GELİBOLU’YU ANLAMAK

Ari Folman’ın Beşir’le Vals filmi üzerine… (Enver Gülşen)

İsrail’in, Gazze’ye yardım götüren gemilere yaptığı baskın sonrası yardım gönüllülerinden dokuz kişi şehit olmuş ve birçok kişi de yaralanmıştı. Bu katliamın ve İsrail terörünün, İsrailli ve Batılı kimi yetkililer tarafından açıklanış biçimi aklıma İsrailli bir yönetmen olan Ari Folman’ın “Beşir’le Vals” adlı filmini getirdi. Baskın sonrası İsrail açıklamalarıyla, filmin, 1982’de gerçekleşen Sabra ve Şatilla katliamlarına bakışı arasında elbette birebir benzerlik kurulamaz. Ancak temel bazı noktalarda aynı bakışın görülebileceğini düşünüyorum.


Beşir’le Vals, kendisi de, Sabra ve Şatilla katliamı sırasında İsrail ordusuyla birlikte Lübnan’da görev yapmış olan Ari Folman’ın katliama yönelik bir vicdan muhasebesi gibi görünüyor. Katliamla ilgili hiçbir şey hatırlamayan bir yönetmenin, aynı birliklerde beraber görev yaptığı asker arkadaşlarını araştırıp onlarla yaptığı konuşmalar sonucu, olanları hatırlama girişimi olarak okunabilir film. Animasyon bir film olmasının kimi dezavantajlarına sahip olsa da, filmin en azından samimi bir çaba olduğu düşünülebilir.


Unutulmuş ya da unutulmak istenmiş katliam anıları, 20 yıl sonra bir vesileyle yönetmenin hayati problemi haline geliyor. Sabra ve Şatilla katliamları sırasında ne yaptığını, nasıl yaptığını, hatta orada olup olmadığını bile hatırlamayan filmdeki yönetmen, sadece katliama ait olup olmadığını bilemediği bir sahneyi hatırlamaktadır. Yönetmenin asker arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler tümüyle o sahnenin genişlemesi ve hakikati açması amacına hizmet ederler. Unutulmuş hatıralar yavaş yavaş hatırlanır ve filmin en sonunda yönetmenin o katliamlardaki yeri belli olur. Hep hatırladığı o sahne gerçekten olmuş mudur; yoksa, yönetmenin vicdan azabının, acısının katliam görüntülerinin üzerine binmesi sonucu oluşmuş bir hafıza oyunu mudur?


Peki, nedir Ari Folman’ın, filmdeki yönetmenin hafızasına kazı yapmak yoluyla bizlere anlatmak istediği şey? Onca vahşi ve büyük katliamın sorumluluğunun dağıtılmak yoluyla yok edildiği, unutulduğu ve bilincin çok derinlerine bir daha kullanılmamak üzere atıldığı mı? Dünyanın her tarafında askerlerin benzer yönelimlerle katliamlar yaptığı ya da katliamlara göz yumduğu mu? İsrail’in Sabra ve Şatilla katliamlarında sorumluluğunun olduğu; ama bunun, orada bulunmuş askerler tarafından pek de tümüyle bilinmediği mi?


Bu soruların hepsine hem evet hem de hayır cevabı verilebilir. Ari Folman’ın bir vicdan muhasebesi yaptığı ve kendi hafızasına yönelik bir arkeoloji çalışmasıyla katliamların mahiyetine yönelik bir açıklama yapmaya çalıştığı muhakkak. Dünyanın her tarafında benzer organizasyonlarla benzer katliamların olageldiği de bir başka gerçek… Ancak, filmin en önemli sorunu, üzerine oturmaya çalıştığı düzlemin oluşturmaya çalıştığı anlamları, bir haklandırmaaçıklama mekanizması olarak, bir tür masumiyet argümanı olarak kullanması.


Falanjistler Sabra ve Şatilla kamplarında çoluk çocuk, kadın katlederken, dışarıda onları koruyan İsrail askerleri öyle bir organize edilmişlerdi ki, o askerlerin hiçbirisi bütünüyle katliamın mahiyeti konusunda bir bilgi sahibi değildi! Evet, filmin, tüm günah çıkarma ve vicdan muhasebesi çabasına rağmen vardığı temel sonuç budur. Bu sonuç filmin üzerine oturduğu düzlemlerden birisinden kaynaklanıyor. Özellikle modern katliam tarihlerine, toplama kampları deneyimlerine bakarak, ortaya çıkan bu sonuç üzerine düşünmemiz gerekiyor.


Zygmunt Bauman yazdığı birçok kitapta modern katliamcılığın mahiyeti üzerine derinlemesine analizler yapar. Modern Batı medeniyeti, dünya tarihinde kendisini evrensel olarak gören tek medeniyet olması bakımından, kendisinde, modern olmayana yönelik bir eğitici dönüştürücü bir hak da görür. Bauman bu saplantıya “bahçecilik saplantısı” adını verir. Bahçecilik çağı, modern anlayışın ontolojisinin de açığa vurulduğu bir deyim olması açısından önemlidir. Modernlik, hiçbir nesneyi olduğu gibi ve neyse o şekilde saygı duyarak bırakmaz. Onu, kendi dünya görüşü ve planları nispetinde dönüştürür, çarpıtır ve bozar. Bahçecilik, işte bu modern saplantının dışavurumudur. Bahçede, “yabani” ya da “parazit” olarak görünen her şeyin yok edilmesi, ya da ıslah edilmesi demektir bahçecilik. Bu anlamda Holocaust, bu bahçeciliğin ilk büyük dışavurumu olarak toplumsal anlamda da kendini göstermiştir. Üstelik bu bahçecilik, kendisini evrensel ve tek uygarlık olarak gören Batı medeniyetinin, kendisinde gördüğü bir hak olarak toplumsal alana sirayet ediyordu. Artık “öteki” ya “ıslah edilecek”, ya “gettolaştırılacak” ya da yok edilecekti. Bunların dışında, “yabani otlar” için bir hayat hakkı yok demektir! Sabra ve Şatilla kampları modern gettoculuğun en vahşi örneklerinden birisidir.   


Nazi katliamları ve toplama kampları bu bahçecilik çağının trajedisi olarak Yahudi toplumunun bilinçaltına işlemiş durumda. Filmde, yönetmenin neden Sabra ve Şatila kamplarını unutmuş olabileceği sorusunu, arkadaşı, onun anne ve babasının Aushwitz’de toplama kampı deneyimi yaşamış olmalarına bağlar. Bir katliam ya da  kamp deneyimi, aynı insanların dahli olduğu bir başka katliam ve kamp deneyimini unutmalarına, o deneyimleri bilinçaltına atmalarına yol açıyor demek ki! Böylece İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da yaptıklarının da son derece “masum” bir açıklaması ortaya konuyor. Yapıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz! Yapıyoruz ama korktuğumuz için yapıyoruz! Yapıyoruz ama tüm dünya bize düşman; kendimizi korumak için yapıyoruz!


Filmin, katliam sırasında gözcülük ve koruyuculuk yapmış İsrail askerlerinin gözünden Sabra Ve Şatila katliamlarına yönelik açıklaması, Bauman’ın modern katliam organizasyonlarına yönelik açıklamalarıyla örtüşüyor. Modern öncesi çağlarda insanın vicdanî sorumluluğu olarak beliren vicdan azabı, günah ve tevbe gibi kavramlar da kalmamıştır modern çağlarda. Modern çağ bir işbölümü çağı olarak vicdanları parçalayarak ahlaki sorumluluğu, kimsenin sahiplenmediği bir cüzamlı haline getirmiştir. Zira modernliğin organizasyon “dehası” sayesinde, hiç kimse planın tümünün “yazarı” değildir. Herkes o planın (ve katliamların) bir unsuru, değiştirilebilir çarkıdır. Eichmann gibi, binlerce insanı öldürse de, gaz odalarında insan yaksa da, hiçbir vicdan azabı duymayan “sadece görevini yapmış” temiz aile babalarıdır, modernliğin toplu katliamlarını yapanlar! Vicdan azabının olduğu durumlarda dahi bu, sorumluluğu üzerine almak şeklinde değil; ama filmde yönetmenin yaptığı gibi hatırlamak ve “kurtulmak” olarak işlev görür… “Unut ve kurtul” prensibinin dikatomisi olarak “hatırla ve kurtul”…  


Filmin, İsrail askerlerine ve operasyonuna yönelik açıklamasının, sorumluluğun yok edilmesine yönelik modern plancılıkta ve “karşı tarafın” yaptıklarına yönelik korku sahibi olan askerlerin masumluğunda düğümlenmesi şaşırtıcı değil. Gencecik ve korkan askerler olarak ne olup bittiğinin, nereye gittiğimizin, amacımızın ne olduğunun bile farkında değildik demeye getiriyor yönetmen. Bu korku ve pişmanlık, o operasyonun içinde yer alan hemen tüm askerlerde bir tür gönüllü unutma hali olarak tezahür ediyor.


Bauman, katliamların ya da kampların modern anlayışta “uzaklık yaratmak”  yoluyla mümkün olabildiğini söyler. Bu şu demektir: Fiziksel uzaklık, teknoloji ile mümkün hale gelir. Artık bir askerin, kurbanının gözüne bakma gereği duymadan bilgisayar ekranındaki bir noktayı vurur gibi insan öldürmesi mümkün hale gelmiştir. Modernlik hayatları hızlandırdığı gibi, öldürmeleri de hızlandırmıştır bu anlamda. Ancak Bauman’ın çizdiği bu uzaklığın ötesinde, en büyük uzaklık psikolojik, siyasi ve toplumsal uzaklıktır. Holocaust’u mümkün kılan ikincisiydi, bugün Bosna, Filistin ve Irak’ta olan da ikincisidir. Sabra ve Şatilla katliamları da bu sayede mümkün olmuştur. Katliam yapanlara ışıklandırma fişeği atarak, onları koruyarak yardım eden İsrail askerleri, kendileri ile kamptakiler arasında yarattıkları uçurumla yüz yüze kalmak istemezler. Yönetmenin yaşadığı travma ve hafıza kaybı, istenmeyen bu yüzleşmenin gerçekleşmesi sonucu gerçekleşen bir travmadır. Uzaklık, katliamdan hemen sonra göz göze bir temasa ve acının birebir yaşanmasına dönüşünce, vicdan dayanamamış ve unutmayı yeğlemiştir.  


Filmin en önemli artısı modern katliam planlamasına yönelik açılımları ise, en büyük problemi de bu organizasyonlarda yer alanları birer “kurban” olarak tanıtma çabasıdır. Hafızaya yönelik psikanalitik kazılar, insanın derinine yönelirken, o insanların oluşturduğu organizasyonların “insansız” birer mahlûkat olduğu fikrine ikna olmamızı ister. İnsan olarak acı çeksek de, canımız yansa da, hatta unutsak da, elimizde yapabileceğimiz pek bir şey yoktur! Korkuyorduk! Lübnan’a giden askerler amaçlarının ne olduğunu bilmiyorlardır. Sabra ve Şatilla katliamlarına gözcülük yapanlar, aslında gerçeği parça parça bildikleri ve tümüne hâkim olamadıkları için müdahale edememişlerdir! O askerlerin yollarda öldürdükleri insanlar da vardır; ama bu cinayetler, bütünüyle korkudan ve yaratılan fiziksel ve psikolojik uzaklıklardan maluldürler.


Film bir taraftan Bauman’ın yaptığı tarzda bir arkeolojiye zemin hazırlarken, diğer taraftan bütün katliamların ama özellikle İsrail’in yaptıklarının haklandırılabilmesinin önünü açıyor. İsrail’de yaşayan hemen herkesin ailelerinde toplama kampı deneyimi vardır. O zaman o deneyimin yarattığı ezeli korku ve kendilerinin yarattığı katliam ve kamplara yönelik  “unutma” içgüdüsü, ortaya organizasyonu eleştiren ama fertleri tümüyle masumlaştıran bir durum yaratıyor. Mavi Marmara Gemisi’ne baskın yaparak birçok kişiyi öldüren İsrail askerlerinin yaptığı eylemi, İsrailli yetkililer, “karşı tarafın terörist olmasına” ve İsrail askerlerinin korkmalarına bağlamışlardı. Gazze’yi her gün bombalayan, binlerce insanı öldürmüş olan İsrail, bu eylemleri de Hamas’ın eylemlerinden “korktuğu” için yapıyordur.


Tüm suçu modern planlamacılığa ve katliam organizasyonculuğuna atarak vicdan azabının giderilmesi… Filmin ana çizgisi burada düğümleniyor. Film, bir vicdan muhasebesi çabası olarak başlayıp, her şeyin dağıldığı bir sorumsuzluk düzleminde bitiyor. Ortada suçlu yoktur! İsrail askerleri tek tek bakıldığında suçsuzdur; ama yöneticiler ve organizasyonun köşe taşları daha az masumdur! Ama onlar da organizasyonun tümüne hâkim olmadıkları için tümüyle suçlu değillerdir. Ariel Şaron bile değildir!

8.006 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir