GELİBOLU’YU ANLAMAK

25 Nisan 1915 Çıkarmaları Sırasında (Ertuğrul ve Tekke Koyları ile Arıburnu Sahillerinde) Türklerin Makineli Tüfekleri Var Mıydı?(1.Bölüm) (Gürsel Akıngüç)

 


Çanakkale Kara Muharebeleri Tarihi’ni araştıranlar açısından, bu güne kadar üzerinde uzlaşmaya varılamamış konulardan biri de 25 Nisan 1915 Pazar sabahı çıkarmaların yapıldığı sahillerin bazılarında, Türklerin makineli tüfeklerinin olup olmadığı ve bu silahların çıkarmaların akıbeti üzerinde ne şekilde etki ettiği konusudur.


 


Bu konu, bilhassa İngiliz tarafının iddiaları üzerine ortaya çıkmıştır. İngilizlerin bu yöndeki iddiaları ise özellikle Ertuğrul Koyu, Tekke Koyu ve Arıburnu sahillerine hâkim mevzilerde, Türklerin toplamda “10 adet” makineli tüfekleri olduğu doğrultusundadır.


 


25 Nisan 1915 sabahında Gelibolu Yarımadası’nın güney kesimindeki muhtelif sahillere yönelik çıkarmalar başlarken, çıkarmaların yapıldığı bölgelerde mevzilenmiş Türk savunucuların makineli tüfeklere sahip oldukları ve bu silahların varlığının İngiliz Ordusu’nun başarısızlığında başlıca etken olduğu iddiaları, bilhassa İngiliz kökenli yazarlarda bugün dahi sürdürülen bir gelenek halini almıştır.


 


Israrla sürdürülen bu geleneğin son örneği olarak gösterebileceğimiz, Türkçe çevirisi Kitap Yayınevi tarafından Şubat 2009’da yayınlanan, Peter Williams adındaki yazar tarafından yazılmış “Çanakkale Savaşı, Kanlısırt Muharebesi, 25 Nisan 1915” adlı eser, yukarıda ifade ettiğimiz geleneğin devam ettiğinin basit bir göstergesi niteliğindedir.


 


Gerek Peter Williams’ın, gerekse diğerlerinin ortaya attığı tezlerin, gerçeklerle bağdaşmayan abartılı hali, tarihin içinde varlığını sonsuza kadar sürdürecek olan gerçekleri çarpıtmak konusunda, yetersiz kalmaya mahkûmdur.


 


Yukarıda adı geçen şahsın iddialarına bu çalışmanın bütününde olduğu gibi, son bölümünde de ayrıca cevap verilecektir. Ancak bu konuda asıl şaşkınlık yaratan;  C. F. Aspinall – Oglander, Charles Bean veya Robert Rhodes James gibi mutlaka ciddiye alınması gereken yazarların da aynı iddianın peşine takılmış olmalarıdır.


 


Bizim açımızdan şaşkınlıkla karşılanan bu konudaki asılsız iddiaların, İngilizlerin beraberlerinde getirip, kendi ordularının bir parçası olarak Çanakkale Cephesi’nde karşımıza çıkarttıkları Avustralya, Yeni Zelanda, İrlanda, İskoçya, Kanada, Hindistan, Nepal, Pakistan gibi ülkelerin insanlarında ve bu insanların ülkelerindeki kamuoylarında oluşabilecek yenilgi psikolojisini, bir nebze olsun hafifletmek amacıyla ortaya atılmış olduğu düşünülmektedir.


 


Bu yönde düşünmemizi gerektirecek en önemli ayrıntı, “üzerinde güneş batmadığı” iddia edilen İngiliz İmparatorluğu’nun ne denli etkin bir devlet olduğu konusunda, bilhassa sömürgelerini oluşturan topraklarda yaşayan insanların kafalarında oluşabilecek soru işaretlerini bertaraf etmek gayreti olarak görülebilir.


Oysa bütün yalınlığı ile tarihin içinde varlığını sürdüren her türlü gerçek, elbette ki bir gün gözler önüne serilecektir.


 


Aslında bütün bu gerçeklerin gözler önüne serilmesi, insanlık ailesini oluşturan bütün milletlerin geçmişten alacakları derslere vesile ve belki de gelecekte bir gün, ebedi barışın kurulmasında en başta gelen amil olacaktır. 


 


Milletlerin silahlı gücünü temsil eden orduların muharebe meydanlarında hesaplaşmaları sonucu ortaya dökülenler, Çanakkale Muharebeleri özelinde incelendiğinde karşımıza dikilen en çarpıcı gerçek, aşağıda yer alan ifadeler çerçevesinde irdelenebilir.


 


20’nci Yüzyılın başlarında dünyanın süper gücü olan İngiltere, aynı dönemin hasta adamı olarak nitelenen Osmanlı Devleti ile nihai bir hesaplaşmanın içine girdiğinde, kendi adına her şeyin çok kolay olacağının hesabı içindedir. Her şeyin çok kolay olacağı inancı dâhilinde yapılan planlar, öncelikle Çanakkale’de ters tepmiş, sonrasında ise Türk İstiklal Savaşı’nda bütünüyle boşa çıkmıştır. Bu durum; İngiliz çıkarları doğrultusunda Anadolu ve Boğazlar coğrafyası üzerindeki Türk varlığını bütünüyle yok etmenin hesaplarını yapanların ve söz konusu hesapları “SEVR” ile belgeleyenlerin, Anadolu insanının bütün unsurlarıyla ana vatanını savunma azmini gösterebileceği olasılığını hesaba katmama aymazlığından başka bir şey değildir.


 


Çanakkale Cephesi’nde Kara Muharebeleri’nin kırılma anlarını oluşturan çıkarmalar sırasında İngiliz Ordusu’nun yaptığı büyük hatalar, İngilizlerin aymazlıkları konusundaki örneklerden sadece biridir.


 


Birinci Dünya Savaşı süresince Türk Ordusu’nun Alman çıkarları doğrultusunda yönetilip, yönlendirilmesi yerine İttihat ve Terakki Partisi’nin lider kadrosu tarafından o dönemde yeterince değerlendirilmemiş ulusal çıkarlar ön planda tutulmuş olsaydı, Osmanlı Devleti adına bu büyük savaş ne şekilde sonuçlanırdı sorusuna verilecek cevaplar farklı boyutlarda olabilirdi..


 


Ancak böyle bir tartışma gündeme getirildiğinde ortaya konulması gereken en çarpıcı gerçek, tamamen ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetilip, yönlendirilen Türk İstiklal Savaşı’dır diyebiliriz.


 


Kısacası burada biraz olsun aralamak istediğimiz konu; Almanya’nın savaşı yerine, sadece kendi savaşını sürdüren bir iradenin, ilk seçeneği tercih edenlere göre kesinlikle başarılı olduğu konusudur.


 


Bu konuda karşı tezler ileri süreceklere tavsiyemiz ise sahip oldukları düşünceleri ortaya atmadan önce, Birinci Dünya Savaşı süresince Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne sağladığı desteğin ne ölçüde olduğunu araştırmalarıdır.


 


Özetle söylemek gerekirse Çanakkale örneği şu gerçeği göstermiştir: Çanakkale Cephesi’nde çarpışan Türk kuvvetleri, bilhassa Kara Muharebeleri’nin başlangıç evrelerinde çeşitli kademedeki Alman komutanlar tarafından yapılan hatalı değerlendirmeler paralelinde yanlış sevk ve idare edilmemiş olsalardı, bugün Çanakkale Muharebeleri’nin tarihi çok farklı okunuyor olabilirdi.


Çanakkale’de Türk askerinin mutlak ölümle sonuçlanacak hareketler karşısında takındığı umarsız tavrın altında yatan inanç, o dönemin süper gücünü dize getirmiş, ancak bunun bedeli bir kez daha vurgulamak gerekirse; Alman komutanlar tarafından yapılan hatalı değerlendirmeler paralelinde yanlış sevk ve idare sonucunda ağır ödenmiştir.


 


Buna karşılık Çanakkale Cephesi’nin mağlubu İngiltere’nin en ciddi otoritelerinin ağzından ortaya attığı çeşitli iddialardan biri olan ele aldığımız bu konu, daha önce de değindiğimiz gibi, İngiliz Ordusu’nu yönetenlerin yaptığı ve muharebeleri kaybetmelerine yol açan hataları, biraz olsun üzerini örtme çabasından başka bir şey değildir.


 


Böyle bir çabanın gerekçesi de süper güç İngiltere’nin zaafları olarak ortaya çıkan sonuçların, zaaf şeklinde algılanmasını engelleme çabaları olarak değerlendirilmelidir.


 


 


İngilizler Tarafından Ortaya Atılan İddialar ve Değerlendirmeler


 


Öncelikle bu konuda ortaya atılan İngiliz iddialarının ne şekilde ifade edildiğine bakmak gerekir.


 


Çanakkale Muharebeleri hakkında İngiliz resmi tarihini yazmış olan General C. F. Aspinall – Oglander tarafından makineli tüfekler konusundaki iddialar şu şekilde anlatılmaktadır:


 


—Tepelerde küçük delik ve kovuklarda saklı, hiç değilse iki makineli tüfek esas engel tertibatını, yan ateşine alıyordu. (1)


 (Tekke Koyu – “W” Sahili)


 


—…merkezde ve her iki cenahtaki binaların arasına da sahile karşı bir makas ateşi meydana getirmek üzere hiç değilse dört tane makineli tüfek konulmuştu. (2)


(Ertuğrul Koyu – “V” Sahili)


 


Söz konusu iddiaların asıl kaynağı olarak, İngiliz 29’uncu Tümen’ine bağlı 86’ncı Tugay’ın komutanı olan Tuğgeneral Hare gösterilmektedir. Bu iddialar, özellikle konuyla ilgili bütün İngiliz kaynaklı eserlerde yer almakta ve daha öncede ifade edildiği gibi günümüzde dahi devam etmektedir.


 


Bu noktada öncelikle, o dönemdeki Türk Ordusunun teşkilat yapısını incelemek gerekmektedir.


 


Türk Ordusu; 1913 yılının ikinci yarısında sona eren Balkan Savaşları’nın özellikle ilk evresinden umulmadık ağır bir yenilgi alarak çıkmıştır. “Birinci Balkan Savaşı” olarak nitelenen muharebelerde uğranılan yenilgi sonucunda ordunun yeniden yapılandırılıp, teşkilatlandırılması ve eğitilmesi yönünde kararlar alınmıştır. Bu yönde alınan kararlar ise, Aralık 1913’te ülkemize gelen Alman Askeri Islah Heyeti’nin faaliyetlerine başlaması ile birlikte, titizlikle uygulamaya konulmuştur.


O dönemdeki Türk Ordusu’nun yeniden yapılandırılıp, teşkilatlandırılması ve eğitilmesi programı dâhilinde neler yapıldığı ile ilgili olarak başvurulan kaynak; Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, 3. Cilt, 6. Kısım (1908 – 1920) isimli eserdir.


 


Sözü edilen eserin 113. sayfasının üçüncü paragrafında, makineli tüfeklerin Kara Kuvvetleri teşkilatındaki yeri hakkında şu ifadelere rastlamaktayız:


 


“Kabulü kararlaştırılan yeni teşkilatla önceden olduğu gibi her piyade alayının üçer taburlu ve taburların dörder bölüklü olması ve her alaya dörder tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğü verilmesi esastı”.


 


Yukarıda belirtilenler, Çanakkale Muharebeleri sırasında görev yapmış bazı komutanlarımızın anılarında yer alan ifadeleri de doğrular niteliktedir. Örneğin 27’nci Alay Komutanı Yarbay Mehmet Şefik’in (AKER) anılarında yer alan şu ifadeler gibi;


 


“O zamanlarda yalnız alaylarda, dört tüfekten oluşan birer makineli tüfek bölüğü vardı. Bu sebepten taburlarda ne hafif ne de ağır hiçbir makineli tüfek yoktu.” (3)


 


Oysa Oglander ve O’nun gibi düşünenlerin iddialarına göre Türkler, Ertuğrul ve Tekke Koyları’na toplam “altı adet makineli tüfek” mevzilendirmişlerdi. Bu türden bir iddiayı ortaya atanlar, söz konusu altı adet makineli tüfekle yetinmemişler, Arıburnu sahillerine de Türkler adına “dört adet makineli tüfek” daha yerleştirmişlerdir. İddia sahipleri, Türklerin ancak bu silahlar sayesinde Ertuğrul ve Tekke Koyları ile Arıburnu sahillerindeki çıkarmaları sekteye uğratabildiğine inanmaktadırlar.


 


Kısacası denilmektedir ki 25 Nisan 1915 sabahında Türklerin Ertuğrul ve Tekke Koyları ile Arıburnu’nda gösterebildikleri direnişin bütün sırrı, bu sahillere yerleştirdikleri toplam on adet makineli tüfektir.


 


Bir başka deyişle; Çanakkale Kara Muharebeleri’nin kaderini etkileyen kırılma anlarını oluşturan sahillerde verilen ilk muharebeler sırasında Türk tarafının gösterdiği inatçı direniş, İngiliz iddialarına konu olan bu silahlar sayesinde gerçekleşmiştir.  İngiliz kaynaklarında kimi zaman ima yoluyla dile getirilen bu durum olmasaydı, İngilizler ilk 24 saat içinde ele geçirmeyi planladıkları hedeflerine ve dolayısıyla nihai zafere rahatça ulaşırlardı.


 


İngilizler tarafından iddia edilenler doğrultusunda daha geniş bir açıdan düşünürsek, aşağıda ifade edildiği şekilde bir sonuca varmamızın, mantıkla bağdaşmayacak herhangi bir yanı yoktur, diyebiliriz.


 


Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatını değiştiren, Rus Çarlığı’nın yıkılmasına neden olan, Sovyetler Birliği’nin kurulmasına yol açan, emperyalizme karşı tarihteki ilk topyekûn ulusal bağımsızlık mücadelesi olan Türk İstiklal Savaşı’nın esin kaynağını oluşturan, bu şanlı direnişin önderini tarih sahnesine çıkartan, sonuçları itibariyle dünya tarihinin şekillenmesinde büyük rol oynayan Çanakkale Muharebeleri’nin kaderini derinden etkileyen, Türklerin sahip olduğu iddia edilen on adet makineli tüfektir.


“Makineli Tüfek Hikâyesi” olarak ortaya atılan iddiaların mantığına daha farklı açıdan baktığımızda ortaya çıkan bu tür sonuçlar, genelde bizleri şaşırtacak nitelikte olabilir. Ancak bu durum; duygusal öğeleri ağır basan doğu kültürünün yarattığı insan tiplemelerine uygun insanlarla, mantık öğeleri ağır basan batı kültürünün yarattığı insan tiplemelerine uygun insanlar arasındaki zihniyet farkı olarak vurgulanabilir.


 


 


— x —


 


 


Yaşananların Özeti


 


25 Nisan 1915 gününün sabah saatlerinde (saat 04.30 ve 06.00’da olmak üzere iki ayrı zamanda) başlatılan çıkarma harekâtının ağırlığı, Gelibolu Yarımadası’nın güney ucundaki Seddülbahir bölgesi civarındaki sahillerde yoğunlaşacak şekilde planlanmıştı.


 


Bu plan doğrultusunda (Kumkale Çıkarması dâhil, gösteri çıkarmaları hariç) toplam yedi ayrı noktada başlatılan çıkarmalardan beş tanesinin, Gelibolu Yarımadası’nın güneyindeki Seddülbahir bölgesi civarındaki sahillerde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür.


 


Söz konusu sahillere, (“Y” kodu verilen Pınariçi Koyu’na yapılan ve saat 04.30’da başlayan, baskın tarzındaki çıkarma hariç) eş zamanlı olarak planlanan çıkarma harekâtı, stratejik anlamda saat 04.30’da Kabatepe kuzeyindeki sahillere yönelik baskın tarzındaki Anzak çıkarmasıyla koordineli olduğu gibi, taktik anlamda da kendi içinde koordinelidir. Gelibolu Yarımadası sahillerine yönelik bütün bu çıkarma harekâtlarının tamamının asıl hedefi ise Kilitbahir Platosu’dur.


 


Seddülbahir bölgesi civarında belirlenen beş ayrı çıkarma noktası; Morto Koyu (“S” sahili), Ertuğrul Koyu (“V” sahili), Tekke Koyu (“W” sahili), İkiz Koyu (“X” sahili) ve Pınariçi Koyu (“Y” sahili) olarak belirlenmiştir. Bu koylardan Ertuğrul ve Tekke Koyları, çıkarma harekâtının sıklet merkezi olarak seçilmiş, asli taarruz bölgeleridir.


 


Akdeniz Seferi Kuvvetler Başkomutanlığı’nın harekât hakkındaki öngörüsü ise şöyledir: “S”, “V”, “W”, “X” ve “Y” sahillerinde karaya çıkartılacak kuvvetlerden “S”, “X” ve “Y” sahillerine çıkanlar, harekât alanının sağ ve sol kanatlarını emniyete alacaklardır. “V” ile “W” sahillerine çıkartılacak asıl unsurlar ise, merkezdeki Türk direnişini bir hamlede söküp attıktan sonra, durmaksızın Kirte Köyü (Alçıtepe Köyü) istikametinde, 5’inci Ordu Komutanı Liman Von Sanders’in savunma anlayışına göre derinlikte boş bırakılmış arazi üzerinde ileri harekâta devam edeceklerdir.


 


25 Nisan 1915 akşam saatlerinde, merkezdeki kuvvetler ile kanatlarda yer alanlar Kirte Köyü civarında birleşecekler ve yeniden düzenlenip akabinde yapacakları gece taarruzu ile Alçı Tepe’yi ele geçireceklerdir. Sonrasında ise, (aynı şekilde belirlenen zaman içinde hedeflerine varacağı umulan) kuzeydeki Anzak kuvvetleri ile birlikte, Kilitbahir Platosu’nun ele geçirilmesine yönelik harekâta devam edilecektir.


Kilitbahir Platosu ele geçirildiği takdirde, kara harekâtı amacına ulaşmış olacak ve Çanakkale Boğazı kontrol altına alınabilecektir. Böyle bir planın başarılı olabilmesi için öncelikli şart; Ertuğrul ve Tekke Koyları’nı savunan Türk birliğinin, bir hamlede ve en kısa sürede savunduğu mevzilerden sökülüp atılması veya imha edilmesidir.


 


 


                              
Akdeniz Seferi Kuvvetler Başkomutanı General Ian Hamilton’ın kurmayları tarafından hazırlanan ve 25 Nisan 1915 sabahında uygulamaya konulanKilitbahir Platosu’nu ele geçirmeye yönelik Taarruz Planı’nın ana hatları.


 



Ancak yaşananlar göstermiştir ki söz konusu “öncelikli şart” yerine getirilememiş ve İngilizlerin büyük umutlar bağladığı “Gelibolu Harekâtı”, kendileri için büyük bir hayal kırıklığı olarak tarihe yazılmıştır.


 


İngilizler’in hazırladığı ve müttefikleri Fransa ile birlikte gerçekleştirmeye çalıştıkları planların, umutlarının ve hayallerinin sonunun ne olacağını ise aslında avuç içi kadar bölgelerden ibaret olan Ertuğrul ve Tekke Koyları’nın yamaçlarında, Ay Tepe’de, Gözcübaba Tepesi’nde, Harapkale Tepesi’nde, Seddülbahir Köyü’nün sokaklarında ve Arıburnu sahillerinin derinliğinde çarpışan Türk askerinin kararlı ve inatçı savunması belirlemiştir.


 


Kararlı ve inatçı savunmaları ile sadece bir büyük savaşın değil bir büyük milletin de kaderini belirleyen bu askerlerden Seddülbahir kesimini savunanlar, 9’uncu Tümen’in 26’ncı Alay’ının 3’üncü Tabur’unu oluşturan, birçoğunun ismi bilinmez kahramanlardır.


 


Ölümü göze almış bu kahraman askerler; Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri ve komutası altında bulunan toplam 1.300 kişiden ibarettir. 3’üncü Tabur mevcudu; 9, 10, 11 ve 12’nci Bölükler ile 9’uncu Tümenden emre verilmiş 200 kişilik İstihkâm Bölüğü’nden oluşmaktadır. (A1)


 


25 Nisan 1915 sabahında, İngiliz 29’uncu Tümeninin Seddülbahir bölgesindeki sahillere yönelik çıkarmalarının başladığı an itibariyle 26’ncı Alayın 3’üncü Taburunun savunma için bölgedeki tertiplenmesi.


Taburun ateş gücü ise 4 adet 37,5 milimetrelik yarı otomatik top ile askerlerin elindeki “Mauser 1903” modeli piyade tüfeklerinden ve süngülerinden ibarettir. Taburun fazladan, 50 sandık dolusu piyade tüfeği mermisinden oluşan yedek cephanesi bulunmaktadır.


 


Aslına bakılırsa, o çıkarma gününün sabahında ve ilerleyen saatlerde, 3’üncü Tabur sadece şunu yapmıştır:


Tabur, sahip olduğu olanakları en iyi şekilde kullanmış ve kendisiyle oranlanmayacak sayısal üstünlüğe ve ateş gücüne sahip bir düşmana karşı ilk “20,5 saat” tek başına dayanmıştır.



                                 Birinci Dünya Savaşı’nda Türk piyadesinin standart silahı “Mauser 1903”


Sonrasındaki “12 saat” boyunca ise, 25’inci Alayın 1’inci Taburundan gelen iki piyade bölüğü ve iki adet makineli tüfekten oluşan destek ile kendisini bir hamlede söküp atmayı amaçlayan İngiliz saldırısını toplam “32,5 saat” boyunca tutmayı başarmıştır.


 


İnatçı bir savunma sonucunda kazanılan zaman içinde Türk tarafının elde ettiği en önemli kazanç, ilk 24 saat içinde öngördüğü hedeflere ulaşmayı planlayan düşmanın bu süreçteki taarruz gücünün ve moralinin kırılmış olmasıdır.  


 




Ertuğrul ve Tekke Koyları dâhil olmak üzere Seddülbahir bölgesini gösteren İngiliz haritası. Harita üzerinde kesik çizgili çerçeveler ile belirtilen bölgelere, büyültülmüş olarak aşağıda yer verilmiş ve üzerindeki ayrıntılar daha yakından görülmesi amaçlanmıştır.


 


 


Harita No 1: İngiliz kaynaklı yukarıdaki haritada alttaki kırmızı çerçeve ile işaretlenmiş bölümün büyütülmüş hali üzerinde, Ertuğrul Koyu yamaçlarında mevzilendirildiği iddia edilen Türk makineli tüfeklerinin mevzileri, oklar ile belirtilmiştir. Çıkarma sırasında burada bulunduğu iddia edilen dört makineli tüfekten birer tanesi yanlarda, iki tanesi ise ortada olmak üzere, bütün sahili ateş altına alacak şekilde mevzilenmiştir.


 


 




Harita No 2: İngiliz kaynaklı yukarıdaki haritada üstteki kırmızı çerçeve ile işaretlenmiş bölümün büyütülmüş hali üzerinde, Tekke Koyu sahiline bakan yamaçta mevzilendirilmiş Türk makineli tüfeklerinin bulunduğu mevziinin yeri yazıyla belirtilmiştir.
Harita üzerinde, “machine gun” ibaresinden anlaşıldığı üzere bir adet, Oglander’a göre ise iki adet olduğu iddia edilen söz konusu makineli tüfeklerin mevziisi, ayrıca ok ile gösterilmiştir.


 


İngilizler ise daha harekâtın ilk günlerinde kaybettikleri bu 32,5 saati, Türk toprakları üzerinde geçirdikleri 8,5 ay (259 gün x 24 saat = 6.216 saat) boyunca hiçbir zaman telafi edememişler ve ilk 24 saat içinde ulaşmayı planladıkları hedeflerine asla ulaşamamışlardır. Aslına bakılırsa bu durumu da bir türlü kabullenememişlerdir.


 


İşte; İngiliz otoritelerinin ve hatta ne yazık ki bizden de bazı tarihçi ve araştırmacıların bir türlü kabul edemediği şaşırtıcı ve çarpıcı gerçek budur. Oysa bu türlü iddiaları ortaya atanların ve bu iddiaların peşinde koşturanların bilmesi gereken bazı çok önemli hususlar vardır.


 


Çanakkale Cephesi’nde Türk askerinin vatanını koruma uğrunda, bir an bile gözünü kırpmadan sarf ettiği emeğinin, kanının, canının hakkını yemek pahasına, bilerek veya bilmeyerek göz ardı edilen, ancak bilinen gerçeklerin ışığında değerlendirilmesi gereken söz konusu önemli hususlar şunlardır:


 


1-       Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl olan 1914’de Alman ve Fransız Ordularındaki alayların kuruluşlarında bile sadece altı adet tüfekten oluşan birer makineli tüfek bölüğü bulunmaktadır.


 


Alman ve Fransız Ordularında bile hal böyle iken; ordusu Balkan Savaşları’nda hezimete uğramış, bu savaşlarda birçok silah ve malzeme kaybetmiş Osmanlı Devleti’nin, bir tek taburunun emrine verecek altı veya dört adet makineli tüfeği nereden bulduğunu sorgulamak gerekir.


 


Osmanlı Devleti’nin bir tek taburuna altı veya dört adet makineli tüfek verebildiğini iddia etmek; en azından o dönemdeki Osmanlı ekonomisinin ne durumda olduğu konusunda fikir sahibi olunmadığı anlamına gelir.


 


 


2-       Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki ekonomisi hakkında fikri olmayanların bilgilenmesi amacıyla burada bazı örnekler vermek gerekir.


 


Örneğin; II. Abdülhamit idaresinin son yıllarında devletin iç ve dış borçlarının toplamı 318.625.425.- altın liradır. Elde bulunan kaynaklar, bu borçların faizlerini bile ödemeye yetmemektedir. Mali kaynakların yetersizliği ve Osmanlı Devleti’nin ekonomik şartları ortadadır.


 


1914 yılı itibariyle Osmanlı Devleti’nin yıllık ihracatı 4.600.000.- lira iken, ithalatı 11.000.000.- lira civarındadır. Yıllık gelir ise yaklaşık 30.000.000.- lira civarında olup, bununda en az 10.000.000.- lirası, borçların faizini ödemek için kullanılmaktadır.


 


Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu topraklar üzerinde neredeyse sanayinin adı bile yoktur. Daha ziyade askeri gereçlerin bakım – onarım işlerine yönelik çalışan sadece iki adet devlete ait fabrika ile tamamı yabancıların kurup işlettiği birkaç iplik ve dokuma fabrikası mevcuttur.


 


Devlet öylesine dışa bağımlı bir durumdadır ki halkın fesinden, donuna kadar giysilerinin kumaşı bile, ancak dışalım yoluyla sağlanmaktadır.


Olası bir savaş durumunda Harbiye Nezareti’nin (Savunma Bakanlığı) yıllık bütçe ihtiyacı 19.000.000.- lira olarak hesaplanmıştır. Buna karşın 1914 yılında savunmaya bütçeden ayrılabilen miktar, sadece 4.000.000.- liradır.


 


Ayrıca bilinmelidir ki Osmanlı Devleti, Almanya’nın vermeyi taahhüt ettiği, yıllık % 6 faizli 5.000.000.- altın lira tutarındaki kredi sayesinde Birinci Dünya Savaşı’na girebilmiştir.


 


Bu kredi; sözleşmenin imzalanmasından 10 gün sonra 250.000.- lira, Rusya veya İngiltere ile savaşa girilmesinden 10 gün sonra 750.000.- lira, bakiyesi de savaş ilanından 30 gün sonra 400.000.- liralık taksitler halinde kullanılabilecektir. (4)


 


 


3-       Osmanlı Devleti’nin ekonomik koşulları yukarıda kısa bir özet halinde belirtilmiştir. Bu koşullar altında; Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından yaklaşık beş ay sonra, Kasım 1914’de Kara Kuvvetleri bünyesindeki Piyade Tümenlerinin sayısı, yeni kurulanlarla birlikte 40’a ulaşmıştır.


 


Her tümenin 3 adet piyade alayı olduğu varsayımından hareketle, toplamda 120 adet Piyade Alayı teşekkül etmiş olmaktadır. Bu alayların her birine dörder makineli tüfekle donatılmış birer Makineli Tüfek Bölüğü verebilmek için,  480 adet makineli tüfeğe ihtiyaç olduğu ortadadır.


 


Sanayisi olmayan ve bu nedenle tamamen dışa bağımlı olan bir devletin, savaş koşulları altında, 120 alayın tamamında bulunacak 360 adet taburun her birine 6 adet makineli tüfek verebilmesi için tam olarak 2.160 adet makineli tüfek tedarik etmesi gerekir.


 


İnsaf ölçüleri dâhilinde takdir edilmelidir ki içinde bulunduğu koşullar, Osmanlı Devleti’ne bu olanağı vermekten bir hayli uzaktır.


 


 


4-       Osmanlı Devleti’nin silah ve mühimmat tedariki konusunda çektiği sıkıntıların en çarpıcı örneği, Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın Prusya Harbiye Nezaretine gönderdiği mektuptur.


 


Almanlar tarafından vaat edilen yardımın bir an önce ele alınması taleplerini de içeren ve Nisan 1915 başlarında gönderilen bu mektubun, makineli tüfek ihtiyacı ile ilgili bölümü şöyledir:


 


“Şu anda mevcut makineli tüfek miktarı 230’dur.


 


Her alaya dörder tüfekli birer makineli tüfek bölüğü verilmesi planlandığına göre 400 makineli tüfeğe, yeni teşkil edilecek alayların kuruluşu için de daha 150 olmak üzere, toplam 550 makineli tüfeğe ihtiyaç vardır.


 


Savaş sonrası teşkilatın modern anlamda düzenlenmesi için de bu miktara 1.220 adet makineli tüfek katılması gerekli görülmüştür.


Günün savaş ihtiyaçlarına cevap verecek, teknik ve ticari amaçları bilinen Alman silah fabrikalarının yukarıda sözü edilen birinci derecedeki Türk Ordusu’nun muhtaç duyduğu silah ve cephaneyi ikmal ile gönderilmelerinin temini ve bu hususta bilgi verilmesini, Prusya Harbiye Nezareti’nden rica ederim.” (5)


 


Mart 1915 tarihi itibariyle Türk Ordusu’ndaki tümen sayısı, yeni kurulan 11 tümen ile birlikte 51’e ulaşmıştır.


 


Her tümenin, asıl muharip unsur olarak üç piyade alayından kurulduğu düşünülürse, toplam piyade alayı sayısının 153’e ulaştığı bilinmektedir.


 


Her piyade alayının da dört makineli tüfeğe ihtiyacı olduğuna göre, mevcut alayları bütünüyle bu silahla donatabilmek için tedarik edilmesi gereken makineli tüfek sayısı, “153 x 4 = 612 adet” olarak hesap edilebilir.


 


Enver Paşa’nın mektubunda belirtilen rakamlara bakıldığında; mevcutta 230 adet makineli tüfek olduğu, ilk etapta kadroda bulunan alayların donatılabilmesi için de 400 adet makineli tüfeğin tedarik edilmesi gerektiği belirtilmektedir.


 


Mevcutta bulunan 230 adet makineli tüfekle, ilk etapta talep edilen 400 adet makineli tüfek miktarının toplamı “630 adet” etmektedir ki bu sayı, kadro dâhilindeki alayların donatılması için gerekli olan 612 sayısını doğrular niteliktedir.


 


 


5-       Dördüncü madde kapsamındaki bilgiler ışığında konu değerlendirilirse, Mart 1915 itibariyle Türk Ordusu bünyesinde bulunan her üç alaydan ancak birinin kuruluşunda, dört adet makineli tüfekten oluşan bir makineli tüfek bölüğü bulunduğu sonucuna varılır.


 


“Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, Birinci Dünya Harbi, İdari Faaliyetler ve Lojistik, 10. Cilt” adlı eserin 232. sayfasında verilen tablodaki rakamlar da Enver Paşa’nın Alman Savunma Bakanlığı’na bildirdiği, mevcut makineli tüfek sayısını doğrular niteliktedir.


 


Çanakkale harekât alanından sorumlu olan 5’inci Ordunun kadrosundaki alaylarda mevcut makineli tüfek sayısı, bu ordunun kurulduğu Mart 1915 dönemi itibariyle “34 adet” olarak tespit edilmektedir. Tablonun sonunda “38 adet” olarak görülen toplam makineli tüfek sayısı, ancak 25 Nisan 1915’in hemen öncesinde ulaşılmış bir sayıdır.


 


Bu artış da 72’nci Alay’a tahsis edilebilen bir adet Makineli Tüfek Bölüğünün silahları sayesinde gerçekleşmiştir.


 


Çanakkale Kara Muharebeleri’nin başladığı gün olan 25 Nisan 1915 itibariyle, 5’inci Ordu kuruluşunda yer alan tümenlerin, bu tümenlere bağlı alayların ve bu alayların kadrosundaki makineli tüfeklerin sayıları sonraki sayfada yer verilen tabloda gösterilmiştir.

















































































































Tümenler


Alaylar


Makineli Tüfek Bölüğü


Makineli Tüfek Sayısı


Var


Yok


(adet)


3’üncü


Piyade Tümeni


31’inci P. Alayı


 


X


0


32’nci P. Alayı


X


 


4


39’uncu P. Alayı


 


X


0


5’inci


Piyade Tümeni


13’üncü P. Alayı


X


 


2


14’üncü P. Alayı


X


 


2


15’inci P. Alayı


X


 


2


7’nci


Piyade Tümeni


19’uncu P. Alayı


X


 


4


20’nci P. Alayı


 


X


0


21’inci P. Alayı


X


 


4


9’uncu


Piyade Tümeni


25’inci P. Alayı


X


 


4


26’ncı P. Alayı


 


X


0


27’nci P. Alayı


X


 


4


11’inci


Piyade Tümeni


33’üncü P. Alayı


X


 


4


126’ncı P. Alayı


 


X


0


127’nci P. Alayı


 


X


0


19’uncu


Piyade Tümeni


57’nci P. Alayı


X


 


4


72’nci P. Alayı


X


 


4


77’nci P. Alayı


 


X


0


Toplam Makineli Tüfek Sayısı


38


Yukarıdaki tabloda yer alan veriler,


“Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, 5. Cilt, Çanakkale Cephesi, 2. Kitap, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, 1978” isimli eserden alınmıştır.


 


Kuruluşunda 6 Tümeni, dolayısıyla 18 adet Piyade Alayı ve bunlara ek olarak 64’üncü Piyade Alayı ile birlikte toplam 19 Piyade Alayı bulunan 5’nci Ordu’nun normalde sahip olması gereken makineli tüfek sayısı, “76 adettir”.


 


Kısacası denilebilir ki 5’inci Ordu birlikleri, zaten kadrolarında bulunması gerekenin ancak yarısı kadar sayıda makineli tüfek mevcuduyla Çanakkale Kara Muharebeleri’ne girmişlerdir. Bu durum bile; 26’ncı Alayın 3’üncü Taburunun, sorumluluğu kapsamındaki savunma mevzilerine, “6 adet” makineli tüfeği mevzilendirmesinin mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.


 


 


6-       1914 yılı başlarında uygulanmasına karar verilen ordunun yeniden yapılandırılması, teşkilatlanması ve eğitimi sürecinde bazı temel prensiplerde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Özellikle Kara Kuvvetleri sınıflarının, muharebe koşullarında uygulaması gereken prensipler açıkça yazılmış ve bu prensiplerin bağlayıcılığı vurgulanmıştır. Her seviyedeki birlik komutanından da astlarına verdiği eğitimi, söz konusu prensipler doğrultusunda uygulaması istenmiştir.


Yine “Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, 3. Cilt, 6. Kısım (1908 – 1920)” adlı eserin 181 ve 182. sayfalarında piyade sınıfının savunmada uygulayacağı prensipler şu şekilde açıklanmıştır:


 


“Savunmada piyade, düşmanın taarruz doğrultusu meydana çıkınca, mevziini kuvvetli bir şekilde işgal eder ve uzak mesafelerden elverişli hedeflere karşı ateşe başlar.


 


Düşmanın seyrek ve dağınık avcı hatları ile ilerlemesi halinde geçilecek arazinin yoğun bir ateş altına alınması başlıca kuraldır.


 


Düşman yaklaştıkça ateş şiddetlendirilir ve en ileri piyade birlikleri desteklenir. Destekler (ileri mevziilere) yaklaştırıldığı gibi, düşmanın hücumu halinde bütün silahların ateşleri, hücum eden düşman piyadesi üzerinde toplanır”.


 


 


7-       Önceki maddede yer alan ifadeler, piyadenin savunmada uygulaması gereken prensipleri açıkça belirtmektedir.


 


3’üncü Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri’nin, 24 Nisan 1915 akşamı bölük komutanlarına verdiği emir de aslında bu prensipler doğrultusunda bir emirdir. Tabur komutanının verdiği emir şu şekildedir:


 


“Düşman çıkarma girişimleri karşısında acele edilmeyip kayıklar ve şalopalar kıyıya 200–300 metre yaklaştıktan sonra şiddetle ateş açılacaktır.” (6)


 


Demek oluyor ki Binbaşı Mahmut Sabri askerlerine, sadece daha önceden belirlenmiş olan, piyadenin savunma prensipleri doğrultusunda bir hal tarzı uygulatmıştır. Verdiği emir de bunun açık bir göstergesidir.


 


Ancak burada unutulmaması gereken, Türk askerinin uyguladığı olağanüstü “Ateş Disiplinidir”. “Ateş Disiplini” kavramının ne olduğu ise, yine piyade sınıfının savunmada uygulayacağı prensipleri belirten satırların arasında yer alan çok net ifadelerle, şu şekilde belirtilmektedir:


 


“…bütün silahların ateşleri, hücum eden düşman piyadesi üzerinde toplanır”.


 


Buradaki “bütün silahlar” ifadesinden kasıt, doğal olarak o an elde bulunan bütün silahlardır.


 


 


8-       Ertuğrul ve Tekke Koylarındaki çarpışmalar sırasında Türk askerinin uyguladığı olağanüstü ateş disiplini hakkında, Oglander’ın kitabında da oldukça net ifadelere rastlamak mümkündür.


 


Oglander, Yarbay W. De L. Williams’ın hatıra defterine düştüğü notlardan bazı alıntılara, kitabında yer vermiştir.


Oldukça ilgi çeken ve düşündürmesi gereken bu alıntılarda, Yarbay W. De L. Williams’ın ifade ettikleri şunlardır:


 


“Gemimize açılan ateş pek az olmakla beraber, karaya çıkmak için yapılan herhangi bir harekete karşı derhal yoğun ateş ediliyor. Türklerin ateş disiplinleri cidden hayrete değerdir.


 


Diğer bir yerde Yarbay Williams şöyle yazıyor:


 


“Hemen hemen tamamı ile harekâta ayrılmak sureti ile Türklerin ateşi, fevkalade denecek kadar güzel idare ediliyordu. Yedek kafileler ile layterler pek şiddetli ve isabetli bir ateş altına alınıyordu.” (7)


 


Yarbay W. De L. Williams’ın bu ifadelerinde farkına varmamız gereken bazı önemli ayrıntılar vardır.


 


Bunlardan birincisi; Yarbay Williams’ın “açılan ateşin pek az olduğu ve hedeflerin üzerinde toplandığı” şeklindeki ifadesidir. Bu ifade, o dönemdeki Türk Ordusu’nda önceden belirlenmiş “piyade sınıfının savunmada uygulayacağı prensipler” dâhilindeki, bütün silahların ateşleri hücum eden düşman piyadesi üzerinde toplanır” talimatı ile nerdeyse tamamen örtüşmektedir.


 


İkinci önemli ayrıntı; yine aynı cümledeki “açılan ateş pek az olmakla beraber” sözüdür. Bu söz ile ifade edilen; aslında makineli tüfeklerin var olmadığını açıkça itiraf etmekten başka bir şey değildir.


 


Üçüncüsü ve en önemlisi ise bir ayrıntı olmanın da ötesinde İngiliz yarbayın; “Türklerin ateş disiplinleri cidden hayrete değerdir” ve “Türklerin ateşi, fevkalade denecek kadar güzel idare ediliyordu” şeklindeki itiraflarıdır.


 


Bütün bu ifadeler, aslında Türk makineli tüfeklerinin varlığını iddia eden İngilizlerin, kendi ifadeleri ile yine kendilerinin iddia ettiği varsayımları yalanlamalarından başka bir şey değildir.


 


 


9-       3’üncü Taburun çıkarma sabahı elinde bulunan bütün silahlarının neler olduğu ise daha önce açıklanmıştır. Bu silahlardan 4 adet 37,5 milimetrelik yarı otomatik topla ilgili olarak, Binbaşı Mahmut Sabri anılarında şunları anlatmaktadır:


 


“Topçu kuvvetimiz 4 adet 37,5 milimetrelik küçük top gösterilmişti. Bunların ikisi hiçbir mermi atmaksızın daha başlangıçta harap olduğu gibi, diğer ikisi sahile yanaşan nakliye gemilerine ateş açabilmişse de ardından düşmanın gemi toplarıyla susmaya mecbur edilmişlerdir. Daha sonra ne subay ne de askerinden haber alınamamıştır.” (8)


 


Taburun sahip olduğu yegâne ağır silahlar olan 37,5 milimetrelik 4 adet topun akıbeti bu şekilde olduğuna göre, “ateşleri düşman piyadesi üzerine toplanacak bütün silahlar” sadece eldeki piyade tüfeklerinden ibarettir.


 



London News isimli İngiliz gazetesinde yayınlanan bu fotoğrafın altında yazılı olanlar:“Başarılı İngiliz çıkarmasından sonra Seddülbahir; ele geçirilen Türk topları ve siperleri, geride köy yıkıntıları” Fotoğrafta görülenler; 3’üncü Taburun sahip olduğu yegâne ağır silahlar olan37,5 milimetrelik yarı otomatik toplardır.


 


 


 


İki makineli tüfekten oluşan Türklere ait bir makineli tüfek takımı, eğitim sırasında. Fotoğrafta görülen Maxim marka makineli tüfekler, dakikada en fazla 600 mermi atabilme kabiliyetindeki silahlar olup, muharebede piyadenin en önemli destek unsurlarını oluşturmaktaydılar.


 


10-       Muharebe sahasında, piyadenin en önemli ateş destek unsurlarından biri olan makineli tüfeklerin, taktik anlamda ne şekilde kullanılacaklarına dair prensipler, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, 3. Cilt, 6. Kısım (1908 – 1920) adlı eserin 182. sayfasında, ayrıntılarıyla açıklanmaktadır. Bu açıklama şöyledir:


 


“Eldeki makineli tüfekler, cephedeki ateş tutmayan yerleri dövmek üzere verilmemişlerse, özellikle geride bulunan ihtiyatların veya genel ihtiyatın yanında bulundurulur. Bu suretle bunlar tehdit olunan noktaların desteklenmesinde, kuşatmaları karşılamada ve karşı taarruzlarda kullanılır. Bu kural titizlikle uygulanır.”


 


Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşıldığı üzere; çıkarmanın hangi gün ve saatte icra edileceğini tam olarak bilmesi mümkün olmayan 9’uncu Tümen Komutanlığı, doğal olarak, mevcut makineli tüfekleri ihtiyat mahallerinde bulundurmak durumundadır. Nitekim KabatepeArıburnu bölgesindeki sahilleri gözetlemek ve savunmakla görevlendirilmiş 27’nci Alayın 2’nci Taburu için de aynı durum söz konusudur. 27’nci Alaydan ileri sürülmüş bu tabura da makineli tüfek verilmemiş, alayın makineli tüfek bölüğü Eceabat’taki ihtiyat mahallinde tutulmuştur.


 


Durum bu olduğuna göre; “tehdit olunan noktaların desteklenmesi” prensibini uygulayabilmek için, 9’uncu Tümen Komutanlığı’nın emriyle, ihtiyattaki 25’inci Alayın 1’inci Taburundan iki piyade bölüğü ile birlikte “iki adet makineli tüfek”, 26’ncı Alayın 3’üncü Taburunu desteklemek için Seddülbahir’e gönderilmiştir.


 


Ancak, bu destek kuvveti 3’üncü Tabura katıldığında tarih artık 26 Nisan, saat ise 02.30’dur.


 


 


11-       25 Nisan 1915 sabahında yaşanan gerçek şudur ki 3’üncü Taburun bağlı olduğu 26’ncı Alayın kuruluş kadrosunda ne yazık ki Makineli Tüfek Bölüğü yoktur. (bakınız Madde 5 dâhilindeki Tablo) Çünkü alay bünyesinde henüz “Makineli Tüfek Bölüğü” kurulmamıştır. (9)


 


Aslında, Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı tarafından 17 Mart 1915 tarihinde Başkomutanlık Makamı’na gönderilen bir öneri yazısı ile 26, 72 ve 77’nci Alayların ateş gücünü arttırmak için, bu alaylara da birer Makineli Tüfek Bölüğü tahsis edilmesi talep edilmiştir. (10)


 


Söz konusu talebi oluşturan düşünce; 9 ve 19’uncu Tümenlerin kuruluşunda bulunan alaylarının hepsinde, birer Makineli Tüfek Bölüğü bulunmasını sağlamaktır. Bu yöndeki düşünceyi oluşturan en önemli gerekçe ise, “olası muharebelerde bu tümenlerin piyade unsurlarına sağladığı ateş desteğini ve dolayısıyla manevra kabiliyetlerini arttırmak” olarak görülebilir.


 


Bu talebe karşılık sadece 72’nci Alaya bir adet Makineli Tüfek Bölüğü verilebilmiştir.


Gerçekleşen bu uygulama da o anda 9’uncu Tümenin üç alayından ikisinde (25 ve 27nci Alaylar) Makineli Tüfek Bölüğü bulunmasına karşılık, 19’uncu Tümenin sadece 57’nci Alayında böyle bir bölüğün bulunmasıdır.


 


72’nci Alaya tahsis edilen Makineli Tüfek Bölüğü ile birlikte, 19’uncu Tümenin de üç alayından ikisi bu silahlara sahip olmuş ve 9’uncu Tümen ile 19’uncu Tümenin ateş gücü bu şekilde dengelenmeye çalışılmıştır.


 


 


12-       Çanakkale Kara Muharebeleri’ne ait elimizde mevcut hareketli gerçek görüntülerin sayısı çok azdır.


 


Bunlardan bir kısmı İngiliz gazeteci Ellis Ashmead Bartlett’in savaş alanlarında kamerasıyla kaydettiği görüntülerdir. Bartlett’ın kaydettiği 20 dakikalık görüntülerin son sahnelerinden birinde; siperde bulunan Avustralyalı askerlerin piyade tüfekleriyle ateş ettikleri görülmektedir.


 


Söz konusu sahnede ilgi çeken husus; bir askerin 17 saniyede “6 el” ateş ettiğidir. Bu atış hızı önemlidir. Çünkü bir piyade erinin tüfeğiyle, ortalama her üç saniyede bir el ateş edebildiği anlamına gelir ki bu da dakikada yaklaşık “20 atımlık” bir ateş hızı demektir.


 


Ancak o dönemde kullanılan piyade tüfeklerinin mermi haznesinin (şarjör) kapasitesi, genelde “beş mermi” ile sınırlı olduğundan, askerlerin her beş atıştan sonra tüfeklerini doldurmaları gerekmektedir. Tüfeği doldurma sırasında kaybedilen zamanı da hesap edersek, bir piyade erinin normal olarak dakikada ortalama “15 atış” yaptığını varsayabiliriz.


 


Bu durumda Ertuğrul Koyu yamaçlarında mevzilenmiş 250 civarındaki Türk askerinin bir dakika içindeki atım sayısının da yaklaşık “3.500 – 3.750 mermi” olması gerekir.


 


Biz burada çıkarma öncesindeki yoğun bombardıman sırasında verilen zayiatı dikkate alarak personel sayısını 200, dakikadaki atım sayısını 3.000 adet olarak kabul edelim. Bir dakikadaki 3.000 atımlık bir ateş gücü, yine dakikada 600 mermi atabilen makineli tüfeklerle karşılaştırıldığında, yaklaşık “5 adet” makineli tüfeğin atış hızına denk düşer.


 


Kaldı ki 1’inci baskısı Dorling Kindersley Limited tarafından 2007 yılında ABD’de yayınlanan, Türkçedeki 1’inci baskısı ise Kaknüs Yayınları tarafından piyasaya sürülen “SİLAH” adlı kitabın 199. sayfasındaki bir ifade, yukarıdaki tespitlerimizi doğrularmaktadır. Söz konusu ifade şöyledir:


 


“Birinci Dünya Savaşı sırasında tüfeklerin toplu halde ateşlenmesi, makineli tüfeklerin sesiyle karıştırılıyordu. Çünkü her bir tüfekçi dakikada 15 atış yapıyordu.” 


 


Yukarıda yer alan bu ifadeyi doğrulayan bir diğeri de Nigel Steel ve Peter Hart tarafından kaleme alınmış olan “Gelibolu – Yenilginin Destanı” adlı kitabın 112. sayfasında yer almaktadır.


Deniz eri Joe Murray’in ifadesinin yer aldığı bölümdeki şu sözü, konumuzla ilgili olması açısından ilgi çekicidir.


 


“İnsan eğer üzerine üç – dört tüfekle birden ateş ediliyorsa, bunu makineli tüfek sanıyor.” 


 


 


13-       Dikkate alınması gereken önemli bir ayrıntı daha vardır. Bu ayrıntı; kullanım amacı bakımından, makineli tüfekler ile piyade tüfekleri arasındaki taktik anlamdaki farktır.


 


Makineli tüfekler, seri atış kabiliyetleri sayesinde bir cephenin kendilerine ayrılan bölümündeki belli bir açı içinde kalan araziyi “yalayıcı (A2) ve sürekli bir ateş” ile örterler. Bir başka deyişle; makineli tüfekle ateş ederken, belli bir açı içinde kalan arazi kesimi ateşle örtüldüğünden, doğrudan nişan alınmasına da gerek yoktur. Sadece makineli tüfek nişancısına bir ateş açısı vermek yeterlidir.


 


Oysa piyade tüfekleri, kendisini kullanan askerin (avcı erinin) nişan alarak yaptığı atışlar ile doğrudan hedefe yönelik olarak, bir anlamda “nokta atışı” yaparlar. Dolayısıyla makineli tüfek “açı”, piyade tüfeği “hedef” gözeterek atış yapan silahlardır.


 


Bu önemli ayrıntı dikkate alınırsa, dakikada yaklaşık 3.000 adet mermiyi hedef gözeterek nişan almak, dolayısıyla nokta atışı yapmak suretiyle doğrudan hedefe yöneltmenin, hedef üzerinde yaratacağı tahribatın, Ertuğrul Koyu’nda varlığı iddia edilen “4 adet” makineli tüfekten daha fazla olabileceği anlaşılır.


 


Bir de nişan alınan hedeflerin; sahilden yaklaşık 200 metre açıkta, denizin üzerinde ve korunaksız sandalların içinde yer aldığı düşünülmelidir. Ayrıca her bir sandalda, sandalın (veya filikanın) büyüklüğüne göre 50 ila 140 kadar askerin bulunduğu ve bu askerlerin sahile çıkacakları ana kadar hiç bir hareket kabiliyetine sahip olmadıkları da unutulmamalıdır.


 


Ayrıca bu noktada, Oglander tarafından aktarılan Yarbay Williams’ın şu sözlerini, bir kez daha hatırlamakta fayda vardır.


 


“Hemen hemen tamamı ile harekâta ayrılmak sureti ile Türklerin ateşi, fevkalade denecek kadar güzel idare ediliyordu. Yedek kafileler ile layterler pek şiddetli ve isabetli bir ateş altına alınıyordu.”


 


Bu durumda; piyade tüfekleriyle nişan alınarak, hedef üzerine toplanacak biçimde açılan ateşin, İrlandalılardan oluşan 1’inci Royal Dublin Fusiliers Taburunu kolayca ağır zayiata uğratması olanaksız değildir.


 


 


14-       Yine de Türklerin makineli tüfekleri olduğunu varsayalım ve basit bir hesap yapalım. İddia edildiği gibi Ertuğrul Koyu yamaçlarında mevzilendirilmiş “4 adet” makineli tüfeğin mevcut olduğunu düşünelim.


Bu silahların dakikadaki toplam atış hızı atış hızı, 4 x 600 = 2.400 mermidir. Ertuğrul Koyu’nun sahil şeridinin uzunluğu ise (kalenin önündeki kumsal da dâhil olmak üzere) yaklaşık olarak 500 metredir.


 


Dakikada 2.400 atımlık bir ateş gücüyle, 500 metrenin neredeyse her 20 santimetrelik bölümüne, yine dakikada bir adet mermi çekirdeği düşer ki bu da doğal olarak aşılması zor bir “ateş sahası” oluşturur.


 


Ertuğrul Koyu sahiline çıkmaya çalışan düşmanı, aşılması zor bir ateş sahası oluşturarak durdurabilen 3’üncü Tabur Komutanının, bunu başaran 10’uncu Bölüğünü, bir süre sonra ihtiyatta tuttuğu 11’inci Bölükten iki takım ile neden desteklemek ihtiyacı duyduğunu sorgulamak gerekir.


 


Bir başka deyişle; genelde örtme ateşi yapmaya yarayan makineli tüfekler ile düşmanın taarruz ettiği kanatlardan birini, geçilmesi zor bir ateş sahası oluşturarak tıkamayı başarmış bir komutanın, tıkamayı başardığı kanadı, 11’inci Bölükten iki takım ile desteklemesine gerek var mıdır? Üstelik aynı anda, savunmak durumunda olduğu cephe hattının Tekke Koyu yönündeki diğer bir kanadı yoğun baskı altındaysa…


 


Öyleyse; ihtiyat kuvveti kullanarak desteklemesi gereken asıl yer, saat 09.00 itibariyle çıkarma girişimini durma noktasına getirmeyi başardığı cephe hattı değil, çıkarmanın gelişme ve derinliğe doğru yayılma belirtileri gösterdiği cephe hattı olmalıdır. Gerçi Tekke Koyu yönündeki cephe hattı da zaten eldeki ihtiyatların bir kısmıyla desteklenmiştir.


 


Ancak buna rağmen 3’üncü Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri, Ertuğrul Koyu’nu savunan 10’uncu Bölüğü de ayrıca takviye etmek gereği duyduğuna göre gerçekleşen durum şu şekilde değerlendirilebilir: Saatler ilerledikçe 10’uncu Bölüğün zayiatı artmış, cephanesi ise azalmıştır. Bu nedenle Ertuğrul Koyu yamaçlarındaki direnişi sürdürebilmek ve canlılığını koruyabilmek için, personel ve cephane olarak 10’uncu Bölük takviye edilmeli, ateş gücü belli bir seviyede tutulmalıdır.


 


Çünkü buradaki bölüğün ateş gücü, siperlerdeki asker sayısına ve bu askerin kullanabileceği cephane miktarına bağlıdır.


 


 


15-       Bu noktada Oglander’ın ifadelerinden yararlanmakta fayda vardır. Türk askerinin Ertuğrul Koyu yamaçlarındaki mevzilenme olanaklarını kendisi şu şekilde açıkça ifade etmektedir:


 


“Dövülmüş olan duvarlarla, kasabanın yıkılan, dökülen tarafları, piyade için güzel bir örtü vazifesi görüyordu. (11)


 


Albion’un (4 adet 30,5 – 12 adet 15,2 – 12 adet 7,6 – 6 adet 4,7 cm çapında topları olan İngiliz savaş gemisi) bu amfiteatrı (Ertuğrul Koyunu çevreleyen yamaçların şekli kast ediliyor) hemen bir saat dövmesine ve buradaki binaları hayli tahrip etmesine rağmen, siperlere yaptığı tesirler önemsenmeyecek kadar küçüktü.


Bundan başka, Türk piyadesi, bombardımanın kesilmesi ile filikaların gelmesi arasında meydana gelen zaman aralığında, kulaklarının zarını patlatacak kadar şiddetli olan etraflarındaki infilaklardan kurtularak nefes almaya ve köyün, kalelerin enkazı içinde, faydalı noktaları tekrar tutmaya vakit bulmuştu. (12)


 


Oglander’in ifadelerinden, Ertuğrul Koyu yamaçlarında mevzilenmiş 10’uncu Bölüğün, çıkarma öncesi yapılan bombardıman sırasında çok fazla zayiat vermediği ve mevziilerinin de olağanüstü bir tahribata uğramadığı anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki çıkarma başladığı sırada 10’uncu Bölüğün ateş gücü, yeterince etkisiz hale getirilememiştir.


 


Bu arada bir kez daha hatırlayalım ki 10’uncu Bölüğün piyade tüfekleri ile atış kapasitesi de dakikada 3.000 atım civarındadır.


 


Eğer iddia edilen 4 adet makineli tüfek de mevcut olsaydı ve piyade tüfeği ile açılan ateşi destekleseydi, bu bölgede bulunan Türk birliğinin ateş gücü, dakikada yaklaşık 5.400 atıma ulaşabilecekti.


 


Bu yoğunlukta açılan bir ateşin hedefi haline gelen, ilk çıkarma kademesindeki 1.000 kişilik 1’inci Royal Dublin Fusiliers Taburundan yaklaşık 200 kişinin, bu durumda nasıl olup da sağ kalabildiği, sorgulanması gereken ayrı bir konudur.


 


 


16-       Aslında yaşananlar; çıkarmanın başlangıç aşamasında, sahile çıkacak birlikleri henüz daha deniz üzerindeyken düşmanın, Ertuğrul ve Tekke Koyları’nın her ikisinde birden ummadığı bir direnişle karşılaşmış ve ağır zayiata uğramış olmasından ibarettir.


 


Çıkarma teşebbüsü, özellikle Ertuğrul Koyu’nda birkaç defa tekrarlamışsa da sonuç alınamamıştır. Çıkarma öncesi kıyı başının yumuşatılması amacıyla yapılan bombardıman, çıkarmaların durma noktasına geldiği anlarda tekrarlanmıştır.


 


Özellikle bu bölgedeki tıkanıklık; “X” kodu verilen İkiz Koyu’na kolayca çıkan, bir takımla takviyeli İngiliz taburunun (2’nci Royal Fusiliers Taburu + Anson Taburundan bir takım), kendi cephesinin sağ yanına çark ederek Karacaoğlan Tepesi’ni (Hill 114 olarak haritalarda gösterilen tepe), saat 07.00 sonrasında ele geçirmesinin ardından ancak ertesi gün çözülebilecektir.


 


Ay Tepe’ye çekilmek ve burada savunmaya devam etmek durumunda kalan 3’üncü Taburun 12’nci Bölüğü, işte bu noktada 11’inci Bölüğün diğer iki takımı ve İstihkâm Bölüğü tarafından desteklenmiştir.


 


Destek veren bölükler, özellikle 12’nci Bölüğün sağ yanını tıkamak, düşmanın önce Gözcübaba Tepesi’nin, sonra ise Harapkale Tepesi’nin arkasına sarkmasını ve bu suretle 3’üncü Taburu kuşatmasını ve imha etmesini engellemişlerdir.


Öyleyse; 3’üncü Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri, ihtiyatlarını gerek duyulan yer ve zamanda kullanmıştır denilebilir.


 


Bu noktada özellikle 26’ncı Alay, 2’nci Taburun 7’nci Bölüğünü de unutmamak gerekir.


 


Mevcudu 250 kadar personelden oluşan 7’nci Bölük, Seddülbahir’deki 3’üncü Taburu takviye etmekle görevlendirilmiştir. Bölük, saat 07.30 civarında Kirte Köyü güneyinde bulunan ihtiyat mahallinden yola çıkar.


 


25 Nisan 1915 sabahı saat 08.00 civarında Kirte Deresi yatağının oluşturduğu, kısmen örtülü yol üzerinden Seddülbahir’e doğru intikal halindeyken, İkiz Koyu sahillerine çıkmış olan düşmanı fark eder.


7’nci Bölük Komutanı Yüzbaşı Yusuf Kenan, karşılaştığı durum karşısında Seddülbahir’e gitmekten ve dolayısıyla 3’üncü Taburun emrine girmekten vazgeçer.


 


Derhal bölüğüne Kızıltoprak Sırtı üzerinde mevzi aldırır ve o sırada aldığı takviyelerle mevcudu 3.000’e (3 Tabura) yaklaşmış olan düşmanın sol yanına ateş açar.


 


7’nci Bölüğün bu hareketi, İkiz Koyu sahiline oldukça rahat çıkmayı başaran düşman kuvvetinin yerinde tespit edilip, derinlikte ilerlemesini engelleyen en önemli faktör olacaktır.


 




                       Yüzbaşı Yusuf Kenan


 


Böylece 7’nci Bölük, düşmanın Seddülbahir savunmasının arkasına sarkmasını önlenmiş ve 3’üncü Taburun varlığını devam ettirmesinde çok önemli bir oynanmıştır.


 


Yerine göre inisiyatif kullanmanın ne demek olduğu konusunda güzel bir örnek vermiş olan 7’nci Bölüğün kahraman komutanı Yüzbaşı Yusuf Kenan ise bu çarpışma sırasında aynı gün şehit olmuştur.


 


 


17-       Karacaoğlan Tepesi’ni savunmanın eldeki mevcut kuvvetle mümkün olamayacağı anlaşılınca, düşmana kuvvet kaptırmamak amacıyla 12’nci Bölüğün kalanı Ay Tepe’nin kuzey yanından Gözcübaba Tepesi ve bu tepenin kuzeydoğu yönünde uzanan yamacı (Kızlar Sırtı) istikametinde geri çekilmişlerdir.


 


Geri çekilen 12’nci Bölükten 40 – 50 kişilik bir müfreze, muharebe ileri karakolu şeklinde düzen alarak Ay Tepe üzerindeki mevzilerde bırakılmış ve muharebeyi bu küçücük, ancak önemi çok büyük tepede kabul etmiştir.


 


Daha önce gördüğümüz iki haritadan, Tekke Koyu (W Beach) ve civarını gösteren haritaya dikkatle bakmak gerekir.


Söz konusu harita üzerinde işaretlenmiş bir veya iki adet Türk makineli tüfeğinin mevzii, aynı haritada “Hill 138 – Hunter Weston Hill” olarak gösterilen Ay Tepe’nin kuzeybatı yönünde ve bu tepeye yaklaşık olarak 600 metre mesafede yer almaktadır.


 


Bu mesafe, geri çekilen piyadenin makineli tüfekleri taşıyamayacağı bir uzaklık değildir. Buna rağmen, ilk bulundukları mevzileri terk ederek geriye çekilen 12’nci Bölük personeli, var olduğu iddia edilen makineli tüfeklerini acaba neden yanlarında götürmemişlerdir?


 


Eğer yanlarında götürdüler ise neden bu silahları Ay Tepe veya Gözcübaba Tepesi üzerinde yeniden mevzilendirmemişlerdir?


 


Yoksa 12’nci Bölüğün askerleri, bu silahları hiç düşünmeden düşmana mı bırakmışlardır?


 


Kendiliğinden ortaya çıkan bu tür sorulara verilecek cevaplar, olayların gelişimi, makineli tüfeklerin varlığı hakkındaki iddialar ile birlikte değerlendirildiğinde aslında kendiliğinden boşlukta kalmaktadır.


 


 


18-       Yukarıda dikkat çektiğimiz soruların boşlukta kalan cevaplarını, yine Oglander’ın kendisinden almak mümkündür. Şöyle ki;


 


(Albay Wolley Dod’u kastederek)


…Lancashire taburunun (Tekke Koyunda) karaya çıkar çıkmaz ele geçireceğini ümit ettiği 138 rakımlı tepenin (Ay Tepe), hala Türklerin elinde bulunması gerektiğini takdir ederek, Worcestershire alayı ikmal edilir edilmez, önündeki bu taburu takviye etmek üzere, göndermeye karar verdi”. (13)


 


Bu satırlara rastladığımız sayfanın altında ise; 25 Nisan saat 13.22 sonrada, Albay Wolley Dod’tan 29’uncu Tümen Karargâhı’na gönderilmiş olan bir rapor dikkat çekicidir. Rapor şu şekildedir:


 


“Worcestershire alayının ikmaline başlanmıştır. Bu alayı, heyeti ile 138 rakımlı tepeye karşı sevk edeceğim. Gemiler askeri kollayıp ateşleri ile himaye ederler mi?”


 


Sonrasında Oglander şöyle devam eder:


 


“Bu münasebetle, Worcestershire alayı, saat 14.00’den hemen biraz sonra, Essex alayının 4’üncü Bölüğünün sağından hareket ettirildi ve 1. Tabya (Ay Tepe kastediliyor) Swiftsure ve Euryalus tarafından 20 dakika bombardıman edildikten sonra, saat 15.00 sonraya doğru, cephenin soluna başarıyla nakledildi.


 


Bu alay, güneydoğuda bulunan daha büyük tabyaya (Ay Tepenin yaklaşık 300 metre güneydoğusunda bulunan Gözcübaba Tepesi kastediliyor) doğru ileri yürüyüşüne devam etti.


Uzunca bir müddet daha ikinci bir tel örgü mıntıkasında durdurulduktan sonra, küçük Türk garnizonunun ezici bir sayısal üstünlük karşısında süratle geri çekilmesi üzerine, bu mevziiyi (Ay Tepe’yi) az bir kayıpla zaptı başardı. (14)


 




25 Nisan 1915 – Tekke Koyu sahili saat 06.00 İlk çıkarma kademesini oluşturan Lancashire Fusiliers Taburu sahile yaklaşırken


 


Bu ifadelerden çıkarttığımız sonuç şudur ki 12’nci Bölük, Tekke Koyu’ndan çekilirken burada bulunduğu iddia edilen bir veya iki adet makineli tüfeği, ne Ay Tepe’ye ne de Gözcübaba Tepesi’ne beraberinde götürmemiştir.


 


Eğer iddia edildiği gibi bölüğün bir veya iki makineli tüfeği olsaydı, geri çekilirken yanında götürseydi ve alternatif savunma mevziileri olan Ay Tepe veya Gözcübaba Tepesi üzerinde mevzilendirseydi, herhalde İngilizler “az bir kayıpla” Ay Tepe’yi ele geçiremezlerdi.


 


Ayrıca Oglander kitabında, Türklerin terk ettiği mevzilerde bulduğumuz makineli tüfekler ele geçirildi” şeklinde veya buna benzer bir ifade kullanmadığına göre, şu soruyu sormak gerekir:


 


“Türklerin var olduğu iddia edilen meşhur makineli tüfeklerine, acaba ne olmuştur?”


 


 


19-       Yine aynı eserinde Oglander’ın, Türk askerinin hakkını teslim ettiğini görmekteyiz. Oglander bile Türk askeri için şunları ifade etmekten kendini alıkoyamaz:


 


“Seddülbahir’deki küçük Türk garnizonu, deniz toplarının dehşet verici tesirlerini ilk defa olarak tatmasına rağmen, 25 Nisan günü sabahtan akşama kadar, yerlerine inatla sarıldılar ve savunmaya tarif edilemez hizmetler ettiler.” (15)


 


Ardından sözlerine devam ederek, aslında Çanakkale Kara Muharebeleri’nin kaderini etkileyen önemli bir gerçeği itiraf eder;


“V sahilinin (Ertuğrul Koyunun), ayın 26 sına kadar zapt edilememiş olmasının, İngiliz planının bozulmasında başlıca sebep olduğuna şüphe edilemez.” (16)


 


 


20-       Son olarak; 26’ncı Alay Komutanlığının 22 Nisan 1915 sabahında Tabur Komutanlıklarına verdiği “16 Maddelik” harekât emrini incelemek gerekir. Söz konusu emrin 4 ve 9 No’lu Maddelerinde, şu ifadelere rastlanmaktadır:


 


“Madde 4 – 3’üncü Tabur, Tekke Burnu’ndan Seddülbahir yel değirmenlerine kadar olan bölgenin örtülmesine ve savunmasına görevlidir. Ertuğrul ve Harapkale dayanak noktalarıyla, Ay Tepe’nin batı yüzündeki siperler sonuna kadar mukavemetle savunulacak, bu noktalar tabur için bir mezar olacak veya şerefli bir başarıyla elde kalacaktır.”


 


“Madde 9 – Seddülbahir bölgesinde eski Seddülbahir Kalesi duvarlarıyla Harapkale Tepesi arasında yapılmış olan tel örgü önüne ve tamamen kıyıda ikinci bir tel örgü daha yapılacaktır. Bu tel örgü yan ateşleriyle korunacaktır. Şimdilik Ertuğrul Tabyası’nın doğusundaki siperler bu amacı sağlamaktaysa da Seddülbahir Kalesi’nin duvarı önüne bir takımlık siper daha kazılacaktır.”


 


Yukarıda sadece iki maddesi verilen harekât emrinin içeriğine dikkatle bakılacak olursa iki önemli noktanın üzerinde durulması gerekir!


 


Bunlardan birincisi; 26’ncı Alay Komutanı tarafından savunmada gösterilecek mukavemetin “ölene kadar” olması gerektiği açıkça belirtilmiştir. Aslında yaşananlar da şehit, yaralı ve kayıp olarak 6’sı subay 636 personelini kaybeden 3’üncü Taburun, bu emri layıkıyla yerine getirdiğinin tartışmasız kanıtıdır.


 


Asıl önemli olan ikinci ayrıntı ise; dikenli tel örgülerinin yan ateşlerle korunması için ne türden bir tertibat alınması gerektiğini belirtmektedir.


 


Burada bilhassa dikkat edilmesi gereken nokta, mevzilerin makineli tüfeklere göre değil de “bir piyade takımına göre” hazırlanacak olmasıdır.


 


 xx 


 


1.BÖLÜMÜN SONU


 


 

34.889 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir