GELİBOLU’YU ANLAMAK

“Topyekûn Savaş” Kavramı ve Son Dönem Osmanlı Harp Tarihi (Mehmet Beşikçi)

Falih Rıfkı Atay bizzat katıldığı Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşadıklarını kaleme aldığı Ateş ve Güneş adlı anı kitabında, “Son muharebe senelerinde şu iki ismi öğrendik: Cephe ve cephe gerisi” der ve “Savaşları ordularla milletler beraber yaptı…Herkes kuvvetine, zekâsına, işine göre hissesini aldı. Herhangi bir cepheyi bize anlatmak isteyenler, ilk olarak o cephenin gerisinden bahsetmelidir” tespitinde bulunur.[1] Atay’ın kastettiği şey, elbette, savaşın bitmez tükenmez ihtiyaçlarını karşılama sürecinde artık cephe ile cephe gerisi arasındaki o “bildik” farkın belirsizleşmeye başlaması, cephe gerisinin etkin savaş sürecine katkı yapan önemli bir bileşen haline gelmesiydi. Uzun, çok-cepheli ve yıpratıcı bir savaş olan Birinci Dünya Savaşı boyunca cephe için sürekli insan seferber etmenin yanı sıra, savaşın finansmanı için neredeyse bütün bir ekonomik alanın savaşa kanalize edilmesi zorunluluğundan basın ve kültür alanının savaş propagandası için kullanılmasına, kadın emeğinin tarımsal üretim için mobilize edilmesinden “iç güvenlik” amaçlı zorunlu göç ettirmelere uzanan pek çok boyutun iç içe geçme durumu ortaya çıkmıştı. Savaş elbette farklı bağlamlarda farklı deneyimler ortaya çıkarmıştı. Mesela Avrupa arenasında Osmanlı deneyimine kıyasla çok daha yoğun bir savaş yaşanmıştı. Bununla birlikte, her deneyimin kendine özgü özelliklerini gözden kaçırmadan, günümüzde pek çok tarihçi Birinci Dünya Savaşı deneyimini açıklarken “topyekûn savaş” (İng. total war) kavramını kullanmaktadır.  Max Weber’in sosyolojik analizde kullandığı “ideal tip” çerçevesine benzetilebilecek olan bu kavramsal çerçeveyle birlikte, savaşın kendi gerçek deneyiminin daha iyi anlaşılmasının yanı sıra, savaşların toplumsal değişimde oynadığı rol de tarih çalışmalarının başat meselesi haline gelmiştir.[2] Elbette savaşla ilişkisi bağlamında “toplumsal değişim”le kastedilen, ille de olumlu bir yönde değişim olmayabilir. Aksine, savaşlar çoğu kez ülkelerin altyapılarında, toplumsal dokuda ve bazen bizzat askeri kurumun kendisinde giderilmesi zor yaralar açarlar. Ama her halükârda, savaşın topyekûnlaşmasının yarattığı etki ve baş edilmesi gereken sorunlar, önceki dönemlerin “sınırlı savaş” (İng. limited war) deneyimiyle kıyaslandığında çok daha geniş ve çok-boyutludur.    


            Tarihyazımı açısından bakıldığında, belli bir savaş deneyimine topyekûn savaş kavramını kullanarak yaklaşmak, o deneyimin tam olarak anlaşılabilmesi için tarihin alt disiplinleri arasında bir sentez gerektirmektedir. Eğer topyekûn savaş çağında bir savaş deneyimi aslında askeri alan dışındaki pek çok alanın da mobilizasyonunu gerektiriyorsa (ki “topyekûn” kelimesi buna gönderme yapar), o halde o deneyimin anlaşılması askeri alan dışındaki alanları da bütünsel bir biçimde hesaba katan bir tarihsel perspektife ihtiyaç duyacaktır. Burada kastedilen, bir tarihçinin ya da bir tarihsel çalışmanın aynı anda farklı alanlardaki pek çok konuyu birden ele alması gibi aslında fiziksel olarak da pek mümkün olamayacak bir gereklilik değildir elbette; vurgulanmak istenen, savaş deneyimiyle ilgili herhangi bir konuya odaklanan tarihçinin formasyonunun ve tarihsel perspektifinin çok-boyutlu ve sentetik olması ihtiyacıdır. Bu durumda, örneğin, Osmanlı Birinci Dünya Savaşı deneyiminin cephe performansı boyutuna odaklanmak isteyen bir askeri tarihçinin aslında bu deneyimin ekonomik, kültürel, demografik ya da hatta toplumsal cinsiyet boyutuna dair de fikir sahibi olması gerekecektir. Diğer yandan, aynı deneyimin örneğin tarımsal üretim boyutunu incelemek isteyen bir ekonomi tarihçisinin de askeri alanda nelerin cereyan ettiğini hesaba katmaksızın makul bir anlatı sunamayacağı açıktır. Birinci Dünya Savaşı cephe hattının önemli sembollerinden olan siperlerdeki yaşam koşullarını, örneğin, muharebe stratejisine ait özgül askeri bir konu olarak ele almak resmin tamamını görmekte yetersiz kalacaktır. Siperlerdeki askerlerin davranışlarını anlamak için psikoloji ve psikiyatriyi de hesaba katmak gerekeceği gibi, aslında siper olgusunun cephe gerisindeki lojistik ve insangücü seferberliğiyle de yakından ilişkili olduğunu hatırlamak gerekecektir. Yani deyim yerindeyse, topyekûn savaş kavramı tarihin alt disiplinleri arasında disiplinler-arası bir perspektifi gerekli kılmaktadır.           


Topyekûn savaş kavramının Osmanlı tarihyazımına ne gibi katkılar sunabileceğini tartışmak isteyen bu yazı, bu kavramın son dönem Osmanlı harp tarihinin incelenmesinde sunacağı imkânlar ve getirebileceği kısıtlamalar üzerine bir deneme niteliğindedir. Son yıllardaki bazı iyi örneklere rağmen, genelde Osmanlı askeri tarihçiliği ve özelde de Osmanlı harp tarihi diğer tarihçilik alanlarından beslenme konusunda pek başarılı değildir. Benzer bir gözlem, askeri tarihçilik alanının sunduğu potansiyelleri görmek istemeyen Osmanlı sosyal, ekonomik ve kültürel tarihçiliği için de söylenebilir. Yazıda, çokça ihtiyaç duyulan böylesi bir sentezin neden gerekli olduğuna dair fikirler ileri sürülecektir. Bununla birlikte, topyekûn savaş kavramının bağlamdan kopuk ya da eleştirel olmayan kullanımının getireceği kısıtlamaların da altı çizilmeye çalışılacaktır.


 


 


Batıdan Doğuya Topyekûn Savaş


Topyekûn savaş kavramıyla nitelenen savaşların üç ana gelişme ayağı üzerinde cereyan eden savaşlar olduğu söylenebilir. Bu ayaklar, bir yandan endüstriyelleşen savaş teknolojisi ve zorunlu askerlik sistemini, diğer yandan da merkezileşen devlet yapılarına bağlı kitle ordularının ortaya çıkışını içerir. Bu anlamda, 19. yüzyıl ortalarına doğru Avrupa’da belirginleşmeye başlayan bir nitel değişimden söz edilebilir. David Bell, Napolyon Savaşları’nı (1803-1815) “ilk topyekûn savaş” olarak tanımlayarak bu değişimin başlangıcını epey erken bir tarihe kadar geri götürür.[3] Ünlü Prusyalı askeri teorisyen Carl von Clauswitz, Napolyon Savaşları dönemindeki gözleminden yola çıkarak yazdığı ünlü eseri Savaş Üzerine’de, “Harp aniden halkın, hepsi de kendine yurttaş diyen otuz milyonluk bir halkın işi haline geldi” tespitinde bulunur.[4]


Bununla birlikte, sözü edilen gelişmelerin hızlanmasının sonucu olarak çok daha “modern” savaşlar yüzyıl ortasından sonra yaşanacaktır. Avrupa’da Fransa-Prusya Savaşı (1870–71) sanayileşen ekonomilerin savaşın yıkım gücünü devasa arttırdığı ve savaşın toplumsal boyutunun artık askeri boyutuyla iyice iç içe geçtiği bir deneyimdi. Bu örneğe Atlantik’in diğer tarafında, dört yıl boyunca Amerika’nın insan ve ekonomik kaynaklarını savaş için seferber ettiren ABD İç Savaşı (1861–65) karşılık gelecektir. ABD İç Savaşı, yayıldığı coğrafi alanın genişliği ve süresinin uzunluğunun yanı sıra, sivillerin sadece doğrudan askeri insangücü olarak değil, aynı zamanda orduya sürekli maddi ve manevi katkı yapmalarının talep edilmesi ve muharebelerin doğrudan hedefi olmaları açısından da, “topyekûn” kavramını sonuna kadar hak ediyordu.[5]    



Topyekûn savaş tanımlamasına yaklaşan Batı dışındaki en önemli örneklerden biri, kuşkusuz, 1905’teki Japon-Rus Savaşı’ydı. Üstelik bu savaş, savaşan tarafların toplumsal ve ekonomik kaynaklarının seferber edilmesinin yanı sıra, savaşın başka ülkelerdeki etkileri açısından da kavrama özgün bir katkı yapmıştı. Savaşta Japonya’nın galibiyeti, Avrupa yayılmacılığına karşı ideolojik karşı çıkışların popüler olduğu ülkelerde ( ki Osmanlı İmparatorluğu bunun en önemli örneklerinden biriydi) büyük bir coşku yaratmıştı.[6]


Birinci Dünya Savaşı ise savaşın topyekûnlaşma sürecinde önemli bir aşama olarak kabul edilebilir. Bu hem Birinci Dünya Savaşı’nın dayandığı arkaplan gelişmelerden, hem de savaşın kendisinin ortaya çıkardığı özgül dinamizmden dolayı böyle olmuştur. 1914’te patlak veren savaşın o ana kadar eşine rastlanmamış bir yıkıcılık üretmesinin arkasında yatan genel etmenler arasında sanayileşen kitle toplumu, milliyetçilik, ırkçılık, modern silahlarla ve teçhizatla donatılmış kitlesel ordular, zorunlu askerlik sistemiyle sivil-asker arasındaki ayrımda buharlaşma ve demiryollarının askeri ulaşıma getirdiği devrimsel katkılar sayılabilir. Öte yandan, modernleşen altyapılar üzerinde yükselen kitlesel ordular ve zorunlu askerlik sistemiyle cepheye sürekli insan pompalama durumu, gittikçe uzayan ve belli noktalarda pat durumuna dönüşen insan öğütme muharebeleri doğurmuştu. Napolyon Savaşları’ndan beri özellikle Avrupa askeri düşüncesine egemen olan “kesin zafer” ve “koşulsuz teslim olma” doktrini savaşın uzamasına ve yıkıcılık boyutuna daha da katkı yapmıştı. Siper savaşları bu durumun en önemli sembollerinden biri olmuştu. Sonuçta, otuz altı ülkenin katıldığı bu savaşta toplam yaklaşık 70 milyon insan cephe için seferber edilmiş, en az 10 milyon asker savaşta can verirken yaklaşık 20 milyon asker de yaralanmıştı. Milyonlara varan sivil ölümlerin ise kesin bir toplam rakamı yoktur. Savaşın gerektirdiği toplam harcamalar ise 208 milyar Amerikan dolarını bulmuştu.[7]


 


Son Dönem Osmanlı Harp Tarihine Bakışta Topyekûn Savaş Kavramı


Elbette Osmanlı bağlamında da, bir ideal tip olarak topyekûn savaş kavramına en çok yaklaşan savaş deneyimi Birinci Dünya Savaşı’dır.[8] Birkaç önemli noktayı zikretmek bile bu savaş deneyiminin çok-boyutluluğunu gözler önüne serecektir. Örneğin 1914’te nüfusu 20 milyon civarında olan Osmanlı İmparatorluğu’nda savaş boyunca toplam yaklaşık 3 milyon kişi silah altına alınmıştı. Böylesi devasa bir seferberlik süreci devletin yerel birimlerde daha fazla görünür olmasını ve örgütlenmesini gerektirmişti. Köy muhtarına varıncaya değin yerel idare teşkilatı ve yerel askere alma şubeleri insangücü seferberliğinde kilit rol oynamıştı. Cephelerin lojistik ihtiyacı cephe gerisindeki bu örgütlenmeyi daha da elzem kılmıştı. Yerel düzeye daha fazla nüfuz etme ihtiyacı ise yerel düzeydeki toplumsal aktörlerle devlet otoritesi arasında yeni ilişki biçimleri şekillendirmiş, İttihatçı iktidarın politik tercihleri bu şekillenmelerde etkili olmuştu. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı seferberlik deneyimi ancak askeri kurum-bürokrasi-toplumsal aktörler üçgeninde incelenerek anlaşılabilecek bir süreçtir.[9]



Savaşın ekonomik boyutuna baktığımızda, uzun ve yıpratıcı savaşın getirdiği finansman yükünün, ekonomik kaynakları doğrudan savaşa akıtmak üzere devletin ekonomik alanı daha doğrudan kontrol altına alma eğilimini ortaya çıkardığını ve adına “Milli İktisat” denilen devletçilik politikaları paketine adım atıldığını görmekteyiz. Bu bağlamda ilginç bir uygulama olarak, finansman sıkıntısını giderme doğrultusunda savaşın sonlarına doğru devlet sivil toplumdan borç alma, yani “dahili istikraz” (iç borçlanma) yöntemine baş vurmuş ve halkı buna katılıma teşvik için bir savaş propagandası mantığı çerçevesinde hareket etmişti. Ekonomik bir araç olan iç borçlanma, savaş seferberliğinin neredeyse ayrılmaz bir parçası olarak vazedilmiş ve cephede savaşmayanların buna katılımına ahlaki bir yükümlülük atfedilmeye çalışılmıştı.[10] Ayrıca, seferberlik ve zorla göç ettirmeler nedeniyle Anadolu’daki tarım alanlarında ortaya çıkan işgücü eksikliğini telafi etmek için başta kadınlar olmak üzere cephe gerisinde kalanların emeğinden tarlalarda ve ulaşımda militarist yöntemlerle faydalanılmış, bazı durumlarda ise ordudaki askerlerden oluşturulan çalışma birlikleri tarlalarda çalıştırılmıştı.[11]       


1914-18 yıllarında Anadolu’daki demografik dönüşüm de askeri alanla iç içe incelenebilecek bir diğer önemli örnektir. Cephelerdeki sıkışmışlık hali (bilhassa Sarıkamış yenilgisi sonrası), uzayan savaşın belirsizliği ve cephe performansının cephe gerisindeki “koşulsuz” toplumsal desteğe giderek daha fazla yaslanma gereksinimi bir “iç düşman”ın yaratılmasına da katkıda bulunmuştu. Savaş koşullarında giderek radikalleşen İttihatçı milliyetçiliğin bakış açısından, böylesi bir koşulsuz desteği vermeyeceği düşünülen Anadolu’daki Ermeni nüfus toptan bir “tehdit” olarak algılanmış ve bir nevi “nüfus mühendisliği” projesi içerisinde gerek zorla sürülme ve gerek öldürülme yoluyla bu nüfusun Anadolu’daki fiziksel varlığı büyük ölçüde sonlandırılmıştı.[12] Dolayısıyla, cephelerdeki dış düşman olgusuna cephe gerisindeki iç düşman tanımlamasının eşlik ettiği Birinci Dünya Savaşı, bu açıdan da askeri alanla sivil alan arasındaki ayrımın buharlaşmasına sahne olmuştu.


Ayrıca, genelde zorunlu askerlik sistemi çağındaki savaşlarda, ama bilhassa uzun ve yoğun Birinci Dünya Savaşı deneyimiyle birlikte artık sıradan askerin savaşa dair kendi hikâyesi, yani cephede yaşadığı deneyim bir askeri alan hikâyesi olmaktan çıkıp toplumun gündelik yaşamına sızmaya başlamıştı. Savaş/askerlik hikâyeleri bir toplumun kolektif hafızasının önemli bir parçası haline gelmeye başlamıştı. Savaşların hatırlanması artık bir toplumsal hafıza meselesi haline gelmişti ve toplumsal kültürün bir parçası olmuştu.[13]


            Öte yandan, aslında bu topyekûnlaşma sürecinin izleri, tıpkı Avrupa’da ve başka yerlerde olduğu gibi, 19. yüzyıl ortalarına kadar geri gidilerek sürülebilir. Elbette savaşın endüstriyelleşmesi ve modern devletin altyapısal gücündeki gelişmenin savaş kabiliyetine doğrudan tesiri gibi noktalarda Osmanlı askeri yapısıyla Batı Avrupa’daki askeri deneyimler arasında derin farklardan söz edilebilir. Öte yandan, III. Selim dönemi Nizam-ı Cedid’iyle başlayan ve II. Mahmud döneminde devam eden siyasi merkezileşme çabasının önemli bir ayağı bu siyasal hedefle uyumlu yeni bir ordu modeli inşa etmekti ve bu inşa süreci, gerek zorunlu askerlik sistemine doğru geçişi, gerekse de Avrupa tarzı modern kitlesel ordu anlayışını beraberinde getirmişti.[14] Bu süreç ve çabalar hiçbir zaman pürüzsüz olmamıştır ve altyapısal eksikliklerin yanı sıra zaman zaman ciddi toplumsal dirençlerle de karşılaşmıştır. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda da, artık ekonomik, kültürel ve sosyo-politik boyutların savaşın kendi hikâyesinden izole edilemeyecek denli savaşla entegre olmaya başladığını söylemek abartı olmayacaktır. Bu anlamda, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı savaşlarının tarihsel incelemesi, aynı derecede genişlemesi ve çok-boyutlu olması gereken bir tarihsel perspektifle mümkündür.  


            Kırım Savaşı’nı (1853–56) ele alalım örneğin. Bu, Osmanlı İmparatorluğu, Fransa, Britanya ve sonradan İtalya (Sardunya-Piyemonte) müttefik güçleriyle Rusya arasında cereyan eden çok-cepheli bir savaştı. Kırım Savaşı “uzun 19. yüzyılda” bir nevi dünya savaşları öncesi mini bir dünya savaşıydı. Hem kara hem de deniz muharebeleri içeren savaşın kapsamı ve yoğunluğunun ortaya çıkardığı maliyet Osmanlı finansal sisteminde köklü değişikliklere gidilmesine yol açmıştı. Osmanlı maliyesi tarihinde ilk dış borç alımının Kırım Savaşı’yla başlaması çok bilinen, ama askeri boyutuyla ilişkisi içerisinde yeterince incelenmeyen bir noktadır.[15] Savaş esnasında telgraf ve fotoğraf teknolojisinin kullanılmasıyla savaşla kamuoyu ilişkisi ilk kez bu denli önemli bir biçimde kurulmuştu. Savaş Osmanlı sosyal-gündelik yaşamına da derin tesirlerde bulunmuş ve Tanzimat’la başlayan dönüşümlerin hızlanmasına yol açmıştı.[16] Savaş esnasında İstanbul, Osmanlı egemenliğindeyken ilk kez bu denli yabancı asker ve subayın uğradığı bir şehir olmuştu. Osmanlı ülkesine gelen çok sayıda müttefik Avrupalı asker, diplomat, sağlık elemanı, muhabir vs. ile fiziksel olarak yakınlaşma, zihniyet dünyasında da değişimlere yol açmıştır. Müttefiklik ve toplumsal karşılaşma Osmanlılardaki Avrupalı algısı ve “gâvur” imgesinde, radikal değişiklik olmasa da yumuşamalara yol açmıştı.[17] Savaşın sonucunda ortaya çıkan Islahat Fermanı (1856) ve gayrimüslimler için cizye vergisinin zorunlu askerlik sistemi kapsamı içerisinde “bedel-i askeri”ye dönüştürülmesi ise yine siyasi, askeri ve mali yönleri iç içe geçmiş, dolayısıyla çok-boyutlu incelenmesi gereken diğer önemli meselelerdendir.[18]


            Savaş deneyiminin, çapı giderek genişleyen siyasi, ekonomik ve sosyal baskılar yaratması eğilimine bir başka önemli örnek 93 Harbi olarak da bilinen, 1877–78 yıllarındaki Osmanlı-Rus Savaşı’dır. Bu da tıpkı Kırım Savaşı gibi çok-cepheli ve yüksek maliyetli bir savaştı. Osmanlı tarihindeki önemine rağmen, bu savaşa dair bütünsel ve sentetik bir çalışma hâlâ eksikliği hissedilen bir durumdur.[19] Bu deneyimin pek çok yönü arasında savaşın insangücü boyutu başlı başına incelenebilecek çok-ayaklı bir meseledir. Savaşa giden süreçte, 1876 yılında, Bulgar ayaklanmasına karşı düzenli ordu kuvvetleri yetersiz olan Osmanlı devleti Balkanlar’a iskân edilmiş Müslüman nüfustan (bilhassa Kırım Savaşı esnasında Rus topraklarından göç ettirilen Müslümanlar) “başıbozuk” kuvvetleri oluşturmuş, bunlar da Bulgarlara karşı acımasız yöntemler uygulamıştı. “Gayri nizami” kuvvetlerin kullanıldığı bu “Bulgar trajedisi” Avrupa’da Osmanlı karşıtı kamuoyu oluşturulmasında çokça kullanılmıştı. 93 Harbi’nde (ve sonraki harplerde) artık savaş deneyimine, İngilizce literatürde atrocities deyimiyle tanımlanan, bizde ise “mezalim” başlığı altında toplanabilecek bir şiddet boyutu eklenmişti. Balkan ve Kafkas coğrafyalarında, bölgedeki etnik-dinsel cemaatlerarası bir karşılıklı kırım geleneği ortaya çıkmıştı adeta. Savaş orduların yaptığı bir çarpışma olmanın yanında, yerleşik insan gruplarının etnik-dinsel “farklar” üzerinden mobilizasyon sağlayıp birbirlerine şiddet uygulamaya başladığı bir şiddet boyutu da ortaya çıkarmıştır.[20] Bu paramiliter şiddet, şiddeti cephe zarfı içinde ele almaya eğilimli ve savaş faaliyetini düzenli orduların harekat hikâyesi olarak okumak isteyen konvansiyonel askeri tarih perspektifinin anlamakta zorlanacağı, dolayısıyla enlemesine ve boylamasına farklı katmanları hesaba katacak bir yaklaşıma ihtiyaç duyan bir meseledir.


Girit krizi üzerine patlat veren 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, Osmanlı harp tarihinde görece “dar” kapsamlı bir muamele görmesine karşın aslında savaş-toplum-siyaset ilişkisine yeni boyutlar getirmişti. Bu savaş esnasında, iktidar tarafından kontrol altında tutulan ve yönlendirilen basının yoğun bir propaganda ve seferberlik aracı olarak kullanıldığını görmekteyiz.[21] Savaş için kamuoyu desteği yaratılması ve II. Abdülhamid idaresinin savaşın meşruiyetini sağlama çabaları, savaşların artık toplumsal bir desteği arkasına almadan etkili olamayacağının bir göstergesi olarak okunabilir. Ayrıca, Osmanlı devletinin ileri düzeydeki finansal yetersizliği yüzünden, Girit Muhtacin-i İslamiyesine İane Komisyonu, Tesisat-ı Askeriye İane Komisyonu gibi savaşa sürekli sivil yardım sağlama araçları da bu savaş esnasında göze çarpan ilginç unsurlardandı.[22]


Osmanlı kuvvetlerinin onur kırıcı bir yenilgi yaşadıkları Balkan Savaşı (1912-13) ise sivil-asker ayrımının artık iyice buharlaşmaya başladığı bir savaş olmuştu. Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’nın “provası” olarak nitelendirilmesi yanlış değildir.[23] Balkan Savaşı esnasında, İngilizcede “home front” (yurt cephesi) denilen, bizde ise tam anlamıyla örtüşmese de aynı şeyi ifade eden “cephe gerisi” deyimiyle karşılanan olgu, artık savaş çabasıyla bütünleşme eğilimindeydi. Benzer biçimde, askeri teknik terminolojide askerlik çağındakilerin silah altına çağrılması demek olan “seferberlik” kavramı da artık çok daha genel bir toplumsal süreci betimlemek için kullanılmaya başlamıştı. Askere çağırmanın yanı sıra kamuoyunda savaş için meşruiyet oluşturulması, düşmanın mutlak bir “öteki” olarak kabul ettirilmesi ve sivil toplumdan savaş çabasına her türlü maddi-manevi destek toplanması Balkan Savaşı’yla birlikte Osmanlı toplumunun gündemine tam olarak girmişti. Bu yıllarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle organik bağları olan Osmanlı Donanma Cemiyeti ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti gibi “gönüllü” dernekler, savaşla ilgili ihtiyaçlar için halktan iane (bağış) ve gönüllü toplama kampanyaları gerçekleştirmenin yanı sıra, milliyetçi bir perspektifin şekillendirdiği çok çeşitli basın-yayın etkinlikleriyle savaşı sivil toplumun gündemine sokarak, “sivil toplumun militarizasyonu” diyebileceğimiz bir süreç başlatmışlardı.[24] Ayrıca, Balkan Savaşları, aslında daha önceki savaşlarla başlamış ama görece düşük bir düzeyde cereyan eden, kaybedilen topraklardan Anadolu’ya muhacir akınını çok üst bir boyuta taşıyarak savaşın insani trajedi boyutunu derinleştirmişti.[25] Osmanlı ekonomisi ve toplumsal dokusuna getirdiği yükün yanı sıra, bu muhacir kafilelerinin ortaya çıkardığı sefalet manzaraları, yenilginin getirdiği travmayla da birleşince, Osmanlı toplumunda saldırgan milliyetçiğin tırmanması için uygun bir toplumsal öfke zemini de yaratacaktı.


Balkan yenilgisi, “Neden mülhezim olduk?” şeklinde genel bir durum muhasebesi yapılmasına ve orduda geniş bir yeniden organizasyon hamlesine yol açmıştı.[26] Ama bu sürecin asıl ilginç yönü, askeri mağlubiyetin yol açtığı bu muhasebenin genel bir toplumsal “öz-eleştiri”ye yol açmasıydı. Gerçi bu “öz-eleştiri” sosyal darwinist bir perspetiften yapılmış ve yenilginin nedeni Osmanlı erkeğinin bedenen zayıf düşmesine, kazananların ise bedenen kuvvetli olmasına atfedilmişti. Bu tespit, savaşa her an hazır bir nesil yaratma işinde beden eğitimine militarist bir vurgu yapılmasına yol açmış ve beden eğitimi hem Osmanlı eğitim sisteminin önemli bir parçası haline gelmiş hem de genel olarak sivil hayatın bir parçası haline getirilmeye çalışılmıştı.[27]


 


Kavramın Sınırları   


 


Aslında topyekûn savaş kavramı modern dönemde savaş-toplum ilişkisini çok-boyutlu incelemede ve kurgulamada bize yardımcı olacak kavramsal bir araçtan (İng. heuristic tool) fazla bir şey değildir. Ama bu kavramsal aracın bir “üst anlatı”ya (İng. master narrative) dönüşme riski de yok değildir. Bağlamdan ve ampirik zeminden kopulduğunda savaşların hikâyesini neredeyse önceden belirleyen ve onu nereye ulaşacağı belli düz-çizgisel bir tarih çizgisine oturtan bu riskli durumdan haberdar olunmalıdır. Weberci sosyolojik metodoloji kaynaklı bir ideal tip olarak topyekûn savaş kavramı, gerçekleşmiş ve pratiğe aktarılmış (olgunlaşma süreci tamamlanmış) bir olguyu, vücut bulmuş bir ideal tipi ifade etmez; belki asla tam olarak gerçekleş(e)meyecek/sonlanmayacak bir sürecin ampirik incelemesine bir nevi rehberlik işlevi görür. Aslında hiçbir savaş tam anlamıyla topyekûn olamaz. Ama kavram bize 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren savaşların yoğunluk ve kapsamının nasıl bir genişleme eğilimi içine girdiğini, askeri olanla ekonomik ve toplumsal olanın nasıl iç içe geçtiğini görmede yardımcı olur.[28]


                Böylesi bir üst anlatı tarihçiyi, savaş deneyiminin toplumsal seferberlikteki gücünü abartma hatasına itebilir. Topyekûnlaşan savaşın kusursuz bir toplumsal seferberlik yaratabileceği yanılgısı, genelde savaşa ve özelde de seferberliğin kendisine yönelik toplumsal direnç boyutunu göremememize ya da görmezden gelmemize yol açabilir. Savaşın aktörlerini pasif edilgenler olarak görmek de bu yanılgının diğer bir ayağıdır. Oysa bu, bu kısa tartışmada savunduğumuz şeyin tam tersini, yani tarihsel perspektifimizi genişletmeye yarayacak bir kavramsal çerçevenin bizzat onu daraltmasını beraberinde getirir. Topyekûnlaşmaya direnç de aslında topyekûnlaşma sürecinin bir parçasıdır. Bu bilhassa Osmanlı Birinci Dünya Savaşı deneyimi için hassas bir noktadır. Zira örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı seferberlik sürecinde Osmanlı devletinin altyapısal zayıflıkları yüzünden hedeflenenlerin çoğu kez başarılamamasının yanı sıra, savaşın doğrudan muhatabı askerlik çağındaki insanların da, savaş uzadıkça, celbe icabet etmeme ya da askerdeyken doğrudan firar etme gibi yöntemlerle seferberliğe önemli bir direnç gösterdiğine tanık olmaktayız. Firar sorunu bilhassa savaşın son yılında çok yoğunlaşmış ve Osmanlı savaş performansını zayıflatan önemli etkenlerden biri olmuştur. Dört yıllık savaş boyunca, çok çeşitli nedenlerle savaş deneyimine firar yoluyla katılmayı reddeden ve toplam yaklaşık 500.000 firari mevcuttur ve bu da toplam askere alınan sayısının neredeyse yaklaşık yüzde 17’si gibi devasa bir sayıdır.[29]


            Topyekûn savaş kavramı savaş deneyiminin kültürel-ideolojik ilişkilere etkisi noktasında da, tek bir dönüşümü genelleştirme eğilimi savaşa aşırı dönüştürücü bir güç atfetme hatası yaratabilir. Mesela, Birinci Dünya Savaşı’nda işgücü telafisi için kadın emeğinin seferber edilmesi, mevcut geleneksel ve ideolojik patriarkal ilişkilerde de bir dönüşüm ortaya çıkarmak zorunda olmamıştır ve aslında zaten bunu yapmak da istememiştir. Tersine, savaş deneyimi toplum cinsiyetteki mevcut ideolojik ayrımları daha da derinleştirebilmiştir. Mesela Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı toplumunda, Osmanlı Genç Dernekleri gibi askerlik çağı öncesi okulsuz genç erkek nüfusu militarist bir eğitime tabi tutmayı amaçlayan uygulamaların ortaya çıkardığı söylem ve pratik savaşın bir “erkek/erkeklik” işi olduğunu vurgulamış, kadının “asker annesi” şeklindeki geleneksel-ideolojik rolü daha da pekiştirilmiştir.[30]   


           


                        General Erich Ludendorff 
 Son olarak, topyekûn savaş kavramıyla ilgili daha farklı bir başka sorun ise tarihyazımının dışında çok farklı politik söylemlerin kavrama başka anlamlar atfedebilmesidir. Örneğin, savaşın kaçınılmazlığı gibi sosyal darwinist/militarist bir perspektife göre, savaşın topyekûnlaşması askeri politikanın önceliğini haklılaştırma ve toplumun bütün unsurlarıyla, gerektiğinde otoriter yöntemlerle savaşa hazır tutulması gibi bir “milli güvenlik ideolojisi”ni gerekçelendirmeye yarayabilir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da General Erich Ludendorff gibi militarist tiplerin yaklaşımında böylesi bir kullanım göze çarpar. Ludendorff’a göre Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi Alman toplumunun topyekûn savaş ruhuna yeterince uymamasından ileri geliyordu. Dolayısıyla güçlü bir önderlik etrafında kenetlenecek Alman toplumu topyekûn savaş için tüm kaynaklarını her an seferber edebilecek bir hazırlık içinde olmalıydı.[31] Bu elbette belli bir siyasi-ideolojik duruşun bakışıdır ve doğru kabul edilmek zorunda değildir. Tam tersi, savaşın topyekûnlaşmasının tarihi bu militarist görüşü olumsuzlayacak örneklerle de doludur. Bir kere, Stig Förster’in belirttiği gibi, topyekûn savaş artık “topyekûn zafer” üretmeyen bir savaş dönemi başlatmıştır.[32] Savaşlarda ödenen bedelleri telafi edecek bir savaş kazanımı bulmak giderek zorlaşmıştır. Topyekûn savaş çağında savaşların “kesin kazanan” üretemeyeceğini, endüstriyel savaşın ve zorunlu askerlik sisteminin savaşan taraflar arasında bir pat durumu yaratıp savaşı uzatma olasılığının çok yüksek olduğunu ve aslında savaşların uluslararası politik sorunları çözmek bir yana, sebep olunan korkunç yıkıma rağmen onları çok daha çetrefilleştirdiğini somut analizlere dayanarak ileri sürebilir ve Ludendorff gibi savaş yücelticilerine savaş karşıtı bir argüman ileri sürebiliriz. 


 


Mehmet Beşikçi, Yıldız Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü öğretim üyesidir.


 


**  ( Bu yazı Toplumsal Tarih Dergisi’nin Haziran 2010 sayısında yayınlanmış, yazarın ve dergi editörünün izniyle sitemize konulmuştur.T.Y)








[1] Falif Rıfkı Atay, Ateş ve Güneş, 2. baskı (İstanbul: Pozitif Yayınları, 2009) (Eserin orijinali ilk kez 1918 yılında yayınlanmıştır).


[2] Topyekûn savaş kavramını kullanarak savaş ve toplumsal değişim ilişkisi üzerine kafa yoran öncü tarihçiler arasında Arthur Marwick zikredilmelidir. Bkz. Arthur Marwick, War and Social Change in the Twentieth Century: A Comparative Study of Britain, France, Germany, Russia and the Unite States (Londra: Macmllan, 1974); Arthur Marwick, “Problems and Consequences of Organizing Society for Total War”, Mobilization for Total War: The Canadian, American and British Experience, 1914-18, 1939-1945 içinde, N. F. Dreisziger (yay. haz.) (Waterloo, Ontario: Wilfrid Laurier University Press, 1981), s. 1-21. 


[3] David A. Bell, The First Total War: Napoleon’s Europe and the Birth of Warfare as We Know it (New York: Mariner Books, 2007). 


[4] Stig Förster, “Introduction”, Roger Chickering ve Stig Förster (yaz. haz.), Great War, Total War: Combat and Mobilization on the Western Front, 1914-1918 (Cambridge: Cambridge University Pres, 2000), s. 3. Ayrıca bkz. Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, çev. Şiar Yalçın (İstanbul: May Yayınları, 1975). Savaş Üzerine Clausewitz tarafından 1816 ile 1830 yılları arasında kaleme alınmış ve yazarının ölümünden sonra eşi tarafından ilk kez 1832 yılında yayınlanmıştır.


[5] Alman ve Amerikan topyekûn savaş deneyimlerini karşılaştırmalı ele alan önemli bir kaynak için bkz. Manfred F. Boemeke, Roger Chickering ve Stig Förster (yay. haz.), Anticipating Total War: The German and American Experiences, 1871-1914 (Cambridge: Cambridge University Press, 1999).


[6] 1905 Japon-Rus Savaşı’na dair bkz. David Wolff vd. (yay. haz.), The Russo-Japanese War in Global Perspective (Leiden: Brill, 2007); Rotem Kowner (yay. haz.), The Impact of the Russo-Japanese War (Londra ve New York: Routledge, 2007); Selçuk Esenbel, “1904/05 Rus-Japon Savaşı”, Toplumsal Tarih, no. 176 (Ağustos 2008), s. 69-71.


[7] Förster, “Introduction”, s. 7.


[8] Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı deneyiminin pek çok yönünü ayrıntılı bir değerlendirmeye tabi tutmaya çalışan yeni bir kaynak için bkz. Stanford J. Shaw, The Ottoman Empire in World War I, 2 cilt (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006). Savaşın tamamıyla askeri boyutuna askeri bir gözle odaklanan, ama derli toplu bir anlatı sunan bir çalışma için bkz. Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War (Westport, Connecticut: Greenwood Press, 2001). Ayrıca aynı yazarın, Ottoman Army Effectiveness in World War I: A Comparative Study (London: Routledge, 2007) [Bu eserlerin Türkçe çevirileri için bkz. Size Ölmeyi Emrediyorum: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, çev. Tanju Akad (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003); Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu: Çanakkale, Kütü’l Amare ve Filistin Cephesi, çev. Kerim Bağrıaçık (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2009)].


[9] Seferberlik deneyiminin analizi için bkz. Mehmet Beşikçi, Between Voluntarism and Resistance: The Ottoman Mobilization of Manpower in the First World War (Doktora tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2009).


[10] Birinci Dünya Savaşı Osmanlı deneyiminin ekonomik boyutu görece daha fazla çalışılmıştır. Bkz. Zafer Toprak, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi: Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik, 1914-1918 (İstanbul: Homer Kitabevi, 2003); Şevket Pamuk, “The Ottoman Economy in World War I”, Stephen Broadberry ve Mark Harrison (yay. haz.), The Economics of World War I içinde, (Cambridge: Cambridge University Press, 2005), s. 112-136.


[11] Farklı bölgelerdeki uygulamalar için daha ayrıntılı yeni çalışmalara ihtiyaç duyulan bu konudaki bir çalışma için bkz. Tuncay Öğün, Kafkas Cephesi’nin I. Dünya Savaşı’ndaki Lojistik Desteği (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1999).


[12] Bu konuda yeni çalışma sayısı giderek artmaktadır.  Mevcut kaynaklara yönelik rehber bir çalışma için bkz. Candan Badem (yay. haz.), Türk-Ermeni Sorunu Bibliyografyası: Kitaplar, Makaleler, Tezler (İstanbul: Aras Yayıncılık, 2007). Bu kaynağın 2007’den sonra çıkan çalışmaları içermek üzere güncellenmesi gerekmektedir.


[13] Bu konudaki klasikleşmiş çalışmalardan biri olarak bkz. J.M. Winter, Remembering War: The Great War between Memory and History in the Twentieth Century (New Haven: Yale University Press, 2006).


[14] Osmanlı askeri sisteminde bu boyutları içeren yeniden yapılanma hamlesinin eleştirel bir analizi için bkz. Gültekin Yıldız, Neferin Adı Yok: Zorunlu Askerliğe Geçiş Sürecinde Osmanlı Devleti’nde Ordu, Toplum ve Siyaset, 1826-1839 (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2009).  Ayrıca, bu süreci 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başı savaşlarıyla ilişkilerini irdeleyerek anlatan kapsamlı bir çalışma için bkz. Virginia H. Aksan, Ottoman Wars: An Empire Besieged, 1700-1870 (Harlow: Longman, 2007) [Türkçe çevirisi için bkz. Virginia H. Aksan, Osmanlı Harpleri: Kuşatılmış Bir İmparatorluk, 1700-1870, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2010)]. Arşiv belgelerine dayalı bir başka çalışma için bkz. Veysel Şimşek, Ottoman Military Recruitment and the Recruit: 1826-1853 (Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2005).


[15] Bu duruma yeni tarihli bir istisna olarak bkz. Candan Badem, The Ottoman Crimean War, 1853-1856 (Leiden: Brill, 2010). Badem’in çalışması, savaşın sosyal, mali ve askeri yönlerini sentetik olarak işlemesi açısından dikkate değerdir.


[16] Candan Badem, “Kırım Savaşı’nın Osmanlı Toplumsal Yaşamına Etkileri”, Toplumsal Tarih 133 (Ocak 2005), s. 64-71.


[17] Badem, “Kırım Savaşı’nın Osmanlı Toplumsal Yaşamına Etkileri”.


[18] Osmanlı gayrimüslimlerinin zorunlu askerlik hikâyesinin yasal mevzuat ağırlıklı bir incelemesi için bkz. Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrimüslimlerinin Askerlik Serüveni (İstanbul: Simurg, 2000)


[19] Savaşın Balkan Cephesi’nin muharebe tarihçiliği açısından görece derli toplu bir anlatımı için bkz. H. Hikmet Süer, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi Balkan Cephesi (Ankara: Genelkurmay Basımevi, 2004).


[20] Bu konuda ilginç gözlemler ve bilgiler içeren bir kaynak için bkz. James J. Reid, Crisis of the Ottoman Empire: Prelude to Collapse, 1839-1878 (Stuttgart: Steiner, 2000).


[21] Mehmet Oytun Yılmaz, The 1897 Greko-Ottoman War (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2003), s. 78.


[22] Yılmaz, “The 1897 Greko-Ottoman War”, s. 100.


[23] Bkz. Zafer Toprak, “Cihan Harbi’nin Provası Balkan Harbi”, Toplumsal Tarih, no. 104 (Ağustos 2002), s. 44-51; Richard C. Hall, The Balkan Wars: Prelude to the First World War (Londra: Routledge, 2000). Aslında çoğul ifade kullanılarak Balkan Savaşları demek de doğrudur, zira yaşanan iki parçalı bir savaştı.


[24] Bkz. Mehmet Beşikçi, The Organized Mobilization of Popular Sentiments: The Ottoman Navy League, 1909-1919 (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1999); Nadir Özbek, “Defining the Public Sphere during the Late Ottoman Empire: War, Mass Mobilization and the Young Turk Regime (1908-18)”, Middle Eastern Studies, cilt 43, no. 5 (Eylül 2007), s. 795-809.


[25] 1912 ile 1920 arasında Anadolu’ya akan toplam muhacir sayısı bir kaynağa göre 413.922’dir. Bkz. Justin MacCarthy, Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 (Princeton: The Darwin Press, 1995), s. 161. 


[26] Bu muhasebenin “içeriden” bazı örnekleri için bkz. Elif [ Ali İhsan Sabis ], Balkan Harbinde Neden Münhezim Olduk? (İstanbul: Kitabhane-i İslam ve Askeri, 1329/1913); Tüccarzade İbrahim Hilmi, Balkan Harbi’nde Askeri


Mağlubiyetlerimizin Esbâbı (İstanbul: Kitabhane-i İslam ve Askeri, 1329/1913); Selânikli Bahri, Balkan Harbi’nde Garb Ordusu (İstanbul: Çiftci Kitabhanesi, 1331/1915).


[27] Bu konuda bkz. Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor,


(İstanbul: İletişim Yayınları, 2004); Y. Tolga Cora, Constructing and Mobilizing the ‘Nation’ through


Sports: State, Physical Education and Nationalism under the Young Turk Role, 1908-1918 (Yüksek Lisans Tezi, Central European University, 2007).


 


[28] Topyekûn savaş kavramının doğru ve yanlış kullanımına dair eleştirel bir yazı için bkz. Roger Chickering, “Total War: The Use and Abuse of a Concept”, Boemeke, Chickering ve Förster, Anticipating Total War içinde, s. 13-28. 


[29] Bkz. Erik Jan Zürcher, “Between Death and Desertion: The Experience of Ottoman Soldier in World War I”, Turcica 28 (1997), s. 235-258; Erik Jan Zürcher, ““Osmanlı’nın Son Döneminde Asker Kaçaklığı”, Özgür Heval Çınar and Çoşkun Üsterci (yay. haz.), Çarklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler içinde (İstanbul: İletişim Yayınları, 2008); Mehmet Beşikçi, “Birinci Dünya Savaşı’nda Devlet İktidarı ve İç Güvenlik: Asker Kaçakları Sorunu ve Jandarmanın Yeniden Yapılandırılması”, İsmet Akça ve Evren Balta Paker (yay. haz.), Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti içinde (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010).


[30] Bkz. Mehmet Beşikçi, “Militarizm, Topyekun Savaş ve Gençliğin Seferber Edilmesi: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nda Paramiliter Dernekler”, Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar 8 (Bahar 2009), s. 49-92. Benzer bir argümanı Alman deneyimi bağlamında dile getiren bir çalışma için bkz. Jean H. Quataert, “German Patriotic Women’s Work in War and Peace Time, 1864-90”, Stig Förster ve Jörn Nagler (yay. haz.), On the Road to Total War: The American Civil War and the German Wars of Unification, 1861-1871 içinde (New York, 1997), s. 449-477.


[31] Erich Ludendorff böylesi militarist görüşlerini Der totale Krieg (Topyekun Savaş) adlı eserinde dile getirmiştir. Eserin İngilizce çevirisi için bkz. The Nation at War, A.S. Rappoport (Londra: Hutchinson, 1936).


[32] Förster, “Introduction”, s. 8.

29.115 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir