GELİBOLU’YU ANLAMAK

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Araplar ( Talha Çiçek )

Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya nazaran inhitatı ve üst üste gelen yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlı yöneticilerini Devlet’in gerilemesini durdurmak için çareler aramaya yöneltti. Bu arayışlar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu gibi çok milletli bir toplumu Batı’nın ulus-devlet modeline göre yeniden örgütlemeyi amaçlayan düzenlemelere gidildi[i]. Genelde Osmanlı İmparatorluğu’nda, özelde Arap vilayetlerinde  yapılan idari düzenlemelerin temelinde yatan muharrik unsur bu şekilde Batı’nın sistemini devşirerek onun seviyesine “çıkma” gayretidir.


Batı karşısında gerileme ile birlikte gelen toprak kayıpları, İmparatorluktaki unsurları bir arada tutabilmek için bir takım arayışları da beraberinde getirdi. Bu bağlamda Batılı ulus-devlet model alınarak imparatorluktaki unsurları bir arada tutacak yeni kimlik tasavvurları geliştirme yoluna gidildi. Bu anlamda ilk olarak geliştirilen Osmanlıcılık fikri, unsurların tek bir üst Osmanlı kimliği altında birleştirilmesini içeriyordu. Daha sonra imparatorluk sınırları içinde Müslüman nüfusun oranı artınca bunun yerine İslam’ın etrafında bir ortak kimlik geliştirme yoluna gidildi. Osmanlı Devleti yıkılıp da Osmanlıcılık ideali tamamen ortadan kalkınca Arap ve Türk ulusları temelinde bir kimlik inşası sürecine girildi.


İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk toplantısında Ahmet Rıza ile Prens Sabahattin arasında başlayan ‘adem-i merkeziyet’ tartışmalarının II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı bürokratları arasında iki eğilimin yaygınlaşmasına yol açtığını görmekteyiz. Birincisi İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından temsil edilmekte olup yönetimde merkezileşme yönündeki eğilimdir. Bunlara göre Osmanlı İmparatorluğunun birliği ancak merkezileşme yoluyla sağlanıp korunabilir. Bu temayül başlangıçta Osmanlı kimliğinin ön plana çıkarılıp İttihad-ı anasır siyasetinin takibi ile, daha sonraları ise Türkçülük siyaseti ile merkezileşme amacını gerçekleştirmeye çalışmıştır. İkinci grup ise yönetimde adem-i merkeziyet ilkesini benimsemiş kişilerden oluşmakta idi. Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti tarafından temsil edilen bu ekol ise eyaletlerin ve milletlerin özerk bir şekilde örgütlendirilmesi gerektiğini savunuyordu. İmparatorluğun Rum, Slav, Bulgar, Ermeni, Arnavut ve Arap gibi milliyetleri de daha çok bu grubu desteklemekteydiler[ii]. Fakat yönetimde daha çok İttihatçı merkeziyetçi grup etkili olmuştur. Adem-i merkeziyet yönünde ıslahat talep eden Arap entelektüelleri ile  İttihat ve Terakki yönetimi arasında I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında yaşanan sorunların temelinde bu iki farklı anlayışın tesirleri vardır.


Merkezileştirme, Türkleştirme ve Cemal Paşa


İttihat ve Terakkinin bu merkezileştirme ve Türkleştirme politikasının en müşahhas numunesini I. Dünya Savaşı sırasında Cemal Paşa’nın Şam’da yaptığı icraatlarda görebiliriz. Her ne kadar bazı İttihatçılar tarafından bile tenkit edilse de[iii], Cemal Paşa’nın Suriye’deki icraatları aslında İttihat ve Terakki zihniyetinden ayrı ve bağımsız değildir. “Cemal Paşa bir taraftan zor, bir taraftan da imar ve ıslah siyasetini kullanarak”[iv] burada merkezi otoriteyi kurmak istemiş,  yaptığı her şeyi İttihatçı anlamıyla merkezi otoriteyi tesis etmek namına yapmıştır. Atay’ın da özlü bir şekilde ifade ettiği gibi “Filistin için tehcir, Suriye için tedhiş ve Hicaz için ordu”[v] kullanmak yoluna gitmiştir. Suriye’de yaptığı idamlarda da, verdiği sürgün kararlarında da İttihat ve Terakki’nin merkezileştirme politikalarına karşı beliren muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı isimli kitabında tasvir ettiği Suriye’deki Cemal Paşa imajı, Dördüncü Ordu Komutanı’nın siyasetini ve bunun Arap teba üzerindeki etkisini ortaya koymaktadır: “…Fakat Cemal Paşa için artık herkesin bildiği rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriye’de derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa, affedip etmemeyi düşünüyor, demektir. Yalnız bıyık burkmasından korkunuz, o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.”[vi].


Gerek Şerif Hüseyin isyanının meşrulaştırılmasını sağlayacak dilin oluşmasında gerekse I. Dünya Savaşı esnasında Suriye’de Osmanlı yönetimine karşı muhalefetin artmasında, Cemal Paşa’nın Suriye’deki 4. Ordu komutanlığı sırasındaki icraatları etkili olmuştur. Cemal Paşa’ya göre Birinci Dünya Savaşı’nın başında Şam’daki Fransız konsolosluğundan müsadere edilmiş olan resmi belgeler, Fransa’nın Suriye üzerindeki emelleri ve bazı Suriye ileri gelenlerinin Fransız Himayesi altında Arap bağımsızlığını sağlama hususunda Fransızlarla temas ve ilişkileri olduğunu ortaya çıkarıyordu[vii]. Bu belgelerde Suriye’nin özerk bir emirlik olması talebi yer alıyordu. Bazısında Fransız koruması, bazısında İngiliz koruması talep ediliyor, bazısında da böyle bir talebe rastlanmıyordu[viii]. “Cemal Paşa, 1915 yılı eylülünde, bu belgelerde adı geçen kimselerin bazısı hakkında takibat yürütülmesine karar verdi ve Divan-ı Harb-i Örfi bunları idama mahkum etti ve hepsi asıldılar”[ix].


Cemal Paşa’nın gerçekleştirdiği bu idamlar,  Araplar’ın Osmanlı Devleti’ne olan bağlılık duygularında zayıflamaya yol açmış ve “el-Ahd” ve “el-Arabiyyetü’l-Fetat” gibi Arap milliyetçisi örgütlerin taraftar sayılarını artırmıştır[x]. Bu idamların tamamen Osmanlı yanlısı olan düşünürler tarafından bile “zorbalık” olarak değerlendirildiğine bakılacak olursa[xi], bu olaylardan sonra özellikle Suriye ve Lübnan’da Osmanlı Devleti’nin büyük bir itibar kaybına uğradığı sonucu çıkarılabilir.


İdamlardan başka üzerinde durulması gereken bir diğer konu da sürgünlerdir. Suriye’deki baskın Arap nüfusunu azaltmaya ve bu kimliği Suriye için belirgin bir kimlik olmaktan çıkarmaya yönelik olarak uygulanan bu sürgünler, Türkleştirme politikasının en somut tecessümleridir. Özellikle Çanakkale Savaşı’ndan sonra Cemal Paşa Suriye’deki birçok aileyi Anadolu’ya sürgüne göndermiştir. Hatta bu iş için bir Tehcir Komisyonu kurularak sürgüne gönderilenlerin mülkleri tespit edilmiş ve bunlara karşılık kendilerinin Anadolu’da mülk edinmeleri sağlanmıştır[xii]. Zira ünlü İttihatçılardan olan Emir Şekib Arslan’ın belirttiğine göre Cemal Paşa bölge bölge, her yerin ileri gelenlerini toplattırıyor, sonra bunları saydırıp, yabancılarla irtibat içinde oldukları gerekçesiyle, sayılarına göre % 10’unu kura ile ayırarak sürgüne gönderiyordu[xiii].


Adem-i Merkeziyetçilik, Arapçılık ve İsyan


1915 Martının sonlarında Şam’da, Suriye’deki Milliyetçi gizli cemiyetlerle yaptığı görüşmede, Faysal’a bölgede çoğunluğu Arap askerlerden oluşan üç Osmanlı tümeni olduğunu ve gizli cemiyet komplocularının bu tümenlerin kendilerine itaat edeceğine inandıkları söylenmişti. Gizli cemiyet[xiv] üyeleri merkezi otoriteye karşı bir isyan’a liderlik etmekten söz ederken bu konudaki çekingenliklerini de dile getiriyorlardı. Bir kere, çoğu Osmanlı Devleti ile Avrupalı müttefikler arasında bir seçim yapmak gerekirse Avrupalı Hıristiyanlar yerine Müslüman Türkler tarafından yönetilmeyi istiyorlardı. Bir başka neden de, Almanya’nın savaşı kısa bir sürede kazanacağına inanıyor[xv] ve kaybedecek tarafın desteğinin kendi amaçlarını gerçekleştirmeye yetmeyeceğini düşünüyorlardı.


İttihat ve Terakki yönetimine karşı isyan etmek düşüncesinde olan Şerif Hüseyin, İstanbul’da devletin ileri gelenleriyle birtakım görüşmeler yapması ve Şam’a uğrayıp bu gizli cemiyetlerin gücünü öğrenmesi için Faysal’ı, Şam’a göndermiştir. 9 Ocak 1915 tarihinde Faysal, El-Ahd[xvi] ve el-Fetat[xvii] arasında Şam Protokolü imzalanmıştır. Bu protokol ile gizli cemiyetler Şerif Hüseyin’e destek vermeyi kabul etmişlerdir[xviii]. Bu protokole göre temel amaç “Arap varlığını korumak için Arap beldelerinin özgürlüğünün sağlanmasıdır. Ama eğer Arap vatanının Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilme tehlikesi söz konusu olursa, bu dernekler Türklerle birlikte mücadele edeceklerdir.”[xix]. Ayrıca, Büyük Britanya’nın Şerif Hüseyin’in kuracağı büyük Arap devletini tanıması koşuluyla bu dernekler isyana destek vereceklerdi. Faysal da, Şerif Hüseyin ile bu dernekler arasındaki görüşmelere aracılık etmiştir[xx].


Emir Faysal’la ve Osmanlı Merkezi idaresiyle bu şekilde pazarlıklar yapan bu cemiyetlerin amaçlarının toplumda bir karşılığı yoktu. Dahası, insanların zihninde “milliyet” kavramının bir anlamı yoktu. Ömrünün büyük bir kısmını Arap dünyasında geçiren ve daha sonra İngiltere’nin Irak’taki Sömürge Yönetimi temsilciliğini yapan Gertrude Bell insanların kimlik tasavvurları ile ilgili şunları yazmaktadır: “Bir Türk ya da bir İranlı, İngiliz veya Fransızlar gibi “benim ülkem” diye başlayan cümleler kurmaz. Onun kendini tanımlaması yaşadığı şehir ile sınırlıdır. Şayet ona hangi milliyetten olduğunu sorarsanız size… Şam ya da Halep’ten olduğunu söyleyecektir. Suriye, hiçbir milliyetçi duygu içermeyen coğrafi bir ibaredir.”[xxi]Yine bir başka yazısında şunları ortaya koyar: “Arap birliğini sağlamak amacıyla kurulan derneklerin ve onların yabancı yayınevlerinde bastırdıkları broşürlerin değeri nedir diye sorarsanız cevap basit: onların hiçbir değeri yoktur. Suriyeli bir tüccar bir bedeviden ziyade bir Osmanlı ile ortak yönlere sahiptir ve bunların birbirlerini boğazlamalarını da yine Sultan’ın yırtık pırtık elbiseleri olan askerleri önlerler”[xxii]


Bu cemiyetler ve toplumsal destekleriyle bağlantılı olarak en son belirtilmesi gereken, Suriye halkının savaş Osmanlı aleyhine döndükten sonra bile Osmanlı aleyhine dönmediğidir. 1918 yılında Lawrence, Londra’ya gönderdiği gizli bir raporda, Suriye’de Osmanlı karşıtı bir isyanın kendiliğinden ortaya çıkmasının imkanının olmadığını belirtmektedir[xxiii] Milliyetçi hareketin halk nezdindeki yerini göstermesi bakımından kayda değerdir Şerif Hüseyin dahi isyan ettikten sonra yaklaşık on ay Mekke’de hutbenin Sultan Reşad adına okunması da bu gerçeğin ispatıdır[xxiv].


Ayrıca, I. Dünya Savaşı başladığında İttihat ve Terakki Cemiyeti Arap kabile liderlerine, onları “küffara karşı işbirliğine” davet eden yazılar dağıtmıştır. Bu yazılardan birinde “Hıristiyan hükümetler yek diğeriyle harp ediyor. İngiltere de devlet-i aliye ve alem-i İslam’a karşı hareket etmek istiyor. Böyle bir hal vukuunda İslamiyet’in muhafazası için küffara karşı elbirliği ile çalışmak bütün İslam’a farzdır.”[xxv] demektedir. Bu çağrıya İbnü’r-Reşid “Tekmil maiyetim ile birlikte hükümetin belirlediği yönde hareket edeceğim ve harekete hazırım” cevabını vermiştir[xxvi].  Ayrıca İmam Yahya ve çeşitli aşiret liderleri de bağlılıklarını bildiren mektuplar göndermişlerdir. Dahası, Kanal harekatı sırasında Sina Çölü’nde bulunan bedevi kabileler Osmanlı safında yer alıp, İngilizlerin durumunun Osmanlı ordusuna bildirilmesinde büyük yararlılıklar göstermişlerdir[xxvii].


Osmanlı egemenliğinde yaşayan Arapların çok büyük bir çoğunluğu Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsız bir Arap devleti kurmak fikrinden uzaktı. Şam ve Beyrut’taki Arap milliyetçisi bazı cemiyetlerin ise ayrılıkçı bir karaktere sahip olduklarını söylemek için yeterli belge ve bilgilere sahip değiliz. Zira hayata geçirilememiş Şam Protokolüne göre isyan ettirilmesi düşünülen “milliyetçi” Arap askerleri savaş sonuna kadar Cemal Paşa ile birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardır[xxviii]. Şerif Hüseyin’in hareketinin Arapları temsil etmediğine dair ikinci bir misal de Sati el-Husri’nin bahsettiği üzere Mısır’daki Osmanlı yanlısı hareketlerdir. El-Husri’ye göre Mısırlılar kendilerini Arap bile görmüyorlardı[xxix]. Ayrıca Mısır’da yayınlanan el-Ehram gazetesinde isyan hakkında çıkan haber de düşmancaydı. Gazete, Şerif Hüseyin isyanın milliyetçi bir hareket olup olmadığı sorusundan hareketle “hayır” cevabını verir. Çünkü “Türk halkı, egemenliği altında bulunan diğer halkların doğuştan sahip oldukları hakları ellerinden almamıştı.”[xxx].


Arap milliyetçiliği’nin başlangıcı ve gelişimi hakkında yapılan son çalışmalar, bu hareketin toplumsal desteğinin tespiti hususunda önemli bilgiler içermektedir. Dawn’ın tesbitine göre 1914 Ekim’ine kadar Doğu Arap vilayetlerinde, Arap Milliyetçiliği’nin açık savunucusu ve Arap milliyetçisi cemaatlerin  üyesi olanların adedi sadece 126 dır. Bu o dönemde Suriye’de her 100.000 kişiye 3.5 Arap milliyetçisi, Filistin’de 3.1, Lübnan’da ise 2.4 Arap milliyetçisi düştüğünü göstermektedir[xxxi]. Daha sonraki bir çalışmada Tauber bu sayıyı 180 olarak belirlemektedir[xxxii]. Bu rakamlar Osmanlı Devleti’nde Arapçı düşüncelerin yaygınlaştığını düşünmemiz için oldukça yetersiz bir orandır. Dahası bunların bağımsızlık talep edip etmedikleri belli değildir. Ayrıca Efraim ve İnari Karsh’ın çalışmaları o dönemin Suriye, Lübnan ve Irak’ında bölgesel otonomi talep edenlerin varlığını ortaya çıkarır[xxxiii]


Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap vilayetlerinde ve özellikle  Suriye’de meydana gelen olayların temelinde İttihat ve Terakki yönetimi ile Adem-i Merkeziyet talebiyle vilayetlerde reform taleb eden Araplar arasında çıkan çatışmanın büyük tesiri vardır. Arapların büyük çoğunluğu savaşın sonuna kadar devlete sadık kalmışlar, hatta savaş bittikten sonra da Türk yönetimi ile manda idaresine karşı mücadele etmek için işbirliği içinde olmuşlardır. Şerif Hüseyin isyanı da Arapçı ve Araplar temsil eden bir isyan olmaktan çok uzaktır. Ingiliz askerleri ve birkaç bedevi kabilenin yardımıyla ortaya çıkmış ve ingiliz ordusuyla birlikte Şam’a girmiş bir harekettir.


 


 

Bu çalışma Kültür Dergisi Mart 2008 Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı’nda Yayımlanmıştır.




[i]               Mardin, Şerif, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul:1991:175207.



[ii]              Bu unsurların reform için kendi aralarında da bir dayanışma sergilediklerini görmekteyiz. Zira Arapların kurduğu  El-Lamerkeziyye cemiyetinin Paris’te düzenlediği 1913 Paris Arap kongresinde Ermenilerin cemiyete üyelik başvurularının kabulüne karar verilmiştir. Gerekçe de Ermenilerin de tıpkı Araplar gibi imparatorluk unsurları arasında eşitlik, yönetimde reform gibi talepleri bulunmasıdır. Yani ortak sorunları paylaşmalarıdır (el-Hatib, 1996:117).



[iii]              Cemal Paşa’nın Arap vilayetlerindeki politikası İttihatçılar tarafından da tenkit edilmiştir. Örneğin;  Tanin başyazarı Muhittin Birgen şunları yazmaktadır: “Mekke ile olan bu siyasi münasebeti idare vazifesini ele alan Cemal Paşa isteseydi sessizce bir hülul usulü takip ederek Şerif Hüseyin’le anlaşır ve İslamlık propagandasına kuvvet vererek onun hariçle temasına ve harice doğru akıp gitmesine mani olabilirdi. Cemal Paşa bunu yapabilecek kabiliyette, diplomatlığı ve hululü bilir bir insandı. Fakat, o, bu yoldan gitmedi ve Suriye’de Suriyelilere karşı tuttuğu sert siyaseti, yalnız bir daha yumuşatarak Şerif Hüseyin’e karşı da tekrar etti. Bu Türkiye’nin harp içindeki kuvvetlerini ve vasıtalarını iyi ölçmemekten ileri gelen bir gidiş idi. Öyle tahmin ediyorum ki, harbin ilk zamanlarında Cemal Paşa başka yoldan gitmiş ve Şerif’i kendisine çekmiş bulunsaydı, Şerif Hüseyin İngilizlerle anlaşma tarafına gitmez, hiç olmazsa bunu tehir ederdi (Birgen, 2006:275)



[iv]              Atay, Falih Rıfkı, Zeytindağı, İstanbul:1964:57.



[v]              Atay, a.g.e., s.54.  Savaş yıllarında bölgede Cebel-i Lübnan Mutasarrıfı olarak görev yapan Ali Münif Bey hatıralarında Cemal Paşa’nın bölgedeki icraatlarından şikayet etmektedir: “…Lübnan’daki vazifem sırasında yegane zorluğu Cemal Paşa’dan gördüm. O, kırıcı otoritesiyle muhiti hükümetten nasıl soğutuyorsa, ben bunun ıslah ve iadesine uğraşıyordum. Esasen Lübnan’a vali-i umumi sıfatıyla gönderilmemin de yegane sebebi bu idi…” (Toros, 1996:71).



[vi] Atay, s.62



[vii] Fransız konsolosluğundan ele geçirilen belgelere göre idam edilenlerden Şefik Bey el-Müeyyed’in Fransız konsolosluğundan talepleri şu şekildeydi: “Şefik bey Suriye’de arzulanan reformları şöyle izah etti. Suriye’deki üç eyaletin otonom bir idare altında birleştirilmesini, Türklerin yerine Arapların kamu idaresinde görev almasını talep ediyordu. Ayrıca, eğer Osmanlı hükümeti Suriye’ye bir Askeri müdahalede bulunursa Fransa’nın müdahale edip etmeyeceğini soruyordu.” (Arab Bulletin, Cilt:1, Sayı:2, 12 Haziran 1916:16). O dönemde Osmanlı Devleti içerisindeki reformların büyük çoğunluğu batılı devletlerin zorlamasıyla yapıldığından içeride reform talep eden kişi veya grupların batılı devletlerle temas kurması, temas kurmuş olduğu devlet ile mutlaka organik bir bağı olduğu anlamına gelmez. Arap reformcuların da çoğu çoğu Osmanlı Devleti’ni Arap vilayetlerinde reforma zorlamak maksadıyla batılı devletlerle ilişki içerisinde olmuşlardır. Bu konuda ayrıntılı izahat için Selim Ali Selam ı hatıralarına bakılabilir. Beyrut Şehreminin Anıları, İstanbul:2005.



[viii] (Arab Bulletin, Cilt:1, No:2, 12 Haziran 1916:16-17).



[ix] Erden, Ali Fuat, Suriye Hatıraları, İstanbul:2003:324. İdam edilenler arasında Osmanlı mebuslarından Rüştü bey eş-Şema, eski mebuslardan Şefik bey el-Müeyyed, Osmanlı ayanından Abdülhamid ez-Zohravi , Dürzü Şeyhü’l-Meşayih’i Yahya el-Atraş, mülkiye müfettişlerinden Abdülvahhab el-İnglizi ve Şükrü el-Aseli Beyler gibi Şam’ın önde gelenleri de bulunuyordu (Umar, 2004:337).



[x]              Eş-Şilik, Ahmet Zekeriyya, el-Arab ve’d-Devle Usmaniyye,Kahire:2002, s.287.



[xi]              Arslan, Emir Şekib, İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları, İstanbul:2005, s.101.



[xii]  Arslan, a.g.e., s.98.



[xiii] Aynı eser, s.77. Falih Rıfkı’nın naklettiği ve Cemal Paşa’nın makamında geçen Nablusluların sürgüne gönderilmesi olayı Arslan’ı doğrular niteliktedir: “Cemal paşa-Devlet-i metbuanıza karşı irtikâb etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?


                Kimi ellerini, kimi ağızlarını oynatarak, safın arasından:


                -Estağfirullah…


                -Estaizübillah, gibi birtakım kelimeler duyuldu..


                Kumandan (Cemal Paşa) bir bakışta bu mırıltıyı keserek:


                -Susunuz! Diye bağırdı ve devam etti:


                -Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz?


                Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.


                -İdamdır, idam dedi; fakat Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailenizi Anadolu’ya nefyetmekle iktifa ediyorum.


                Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek kararına karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.


                -Gidebilirsiniz! dedi.


                Üst üste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar.


                Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:


                -Ne yaparsın, dedi buralarda böye söküyor!” (Atay, zeytindağı,1964:15-16).



[xiv] Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan bu cemiyetleri iki ana gruba ayırabiliriz.  Birinci  kategori Jön Türklerin milliyetçi  politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkan topluluklardan oluşur.  El-Ahd ve el-Fetat bu tür örgütlerdendir.  Diğerleri ise bölgesel amaçlar takip etmişlerdir.  Bu dernekler Kültürel Anlamda Arap milliyetçisidirler Arapların Osmanlı’da daha iyi şartlar altında yaşamasını amaçlamışlardır.  Ama ayrılıkçı olduklarını söyleyemeyiz. Daha çok Osmanlıcı bir duruşları vardır (Tauber, the Emergence of Arab Movements, 1993:1-47)



[xv] Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış, İstanbul:2004, s.144.



[xvi] İtalyan işgalinden kurtarılması amacıyla Senusi direnişini örgütlemek  için giitiği Libya’dan 1913 yılında dönen Aziz Ali el-Mısri tarafından kurulmuş gizli bir örgüttür. Üyelerinin büyük bir çoğunluğu Osmanlı ordusundaki Arap subaylardan oluşmaktadır. Örgütün amacı Osmanlı Devleti’ni bir Avurturya-Macaristan İmparatorluğu gibi bir Arap-Türk imparatorluğuna dönüştürmekti Tauber, Eliezer, “Secrecy in Early Arab Nationalist Organizations”, Middle Eastern Studies, Sayı:33, 1997:122.



[xvii] Abdulhamid sonrası dönemde kurulan ilk gizli Arap cemiyetidir. 1909 yılında Paris’te, orada eğitim gören birkaç Arap öğrenci tarafından kurulmuştur. Amacı, Arapların haklarını korumak ve yaşam standartlarını yükseltmekti Tauber, 1997:119.



[xviii] Kasımiyye, Hayriyye, El-Hükumetü’s-Suriye fi Dımaşk, Kahire:1971:28. Şerif Hüseyin’den önce İbn Suud Suriye’deki bu gruplara, Osmanlı’ya karşı başlatacakları bir isyanda onlara önderlik etmeyi teklif etmiştir. Fakat bu gruplar İbn Suud’un böyle bir isyana önderlik edebilecek kapasitede olup olmadığından şüphe ettikleri için bu teklifi reddetmişlerdir (Said, Emin, Tarihu Devletü al-Suudiyye, Beyrut:1964,s.37-8). Bu da bize zamanın Arap liderlerinin bu cemiyetlerin gücü ve Osmanlı ordusundaki Arap askerler üzerindeki etkileri hususunda yanılgıya düştüklerini göstermektedir.



[xix] Kadri, Ahmet, Müzekkirati an es-Sevratu el-Arabiyyeti el-Kübra, Dımaşk:1956, s.58. Bir İngiliz istihbarat raporunun belirttiğine gore bu cemiyetler Fransız mandasına şiddetle karşı çıkmakla birlikte İngiliz mandasına nispeten daha sıcak bakmaktadırlar (Arab Bulletin, Cilt:1, No:1, 6 Haziran 1916:8).



[xx] Hammad, Mecdi, el-Askeriyyun el-Arab ve Kadıyyetü’l-Vahde, Beyrut:1987:77.Zaten isyana destek veren Arap liderlerin büyük bir çoğunluğu da Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra ‘Arap birliği’ idealini gerçekleştirmek ve bu ideali kovalamak yerine kişisel hırslarının ve bölgesel amaçlarının gerçekleştirilmesinin peşine düşmüşlerdir (Cleveland, the Making of an-Arab Nationalist:Ottomanism and Arabism in the Life and Thought of Satı al-Husri, Princeton:1971,s.48). Savaştan sonra ortaya çıkan siyasi harita bunu ispatlamaktadır.



[xxi] WALLACH, Janet (1996), Desert Queen:The Extraordinary life of Gertrude Bell,      Weidenfeld & Nicolson, London, s.77-78.



[xxii] Bell, Gertude, the Desert and the Sown, London:1907, s.140.



[xxiii] Feridun Kandemir’in 1918 yılında Mısır’dan İstanbul’a dönerken Şam’da yaşadıkları bu tezimizi daha da güçlendirir türdendir: “… Şam’da Faysal’ın misafiriydik… [bir konser için bulunduğumuz salonda] nereye oturalım diye bakınırken, hıncahınç davetlilerle dolu salonda, “Türkler!. Türkler!…Türk kardeşler!…” diye bir ses yükseldi. Bir de baktık ki, aşağıda oturanlar arasında iki üç kişi ayağa kalkmış, kollarını bizim locaya doğru açmış, çırpına çırpına bağırıyor: “Yaşasın Türkler!… Türk kardeşler!..” salonda oturanların çoğu ayakta sevgi gösterileriyle tezahüratlar yapıyorlardı. Her gittiğimiz yerde büyük bir sevgi ile karşılandık.” Kandemir,  Feridun, Medine Müdafaası-Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, İstanbul:1991,s.317.



[xxiv] Musa, Süleyman, Es-Sevretü’l-Arabiyyeti’l-Kübra:Wathaiq ve Esanid,Dairetü’s-Sekafe ve’l-Fünun, Amman, s.78-82.



[xxv] ATASE arşivi, Kls. 159, Dos. 759-705, Fih. 7, 7-1, 7-2, 7-3,7-4,7-5’den akt., Toker, Hülya, TOKER, Hülya (1996), “Birinci Dünya Savaşı’nda Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in   İsyanı”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Genelkurmay Askeri Tarih                ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, s.193-201.



[xxvi] ATASE arşivi; Kls. 159, dos. 703, Fih. 5’den Akt. TOKER, Hülya (1996), “Birinci Dünya Savaşı’nda Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in                İsyanı”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Genelkurmay Askeri Tarih                ve stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, s.193-201.



[xxvii]Bu konuda daha ayrıntılı bilgi Von Kressın Türkçeye de tercüme edilen hatıratında bulunabilir:Son Haçlı Seferi: Kuma Gömülen İmparatorluk, Yedi Tepe Yayınları, İstanbul:2007



[xxviii] Efraim ve İnari Karsh’in belirttiğine göre “I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda 300.000 Arap asker savaşmıştır.” (Karsh, Efraim ve İnari Karsh, “Reflections on Arab Nationalism”, Middle Eastern Studies, Cilt:32, No:4, 1997:374.



[xxix] “… O zamanlar Mısır’da Arap diye bedevilere denirdi. Mısırlılar kendilerini Arap’tan saymazlardı. Şerif Hüseyin hareketi başladığında Mısır bunun dışında kalmıştı. Osmanlı Devleti İngilizleri Mısır’dan kovacak ümidiyle Araplığa taraftar değillerdi…” (Berkes, 1975:93).



[xxx] Arab Bulletin, 30 Haziran 1916, Cilt:1, No:7:4



[xxxi] Dawn, Ernest, From Ottomanism to Arabism, Chicago:1973, s.132.



[xxxii] Tauber, Eliezer, the Emergence of Arab Movements, London:1993, s.293.



[xxxiii] Karsh ve Karsh çalışmalarında bölgesel otonomi talep edenlerin sayısını 207 olarak belirlemişlerdir (Karsh  ve Karsh, 1997:376)

21.719 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir