla birlikte Arapların öğrendiklerinde infial gösterecekleri Sykes-Picot antlaşması ile Şerif Hüseyin’e teklif edilen bölgeleri Fransa ile paylaşılıyorlardı. En nihayetinde 1916 Haziran’ında Osmanlıya karşı Şerif Hüseyin liderliğinde Arap bağımsızlık hareketi başladı. Şerif Hüseyin’in daha sonraları Ürdün kralı olacak olan ve Arap isyan hareketini babası adına yürüten Abdullah’ın anılarında ve yine Osmanlı’nın Filistin’deki posta idaresinde çalışan İzzet Derveze’nin hatıralarında Vali Cemal Paşa’nın Beyrut’taki bazı Arap aydınlarını gereksiz yere idamla cezalandırmasının isyanı tetikleyen bir durum olduğu yazar. Ancak ayaklanma İngilizlerce de desteklenmesine rağmen beklenen ilgiyi görmedi. Binlerce altın karşılığında isyana teşvik edilen Bedevilerin bu tarz bir mücadelede yola çıkılacak insanlar olmadıkları anlaşılmıştı. Bununla birlikte her şeye rağmen Osmanlı Devleti başta Kanal Harekâtı olmak üzere bölgedeki savaşların çoğunda İngilizlere mağlup oldu ve I. Dünya Savaşından da yenik ayrıldıklarında bölgeden tamamen çekildiler. Fakat milliyetçi Arapların sevinçleri kısa bir süre sonra kursaklarında kaldı. Zira İngilizler verdikleri sözleri tutmamış Suriye ve Lübnan Fransız, Filistin ve Irak (Bağdat, Basra ve Musul) İngiliz mandası haline getirilmişti. Ayrıca Arapların baştan beri karşı oldukları İsrail Devleti için gereken alt yapı yine İngilizler sayesinde atıldı. Onların ekonomik ve siyasi gücünden faydalanmak isteyen İngiltere nüfusu 750 bin civarında olan Filistin’de sayıları 60 bin kadar olan Musevileri Balfour Bildirisi ile çoğunluk yerine koyarak Araplara bir darbe daha vurdu. Arap ulusçuluk hareketini başlatan Şerif Hüseyin 1919’da İbn-i Suud’a yenildi ve ilerleyen yıllarda Kıbrıs’a sürgüne gönderildi. 1926 yılında daha sonra Suudi Arabistan kralı olacak olan Suud kendi krallığının tanınması koşuluyla Şerif’in oğulları Abdullah ile Faysal’ın Ürdün ve Irak krallıklarını tanıdı.
Fransızlar o dönemde Suriye sınırlarında kabul edilen Lübnan’ı diğer bölgelerden ayırarak yeni bir devlet haline getirmiş diğer bölgeleri de dört ayrı eyalete bölerek daha kolay idare etmeyi düşünmüştü. Suriye ve Lübnan halkı yıllarca bağımsızlıklarını kazanmak için Fransızlara karşı mücadele verdiler. Lübnan’da Marunî Hıristiyanlar önceleri Fransız mandasından memnunken ilerleyen yıllarda ülkelerinin geleceği için Sünni Müslümanlarla ortak hareket ettiler. Kağıt üzerinde 1941 yılında bağımsızlıklarını kazanan bu iki devlet 1946 yılında İngilizlerin de zorlamasıyla Fransız askerlerinin bölgeyi terk etmeleri sonucu gerçek anlamda özgürlüklerine kavuştular. Aynı yıl İngilizlere II. Dünya savaşında koşulsuz bağlılıklarından dolayı Ürdün’e de tam bağımsızlık verildi. Savaş sonrası genel olarak bağımsızlıklarına kavuşan Arap devletleri başta planlananın aksine birbirinden bağımsız bir duruş sergilemekten uzaktılar. İlerleyen yıllarda Arap ülkelerinin iç politikalarındaki değişiklikleri 1950’lilerde Irak, Suriye ve Mısır’ı Sovyetler birliğine yakınlaştırdı. Bu ülkeden ciddi anlamda silah alan Araplar Amerikalıların bölgeyi çevirme planına gedik açmış ve Rusların Ortadoğu’ya inmelerini kolaylaştırmıştı. Tüm bunlar olurken İsrailliler 1948 yılında bağımsızlıklarını ilan etmiş ve birincisi aynı yıl ikincisi 1967 yılında yapılan Arap İsrail savaşlarını kazanarak bölgede ciddi toprak kazanımı sağlamıştır. Son savaş Araplar arasındaki çekişmeleri azaltmış ve Filistin sorunu bütün Arapları birleştirici bir duruma getirirken İsrail devletinin kuruluşu Ortadoğu bilmecesinin yeni unsuru haline gelmişti. Bu bağlamda XX. yüzyıl Ortadoğu tarihinin Arap-İsrail çatışması tarihi olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Zira bölgede gerçekleşen her olayın bir tarafı İsrail’in güvenliğine dayanmaktadır. Bölgeye hâkimiyet konusunda tüm dünyayı karşısına alabilme cesaretini gösteren İsrail kuşkusuz bu gücü Birleşik Devletlerdeki Yahudi lobisinden ve Amerika ile olan ortak kader birlikteliğinden almaktadır.
Bu süreç esnasında Arapların müttefiki olan Sovyet Rusya’nın dağılması ABD’nin Ortadoğu’ya tamamen hâkim olması için uygun zemini hazırlayacaktı. Bu ortam Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın coğrafi olarak kendisine bağlı olduğunu uzun yıllardır dillendirdiği ve İngilizlerin yapay bir devlet olarak ortaya çıkardıkları Kuveyt’i işgal etmesi ile oluştu. Birçok neden öne süren Irak’ın en önemli amacı kuşkusuz Kuveyt’in petrolünü ele geçirmek ve daha önceleri Mısır’ın üstlendiği görev olan bölgede lider devlet olmaktı. Bu süreç içerisinde enteresan olan ABD gizli servisinin Irak-Kuveyt sınırındaki hareketliliği hükümete bildirmesine rağmen herhangi bir önlemin alınmadığı aksine aynı günlerde Saddam Hüseyin’i ziyaret eden ABD’nin Bağdat büyükelçisinin Saddam’ı ülkeyi yeniden inşa konusundaki başarısından dolayı kutlamasıydı. Neticede tüm dünyanın CNN aracılığıyla seyrettiği başta BM daha sonraları ABD kontrolündeki Körfez harekâtı 1991 yılının Şubat ayında başladı. Saddam’ı hayal kırıklığına uğratan şey ise Filistin davası konusunda kendisini önder olarak gören Arap dünyasının ve iyi ilişkiler içinde olduğu Sovyetlerden gereken desteği alamamasıydı. Operasyon sonucunda İsrail için bölgedeki en büyük tehlike gibi görünen muhteşem Irak ordusu tamamen yok edildi. Saldırı sonrası uygulanan şiddetli ambargo ve tecrit Saddam Hüseyin’den ziyade sivil halka zarar veriyordu. Aslında Amerika 2003 yılında gerçekleştireceği işgalin ön hazırlığını yapmaktaydı. 2001 yılında ikiz kulelere yapılan ve her nedense ABD istihbaharatının haberdar olamadığı saldırılarla ABD, strateji literatürüne “önleyici savaş” olarak geçen ve tehditleri önceden bertaraf etmek anlamına gelen bir tavır belirledi. Bu masumane (!) savunma anlayışı aslında Ortadoğu’nun yavaş yavaş işgalini amaçlamaktaydı. Bu niyetle 2003 Martında dünya ülkelerinin büyük bir kısmının karşı çıktığı; BM’nin silah denetçisi Hans Bilix’in, önceden planlanıp olmayan kimyasal silah bahanesiyle insanların aldatıldığını söylediği, işgal başladı. Arap dünyası işgali kınamaktan öte bir şey yapmadı/yapamadı. Binlerce yıllık bir tarihi barındıran şehirler Haçlı yağmasının modern örneği ile karşılaştılar. Her ne kadar Iraktaki savaş hala sürmekteyse de ABD, büyük ortadoğu projesi çerçevesinde bazıları için bataklığa bazıları için petrolün başına oturdu.
Bölge yeni projelere gebe. İran ile gerilen ilişkiler rahatsızlık verici. Türkiye’nin de etki alanına fazlasıyla girdiği Ortadoğu’da ilerleyen günlerde nelerin olacağı konusunda stratejisyenler farklı şeyler söylese de net bir öngörüde bulunmak imkansız. Bu bağlamda Türkiye’nin yapmaya çalıştığı açılımlar da önemli. Bölgedeki dış politikasını bağımsız mı yoksa Amerika’nın isteklerini tatbik ettirmede kullanacağı bir aracı olarak mı belirleyeceği tartışılmaktadır. Irak harekâtı esnasında tartışılan ve ABD’nin beklemediği bir şekilde reddedilen tezkere krizinin ortaya çıkardığı sonuçlar çok farklı olarak değerlendirilmektedir. Bölgedeki halklar, İsrail ve ABD çıkarlarına aykırı bir duruş sergilemedikleri sürece tehlikeden uzakmış gibi görünseler de yarının ne getireceğini bilmek zor. Bu çerçevede düşünüldüğünde yakın dönemde idam edilen Saddam Hüseyin’in bir dönem Amerika ve İngilizler tarafından silahlandırılıp desteklendiği unutulmamalıdır.
MOSTAR Dergisi
Haziran 2007 Sayısı