Son yıllarda, Osmanlı-Türk tarihyazımında Birinci Dünya Savaşı dönemine dair bazı “hassas” konuların resmi tarihçiliğin tekelinden çıkarılıp iyi tarihçiliğin çalışma konuları haline gelmesi, döneme yönelik anlayış ufkumuzu genişletici bir etki yapıyor kuşkusuz. İttihat ve Terakki hükümetinin tekleştirmeyi hedefleyen nüfus politikaları böylesi hassas konulardan biri, belki de başlıcası olagelmiştir. Zira nüfusa her müdahale çoğu kez ardında milliyetçi tarihçiliğin unutmayı yeğlediği ve hatırlatılmasından hoşlanmadığı derin trajediler bırakmıştır. Fuat Dündar’ın yeni çalışması, Birinci Dünya Savaşı döneminde İttihatçı nüfus politikalarının, aslında Anadolu’yu “Türkleştirme ve İslamlaştırma”yı hedefleyen bir etnisite mühendisliğinin parçaları olduğu tespitini yapıyor. Savaşın hemen başındaki ağır yenilgiler İttihatçılara kapsamlı bir demografik-etnik yeniden şekillendirmeye gitmeden imparatorluğun korunamayacağını hissettirmişti. Bu koşullarda, güvenlik ve askeri tedbir gerekçesiyle ve bilhassa Anadolu coğrafyasında, özellikle gayrimüslim unsurlara yönelik zorla yer değiştirme, yeniden iskân ve sürgün yöntemleri bolca uygulanmıştır. Yazara göre bu sürecin askeri boyutuyla politik boyutu içiçedir: “Askeri tedbirler” adı altında yapılan böylesi demografik müdahaleler aslında İttihatçı Türkleştirme politikasının bir parçasıdırlar ve de tüm etnik nedenli yer değiştirmeler bir yönüyle askeri ihtiyaçlara cevap verirler. Belgesel dayanak olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki Dahiliye Nezareti’ne ait şifreli telgrafları kullanan yazar (ki kitabın başlığına ilham veren de budur), İttihatçı Türk milliyetçiliğinin düşünsel çerçevesinden ziyade “eyleme geçmiş halini” incelemeye çalıştığını söylüyor ve eylem halinde bu milliyetçiliğin aslında “etnik bir kaygı/karakter” taşıdığını savunuyor.
Kitap, bol altbaşlıklı ve oldukça uzun üç bölümden oluşuyor. Görece betimsel ve eklektik olan Birinci Bölüm’de yazar bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nda göç pratikleri ve politikalarının kısa bir tarihsel arkaplanını verirken diğer yandan da İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarındaki edimlerinin dayandığı fikirsel arkaplanın Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki oluşumunu çizmeye çalışıyor, böylece milliyetçi-militarist-pozitivist ideolojik silsilenin kısa bir evrimini sunuyor.
Kitabın özgün araştırma ve tartışması aslında İkinci Bölüm’le başlıyor. Bu bölüm, yazarın, Anadolu’nun Türkleştirilme ve İslamlaştırılma sürecinde etkin biçimde kullanılan araçlar olarak nitelediği “etno-istatistik”, “etno-harita” ve “etnoğrafik araştırmalar” üzerinde yoğunlaşıyor. Milliyetçilik üzerine literatürde sıkça vurgulanan bir nokta olan, nüfus sayımlarının ulus-devlet inşa sürecinde bir iktidar aracı olarak kullanılmış olduğu tespitinden yola çıkan yazar, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda bu aracın bir iktidar sağlama yöntemi olarak yaygınlıkla kullanıldığını söylüyor. Nüfus istatistikleri iktidarın meşruiyetini sağlamada önemli bir işlev görüyordu, potansiyel ayrılıkçı taleplere karşı önemli bir silahtı. Öte yandan, böylesi bir meşruiyet mantığının tek dayanağı İttihatçılığa özgü bir “devletin bekası” anlayışı değildi; yazarın da yerinde tespitiyle, nüfus çoğunluğunu sağladığı sürece her türlü siyasal iktidarı meşru gören uluslararası ilişkiler sisteminin de bu mantığa önemli bir katkısı vardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan gayrimüslimlere yönelik nüfus istatistikleri, özellikle Kırım Savaşı sonrası dönemdeki reform sürecinde gayrimüslimlerin yerel ve merkezi devlet bürokrasisinde katılım oranlarını belirleme görevi gördükleri için, iktidar müdahalesi ve manipülasyonuna açık hale gelmişlerdi. Bu “nisbîlik” ilkesinin net olarak yer aldığı iyi bir örnek, Osmanlı’nın Şubat 1914’te Rusya ile imzaladığı, Ermenilere yönelik reform anlaşmasıdır. Bu reforma göre Ermeniler bulundukları yerel birimlerin idari aygıtlarında o bölgelerdeki nüfusları oranında yer alacaklardı. Öte yandan, benzer bir manipülasyon kaygısı gayrimüslim kurumlarında da gözlenecek, nitekim Osmanlı devletiyle bu kurumların nüfus istatistikleri arasında aşırı büyük farklar ve karşılıklı “şişirmeler” meydana çıkacaktı.
Bu noktada yazar, halihazırdaki literatürdeki yaygın kabulleri çürüten iki önemli tespitte bulunuyor. Birincisi, son genel nüfus sayımını 1907’de yaptığı bilinegelen Osmanlı devletinin aslında, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında yoğunlaşan etnisite mühendisliği politikaları doğrultusunda, dar kapsamlı ve yerel ölçekte çok sayıda “operasyonel” sayımlar yapmış olmasıdır. Böylesi sayımların doruk noktası ise 1915 yılındaki, genel kapsamlı “gizli” nüfus sayımıdır. 20 Temmuz 1915’te Talat Paşa’nın emriyle, ülke çapındaki tüm köy ve kasabalarda yaşayan insanların “milliyet esasına nazaran evvelce ve elyevm mevcud olan miktarlarına havi” (s. 148) nüfus istatistikleri ve haritaları istenir. Yazar, 1919’da Sevr görüşmeleri için yayımlanan ve 1914 yılına ait çokça tartışılan “resmi” verileri içeren nüfus istatistiklerinin aslında, örneğin Justin McCarthy’nin iddia ettiği gibi 1914 öncesi verilere değil, 1915 gizli sayımına dayandığını savunuyor. Arşivlerde 1915 sayımına dair, 5 Osmanlı vilayeti ve 8 sancağının verilerine ulaşabilen yazar 1914’ten 1915’e Anadolu’nun nüfus kompozisyonunun nasıl dramatik bir şekilde değişti(rildi)ğini ayrıntılı sayısal dökümleriyle birlikte çarpıcı biçimde sunuyor.
İkinci önemli tespit ise, Osmanlı devletinin Müslümanların nüfus kayıtlarını, sanıldığının aksine sadece genel din paydası altında değil, aslında “etnik köken” bazında da tutmuş olduğudur. Gerektiğinde bir “ölçüm istasyonu” gibi çalışmış olan Osmanlı Sicill-i Nüfus İdaresi’nin kayıtlarında, bölgelere göre standart ve aynı ayrıntı düzeylerinde olmasa da (ki yazar “milliyet esası” kavramının farklı bölgelerdeki idareciler tarafından farklı yorumlandığını belirtiyor), ağırlıklı olarak etnik kökene dayanan 15 farklı Müslüman aidiyet kategorisi vardır: Türk, Tatar, Çerkez, Yörük, Kürt, Arap, Gürcü, Boşnak, Kazak, Arnavut, Laz, Şii, Sünni, Şafii ve Hanefi.
Öte yandan, bu bölümün (ne yazık ki muhtemelen nüfusa dair tespitlerin tarihçiler arasında yaratacağı tartışmaların gölgesinde kalabilecek olan) aynı derecede özgün başka bir tartışması, üçüncü araç olan “etnoğrafya çalışmaları” üzerinedir. Pozitivist bir damardan beslenen İttihatçı elitler, Anadolu’ya dair etnik dönüştürme planlarını “bilimsel” bir zarf içinde hayata geçirme peşindeydiler. İttihatçıların Anadolu’ya dair gelecek planlarının başarısının, bir terra incognita ya da “kapalı kutu” olarak tanımladıkları bu coğrafyayı “tanıma”ya bağlı olduğunu düşündüklerini, bunun için de etnoğrafik ve folklorik çalışmalara özel bir vurgu yaptıklarını anlıyoruz. Milliyetçi bir perspektifle folklor çalışmalarının bu dönemde yoğunlaştığını görüyoruz. Yazarın bu konudaki açıklama ve tespitlerinin, Arzu Öztürkmen’in tek parti dönemi ve sonrasında folklorla milliyetçilik ilişkisini irdelediği öncü çalışmasına (Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, 2. baskı, İletişim Yay., 2006) aslında çok önemli bir arkaplan eklediğini ve İttihatçı politikalardan Kemalist politikalara uzanan süreklilikler içine folkloru da yerleştirebileceğimizi ileri sürebiliriz.
Operasyonel nüfus sayımları ve Müslümanları bile etnik kökenlerine göre ayıran istatistikler, İttihatçı hükümete gayrimüslim ve gayri-Türk nüfusun yoğun olduğu yerleşim birimlerini tespit etme ve bu doğrultuda Anadolu’da yeni bir nüfus kompozisyonu için sevk ve iskân uygulamalarına girişmede rehberlik edecektir. Zira, savaş yılları, nüfus istatistiklerine müdahale döneminden nüfusun bizzat kendisine müdahale etmeye geçilen bir dönemdir. Bu uygulamalar ise kitabın belge zenginliği açısından en önemli kısmı olan Üçüncü Bölüm’ün konusudur. Bu bölümde, genel bir kronolojik sırayla İttihatçı hükümetin İslamlaştırma ve Türkleştirme politikalarının 6 etnik-dinsel grup (Bulgarlar, Rumlar, Ermeniler, Nasturiler ve Süryaniler, Yahudiler, Kürtler) özelinde nasıl hayata geçirildiği irdeleniyor. Her bir durumda çok farklı uygulamalar olsa da bu gruplara yönelik politikalarda bazı ortaklıklar vardır. Bunlardan biri, sözü edilen grupların özellikle yoğunlaştığı bölgelerdeki nüfus oranlarına sevk ve sürgün gibi yöntemlerle müdahale etmek ve bu oranı “tehdit” olarak algılanan bir düzeyin (genellikle % 10’un) altına çekmek hedefidir. İkinci ortak nokta, nüfusa “faydacı” bir bakış açısından yaklaşmak ve genel bir “temizlik” hedeflendiğinde bile aslında o nüfusun düşman safına geçip düşmana katkı yapmasına engel olmak ve o nüfus içinden iktidara faydalı olabilecek unsurları (asker, zanaatkâr, vasıflı eleman vb.) alıkoymadır. Başka bir ortak nokta ise, her durumda, yerleşim yerlerinden sürülen grupların yerine İttihatçı hükümetin benzer zorla sevk politikalarına tabi tutulmuş Müslüman muhacirleri yerleştirmesi politikasıdır. Hatta bu politika, dışarıdan Müslüman nüfus “celb” etme gibi Osmanlı nüfus pratiğinde görece az bildiğimiz ilginç bir boyut ortaya çıkaracak, zaman zaman devletin bizzat kendisi Balkanlar ya da Rusya topraklarındaki Müslüman nüfusu Anadolu’ya göç etmeye teşvik edecektir.
Bu bölümde, tahmin edilebileceği gibi, Rumlar ve bilhassa Ermenilere yönelik uygulamalar kapsam ve içerik açısından diğerlerine göre daha fazla yer tutmaktadır. Rumlar özelinde asıl hedeflenen kıyılardan iç bölgelere sürüp “hapsetmek” ve Yunanistan’a karşı bir koz olarak kullanmakken, Ermeniler özelindeki uygulama toptan Anadolu dışına (ama yine de imparatorluk dahiline) sürmek şeklindedir. Ermeniler meselesini yazar kendi konu çerçevesi içinde başarıyla kalarak ve “katliam mı-jenosid mi” polemiğine girmeden, ama sorunun çapını ve yol açtığı trajediyi de soğukkanlı bir biçimde gözler önüne seren bir yaklaşımla inceliyor. Yazara göre Ermeni tehcirini diğer göç ve sevklerden farklı kılan, dolayısıyla da trajedinin boyutlarını artıran 4 nokta var: Birincisi, yaşlı, çocuk, hasta ayrımı yapmaksızın toptan göç ettirme; ikincisi, Ermeni nüfusun yaşadığı bölgenin iklim, topoğrafya ve diğer yaşam şartlarıyla tehcirin yapıldığı bölge (Zor) arasındaki hayati farklar; üçüncüsü, tehcirin savaş koşullarında ve insanlıkdışı bazı uygulamalar eşliğinde gerçekleşmiş olması; son ve en önemli nokta ise, bu üç noktanın da İttihatçı hükümet tarafından bilinmesine rağmen tehcir kararındaki ısrar.
Bu ısrardaki hedef, Talat Paşa’nın savaş sonrası bir beyanında dile getirilen ve İttihatçı politikalara bir “matematiksel haklılık” kazandırma hedefinin de güzel bir yansıması olan, “Ermeni bölgeleri denilen Anadolu’nun doğusunda, nüfusun % 90’ının Türk geri kalanının ise Kürt olduğunu” (s. 428) ifade eden sözleridir. Gerçi, bu % 10’luk kesim için de yine matematiksel kesinlik politikaları devreye girecektir. Müslüman-ama-gayri-Türk unsurları Türk nüfus içerisine % 5 oranında dağıtıp iskâna tâbi tutma, İttihatçı etnisite mühendisliğinin özellikle Kürt unsur için hayata geçirmeye çalıştığı bir uygulama olacaktır. Yazara göre bu yöntemin kendiliğinden bir asimilasyon süreci için hızlandırıcı bir etki yapacağı düşünülmektedir. Asimilasyonun kendiliğinden olmayan boyutunda ise, özellikle başını Ziya Gökalp’in çektiği, sosyolojik ve etnoğrafik yöntemlerle süreci “bilimsel” bir zarf içine sokma gayreti yer alacaktır. Folklor ve etnoğrafya, Rıza Nur’un sözleriyle, “Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için” (s. 420) kullanılacaktır.
Fuat Dündar’ın çalışmasına yöneltilebilecek en ciddi eleştiri, tıpkı ilk kitabında olduğu gibi (İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası, 1913-1918, 3. baskı, İletişim Yay., 2007) İttihatçı etnisite mühendisliğinin sahip olduğu gücün boyutlarını olduğundan büyük gösteren bir kurguyla meseleyi ele alması. Yazar, savaş yıllarındaki Osmanlı devlet aygıtına ve altyapısal iktidarına neredeyse mükemmel bir merkeziyetçilik ve gelişmişlik atfediyor. Telgraf teknolojisini, bu mühendisliğin hızını ve hareket alanını devasa artıran bir altyapısal iktidar aracı olarak ele alıyor. Dolayısıyla, nüfusa müdahale uygulamaları, neredeyse merkezden tek bir elden planlanıp taşraya telgraf emirleriyle bildirilen ve çabucak pratiğe geçirilen pürüzsüz bir süreç. Keza, “İttihatçıların operasyonu başarılı olmuştur” (s. 434) tespiti.
Oysa Osmanlı devletinin sözü edilen dönemde böylesine gelişkin bir altyapısal iktidarı olmadığına (ve de telgraf teknolojisinin varlığının tek başına böyle bir başarı tespiti yapmaya yetmeyeceğine) dair kitabın kendisinde de yeteri kadar veri var. Rumların ve Ermenilerin askere alınmasında yaşanan sorunlar, asker kaçaklığı meselesinde devletin zorlanması gibi noktaları zikredebiliriz örneğin. Ayrıca, sivil bir insan grubunu zorla sevke tâbi tutma ile, yazarın bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak ifade ettiği, o gruba “faydacı” bir açıdan nüfuz edebilme yeteneği herhalde aynı şey değildir. Bu ikincisinde İttihatçı mühendisliğin başarısından bahsetmek zordur. Kaldı ki, Van bölgesinde Rusya’ya kaçan ve Musa Dağı’nda silahlı direniş gösteren Ermeniler örneğinde olduğu gibi, ilkinde de ciddi sorunlar yaşanmış olduğu bir gerçektir. Ayrıca, savaş yıllarındaki Osmanlı seferberlik deneyiminin başka boyutlarına baktığımızda da Osmanlı altyapısal iktidarının sınırlılıklarına dair başka örnekler görüyoruz. Yazarın da ele aldığı Kürtler özelinde, örneğin, askere alma kanunlarının hiç de devletin istediği gibi uygulanamadığını, dolayısıyla devletin yeniden, Hamidiye Alayları örneğindeki gibi, aşiretlerle belli tavizler üzerinden ilişkiye geçip Gönüllü Süvari Alayları oluşturarak bölgenin asker gücünden faydalanmaya çalıştığını görmekteyiz. Aslında, İttihatçı hükümetin makro planlarının pratiğe geçirilme öyküsüne, sahip olduğu gücün sınırlarının, pratik koşulların gerekliliklerinin ve de toplumdan gelen tepkilerin doğrultusunda, süreç içerisinde yeniden tanımlanan bir öykü olarak bakmakta fayda olacağını söyleyebiliriz.
Ayrıca, devletin operasyonel nüfus sayımlarında Müslümanları da Türk, Çerkez, Kürt gibi etnik kökenlerine göre kaydettiğini belirten yazar, “Türk” kategorisinin İttihatçılar tarafından nasıl tanımlandığını tartışmıyor. Bu kategori, sınırları belli net bir etnik kimliğe mi tekabül ediyordu? Ya da kastedilen basitçe, Türkçe konuşan Anadolulu Müslümanlar mıydı? Yoksa, bir İttihatçı politik etno-kimlik kurgusundan mı bahsediyoruz? Eğer yazarın savunduğu gibi İttihatçı Türk milliyetçiliğinde etnik bir kaygı/karakter varsa, bu sorunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sözü edilen etnik kaygıyla nüfus kayıtlarındaki bu kategori arasında nasıl bir ilişki var? Zira, yazar böylesi bir etnik Türkçülük anlayışının savaş yıllarında epey gelişkin ve olgunlaşmış olduğunu, Zafer Toprak’ın bunun aksini savunan yazısını (“Bir Hayal Ürünü: İttihatçıların ‘Türkleştirme’ Politikası”, Toplumsal Tarih,146, Şubat 2006) eleştirirken (s. 440) ve Toprak’ın Türkleştirme politikalarının şifreli telgraflarda somutlanan “gizlilik” ve “derin devlet” (s. 441) boyutunu hesaba katamadığını söylerken kabul ediyor.
Bu paralelde, yazarın İttihatçı iktidara mükemmel bir merkeziyetçilik atfetmesinden çıkan, Birinci Dünya Savaşı için askeri seferberlik çağrılarında milliyetçi bir propaganda kullanıldığı tespitine (s. 437), bu propagandada aslında çok belirgin bir Türkçü vurgu bulmanın epey zor olduğu karşı tespitiyle başka bir eleştiri yöneltilebilir. Sözü edilen seferberlik söyleminin, daha ziyade, popüler yönü kuvvetlendirilmiş bir Müslümanlık ve Türk unsuru hegemonik kılmaya meyilli bir Osmanlıcı “proto-milliyetçilik” olduğu ileri sürülebilir. Proto-milliyetçiliklerin etnik milliyetçiliklerden daha az agresif oldukları ve etnisite mühendisliğine girişmeyeceklerini elbette söyleyemeyiz. Bu son noktanın, Osmanlı bağlamında tartışmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Elbette bu eleştirileri sadece, bu değerli çalışmanın başlatacağı tartışmaya mütevazı ekler olarak ileri sürüyorum. Zira bu çalışmanın, özellikle Birinci Dünya Savaşı döneminin anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayacağını ve imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde Türk ulus-devletinin şekillenmesi tartışmalarında önemli bir yer tutacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Mehmet Beşikçi, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesidir.
Bu makale ilk olarak Virgül Dergisi’nde yayınlanmıştır. (No. 122 (Eylül 2008): 32-35. SAVAŞ, NÜFUS VE İKTİDAR:
İTTİHATÇI MİLLİYETÇİLİÐİN DEMOGRAFİK OPERASYONLARI, Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İstanbul: İletişim Yayınları, 2008.