GELİBOLU’YU ANLAMAK

Çanakkale’den Gazze’ye… (Muzaffer Albayrak)

Çanakkale zamanı geldi. Yine bir 18 Mart’ı geride bıraktık. Yazılı ve görsel basın arşivlerden Çanakkale dosyalarını çıkardı. “Çanakkale Deniz Zaferi” her zamanki gibi hatırlandı.


Peki Çanakkale’de zaferi kazananlar ne oldu, nereye gitti, sonra ne yaptı diye hiç merak edildi mi?


Çanakkale’de savaş bitince buradaki kuvvetler diğer cephelere dağıtıldı. Bazıları Avrupa’da Galiçya cephesine, büyük bölümü Ruslarla savaşmak üzere Doğu cephesine, bir kısmı da Filistin cephesine nakledildi.


Bu yazı ile Filistin cephesine gönderilen Çanakkale’nin gazi tümenlerinden 16. Tümen’in 125. Alayı’nın Çanakkale’den sonra Gazze’deki kahramanlığını hatırlatmak istedik.


Gazze, stratejik konumu itibarıyla kuzeye giden Filistin yolunun ve güneye giden Mısır yolunun kapısı makamında olup sahip olduğu bol su kaynakları sebebiyle de askerî harekât açısından elde bulundurulması son derece önemli bir mevkidir. Bu sebeple Filistin’e karşı taarruz için hazırlıklarını tamamlayan Mısır’daki İngiliz ordusu, öncelikle Gazze’yi ele geçirmek için 1917 yılı Mart ayında harekete geçti. 26-27 Mart’taki Birinci Gazze ve 19 Nisan’daki İkinci Gazze muharebelerinde mağlup oldu. Bu iki mağlubiyet İngiliz ordusunda komuta değişikliğine sebep oldu. Yeni komutan Allenby çok geniş hazırlıklar yaptıktan sonra, 31 Ekim’de taarruza geçti ve Üçüncü Gazze Muharebesinde Türk mevzileri yarıldı.


Gazze’nin düşmesinin ardından İngiliz ordusu kademeli ve sürekli bir ilerleme ile bir sene içinde Filistin cephesini ve ardından Suriye’yi işgal ederek Yıldırım Ordular Grubu’nu Halep’in kuzeyine kadar çekilmek mecburiyetinde bıraktı.


Filistin cephesindeki bu acı sonun başladığı yer olan Gazze’de, Türk ordusu kahramanca ve onurlu bir mücadele sergilemiş, peş peşe iki muharebeyi kazanmıştı. Bu yazıya konu olan ve 92. yıldönümünde bulunduğumuz Birinci Gazze Muharebesi, bu onurlu mücadelelerin ilkidir.



 


Çanakkale zamanında Gazze’yi yazmak aslında çok da uygunsuz bir durum değil. Zira Gazze’deki muharebede çarpışan taraflar birbirinin yabancısı değildi. Onlar birbirini Çanakkale’den tanıyordu.


Birinci Gazze Muharebesi’ne katılan Türk birlikleri Çanakkale’de savaşmış olan 16. Tümen ile 3. Tümen’di. Gazze’ye saldıran İngiliz birlikleri içinde Çanakkale’den tanıdık 52., 53. ve 54. Tümenler ile Anzak Tümeni vardı.


Her iki tarafın Çanakkale tecrübesi ve hatıraları farklı şekillerde de olsa Gazze Muharebesi’nde tezahür etmişti. İngilizler tarafında, Filistin cephesindeki savaşlar Çanakkale’nin bir rövanşı olarak kabul edilmiş; Türk tarafında ise, Çanakkale’de mağlup edilen İngilize bir ders daha verme günü olarak görülmüştü.


Gazze’nin güneydoğusunda kasabaya ve düşman cephesine hâkim 70 metre yüksekliğinde külaha benzer küçük bir tepe vardır. Bu tepede Şeyh Ali Muntar’ın türbesiyle etrafındaki mezarlık bulunur. İşte 26-27 Mart 1917’de vuku bulan Gazze Muharebesi Türk askerinin “Mantar Tepe” dediği bu küçük Ali Muntar Tepesi üzerinde yoğunlaşmıştı.


Bu tepeyi savunan 16. Tümen’in 125. Alay’ı[1] sayıca çok üstün İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele etmiş, 26 Mart günü birkaç defa el değiştiren tepe en son İngilizlerin elinde kalmıştı. 27 Mart sabahı 125. Alay’ın yapmış olduğu süngü hücumuyla tepe tekrar geri alınmış ve Birinci Gazze Zaferi kazanılmıştı.


125. Alay Muharebe Gümüş Liyakat ve Gümüş İmtiyaz Madalyaları ile taltif edildiği gibi sancağı; “Osmanlı-İngiliz harbinde 125. Alayın 27 Mart 1917 Gazze Muharebesi’nde gösterdiği fevkalade şecaat ve fedakârlığın hatırasıdır” ibaresi yazılı bir kurdela ile süslenmişti.[2]


Gazze Muharebesi’ni Zeytindağı isimli eserinde Falih Rıfkı şöyle tasvir etmiştir:


“Kısaca Muntar Tepe denen bu toprak çıkıntısı Gazze muharebelerinde unutulmaz bir isim bıraktı. Cephemizle karşı cephe arasında en elverişli gözetleme yeri burası idi. Arap mezarlarının altında sekiz tünel deldik, cesur gözetleme subayları bu tünellerden geçip top ateşimizi idare ediyorlardı.


Gazze taarruzunda İngilizler karadan ve denizden en ağır toplarıyla üç gün Ali Muntar tepesini dövdüler. Korkunç bir gürültü ile toprağı karıştıran mermiler altında, ufak tepenin yüksekliği birkaç metre azalmış, ateş altında bir yanardağa benzeyen tepe; toz, toprak, sarı ve siyah dumanlar içinde boğulmuş idi. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları ve senelerden beri ılık mezarlarının içinde uyuyan ölülerin kemikleri bize kadar geldi.[3]


Bu cehennemi ateş altında tepeyi savunan ve İngilizlere karşı Gazze zaferini kazanan 125. Alay’ın yaralı kahramanlarından birine hastanede bir subay sorar:


– Nasıl, yine gelirler mi dersin?


– Gelemezler efendi… Bizim alayı gördüler![4]


Kahraman er, Çanakkale’ye gönderme yapmaktadır. İşte Çanakkale’nin Türk askerine kazandırmış olduğu özgüven ve inancın en müşahhas örneği bu askerin cevabında tezahür etmiştir.


Buraya kadar anlattıklarım aslında sizinle paylaşmak istediğim bir yazıya giriş mahiyetini taşımaktadır.


Söz konusu yazı, Harp Mecmuası’nda Mayıs 1917’de “Gazze Muharebesi” başlığı ile çıkmıştır. Gazze ve Ali Muntar Tepe’de kendinden birkaç kat üstün İngiliz kuvvetlerine karşı çarpışan 125. Alay’ı ve bu alaya mensup subay ve erleri anlatan yazı ile 92. yıldönümünde Gazze Zaferini ve kahramanlarını yâd ediyoruz. Ruhları şâd olsun.


 


 


Gazze Muharebesi[5]


1



Aklın ve askerliğin kabul edemeyeceği kadar uzun süren süngü ve dipçik kavgası bir türlü bitmiyordu. Yer kıpkırmızı olmuş ve cesetle dolmuştu. Bu didişme her taraf kararıncaya kadar devam etti.


İngilizler pek çok olduklarından yerlerinde duruyorlardı. Bir avuç kahraman da ölmeyi; geri gitmeye, teslim olmaya tercih ediyordu. Nihayet karanlık meseleyi halletti. Herkes olduğu yerde kaldı. Telsiz-telgraf; “Gazze müdafilerine selam! Sabaha kadar sabır!” sözlerini getirdi.


125. Alay’ın bağlı olduğu tümen[6] kendisinden epeyce uzaktı. Alay emindi ki tümeni her türlü fedakârlığı yapacak, kendisini kurtaracaktı. Fakat düşman bunu herhalde hesap etmiş, tümene karşı da bir kuvvet ayırmıştı. Bundan dolayı bu demir çember arasında daha çok sebat etmek lâzım geliyordu.


Alay durmadı, gece bütün Gazze’nin sokaklarını tahkim etti. Tümeni kendisini kurtarırsa düşmana hücum edecek, buna imkân olmasa son neferine kadar boğuşa boğuşa ölecekti. Alay kumandanı[7], Trablusgarp’ta, Çanakkale’de çok çarpışmış nişanla süslü eski sancağını açtı ve:


-“Arkadaşlar! Karşımızdaki düşmanı hepimiz tanırız. Kuvveti bizden pek büyüktür. Fakat unutmayınız ki Allah’ın yardımı elbet bütün kuvvetlerden üstündür. Bu şerefli sancak düşmanın eline geçmeyecek; ya düşman mağlup olacak ya Gazze 125. Alay’a mezar olacak!” dedi.


Bu sözleri herkes büyük bir dindarâne tevekkül ile dinliyor ve biraz sonra yapacakları kavgaya hazırlanıyorlardı. Yaralılar, şehidler toplandı. Bütün gece düşmanla pek yakın geçti. Avuç içi kadar olan kasabanın evlerine sokulan düşmanı takviye eden birliklerin kasaba dışındaki şabbareler[8] arasından yaklaştıkları görülüyordu.


Artık şafak sökmüş karaltılar daha açık bir şekilde görünmeye başlamıştı. Düşman kıtaatı daha ziyade yaklaşıyor, dün[9] başa çıkaramadığı işi bugün iki misli kuvvetle başa çıkarmak istiyordu. Güneş kendini gösterdiği zaman şarktan ve pek yakından top sesleri işitilmeye başladı. 125. Alay, tümeninin pek yakınında olduğunu anladı. Artık alay kabına sığamıyor, saldırmak için yer arıyordu. Alay kumandanı, 1. taburuna emretti. Gazze’ye hâkim olan Muntar Tepe düşmandan temizlenecekti.


Çok geçmemişti şarapnel, obüs yağmurları arasında süngüleri parlayan kahramanların düşmana doğru atıldıkları görüldü. Yok edici mermiler hedeflerini bulmakta gecikmiyor, memleketin fedakâr yavrularını birer birer yere seriyordu. Fakat ölümden, ateşten ürkmeyen tabur, dünün intikamını almak için durmadan ilerliyordu.


Taburun yaveri Asteğmen Akif Efendi emir götürmek üzere ileri gitmişti. Cesur genç, emri tebliğ ettiği kıtanın fedakârlığını görünce duramadı. Orada yaralanmış olan Tarsus’un Ali Fakih köyünden Mustafa oğlu Ali Çavuş’u gördü. Daha hücumun başlangıcında takımına kumanda eden bu çavuş çok ileride gidiyordu. Akif Efendi:



-Çavuş! Silahını bana verir misin? Senin yerine ben gideyim, dedi.


Son demlerini yaşamakta olan çavuş:


-Al efendi! Ben kana kana öldüremedim, sen benim için öldür! cevabını verdi.


Şimdi Akif Efendi, elinde süngüsü takılmış tüfeği ile askerin önünde tepeye doğru koşuyordu. Tepe işgal edilmiş, süngülenen İngilizlerden arta kalanlar esir edilmişti. Akif çok İngiliz süngülemişti. Tepenin alındığı haberini geri götürmek üzere iken bir obüs patladı. Duman arasında kalan Akif’i aradılar. Kanlar içinde yerde yatıyordu. Bölük kumandanı tabura yazdı:


-Tepeyi aldık, Akif’i şehid verdik!


 


***


2


Esasen bir akşam evvel keşif kollarımızdan gelen haberler düşmanın hatlarımıza yaklaşmakta olduğunu bildirmişti. Her tarafa teyakkuz emri verildi. Herkes anlıyordu ki Çanakkale’de mağlup ve perişan olan düşman, burada intikam almak istiyordu. Nitekim esir olan bir İngiliz subayı:


-Tarihimize yazdığımız Çanakkale’ye mukabil biz de böyle bir gün yazacağız! demişti.


Gazze’de herkes daha geceden hazırlandı. Sabah oldu, güneş çölün nihayetsiz ufuklarını aydınlatırken uzun uzun kolların Gazze’ye doğru ilerledikleri görüldü. Gittikçe yaklaşan bu düşman kıtaatının Gazze muhafızlarından belki on kat daha çok olduğu anlaşıldı. O mevzide duran bir avuç kahraman arasında, Adana’nın 125. Alay’ı vardı. Gelen düşman da Çanakkale’de karşılaştığı İngilizler idi. Pek kuvvetli ve çok olan İngiliz süvarisi pek çabuk yaklaştı ve mevzinin yanlarına, gerilerine doğru sarkmaya başladı. Denizdeki on beş geminin yardımı ve topçusunun cehennemî ateşi ile hücuma başladı. Toplar işliyor, insanların adam öldürmek için icat ettikleri bütün silahlar her tarafa ölüm saçıyordu. İnatçı düşman ilerliyor, karşısındaki siperler üzerine durmadan koşuyordu. Gemilerin yandan ve geriden yaptıkları ateşler artık siperde durmaya imkân bırakmamıştı. Orada duranlar büyük bir zaruretle siperlerini terk ve müdafaa ettiği Gazzeʼnin sipersiz yerlerine çekilmek zaruretini hissettiler. Artık düşman Gazze’nin müstahkem mevzilerini zaptetmiş ve mevzinin gerilerine doğru sarkarak buradaki kuvvetin, asıl kuvvetlerle bağlantısını tamamen kesmişti.


İşte o zaman mevziini, sipersiz bir mahalde, kendisinden belki on-on beş kat daha çok olan düşmana karşı müdafaa emrini alan 125. Alay’ın 3. Taburu, düşmanın üzerine atıldı. Düşman süngü muharebesine bir türlü cesaret edemiyor, manevra ile taburu elde etmek istiyordu. Fakat kahraman tabur yakasını düşman eline vermeyip döğüşe döğüşe sonuna kadar çarpışmak ve bu suretle şanlı ismine leke sürmemek istiyordu. Çok geçmedi tabur her taraftan düşmanla kuşatıldı. Ve artık kuvvetinin pek çok olmadığını gören ve kendisinin on-on beş kat daha çok olduğunu anlayan düşman, taburun teslim olacağını ümit ederek derhal süngü hücumuna kalktı. Taburun cesur subayları, kahraman neferleri hiçbir zaman yılmadıkları İngilizlerin süngülerinden yine yılmadılar ve şiddetle mukabele ettiler.


Tam bu zamanda 12. Bölük Kumandanı Giritli İbrahim Efendi, taburun ihtiyatı olarak bölüğüyle geride idi. Yeni terfi etmiş, genç yüzbaşı, Arıburnuʼnda, Kırmızı Sırtʼta dokuz ay İngilizlerin karşısında istirahat etmeden harp etmişti. Süngü takmış neferlerine:


-Çocuklar, ileri! Bu İngilizler Çanakkale’den kaçanlardır. Haydi, bir ders daha! dedi.


Bölük, kükremiş birer arslan gibi düşmana saldırdı. Süngü muharebesi olanca şiddetiyle devam ediyordu. Gözleri fırlamış, saçları dimdik olmuş neferler durmaksızın döğüşüyor, elinde süngüsü takılmış tüfeğiyle Yüzbaşı İbrahim Efendi, bu kanlı döğüşmede ara sıra bir şimşek gibi parlıyordu. Elindeki süngüsünü beş, on defa düşmana saplamıştı. Düşman o kadar çoktu ki kahraman neferler nereye saldıracaklarını bilemiyor ve nereye süngülerini savursa orada bir düşman buluyorlardı.


Boğuşmanın içerisinde zalim bir süngü yüzbaşıya yöneldi ve derhal karşılık buldu. Fakat süngüsünü saplamaktan korkan düşman derhal dolu olan tüfeğinin tetiğini çekerek kahraman yüzbaşıyı yere serdi. Bölüğün başçavuşu Kozanlı Mehmed oğlu Hasan Tahsin (aynı gün şehid olmuştur) çok sevdiği yüzbaşısını kurtarmak üzere atıldı ve süngüsünü düşmanın bağrına sapladı. Çavuş bölüğünün intikamını almıştı. Fakat arslanlar gibi döğüşen yüzbaşı artık yerde yatıyordu.


***


3


Makineli tüfek bölüğünün, kaçan düşmanı ateşiyle ezmek için ileriye atılması lâzım geldi. Düşmanın kesif ateşleri altında bölük pek güçlükle ilerliyordu. Adanalı Ruhsâr Efendi isimli pek genç bir teğmen tüfeğini indirdi ve kucaklayarak tepeye koştu. İngilizler küme küme kaçıyorlardı. Mitralyözler düşmana ölüm sağanakları yağdırmaya başladı. Düşen, yıkılan İngilizleri gördükçe; “Aman yüzbaşım daha öldürelim!” diyordu. Evet, düşman gözden kayboluncaya kadar mitralyözler pek çok öldürmüşlerdi. Fakat nereden geldiği belli olmayan hain bir kurşun zavallıyı vurdu. Hastaneye göndermek istedikleri zaman gitmemek, muharebenin sonuna kadar çok sevdiği tüfeklerinin başında kalmak istiyordu. Alay kumandanı geldi. Bu küçük yapılı teğmeni alnından öperek babacan ve amirâne bir tavırla; “Haydi çocuğum, hastaneye git. Sen bana lâzımsın” dedi. Kolu sarılmış Ruhsâr Efendi geriye dönerken ölen arkadaşları için gözyaşı döküyor ve geri gittiğinden dolayı bir türlü kederini saklayamıyordu.[10]


Düşman Gazzeʼyi almak için son gayretini de sarfa karar vermişti. Toplarını küçük tepeye çevirdi. Şarapneller, obüsler susmadan inliyor, denizden düşen mermiler her tarafı sarsıyordu. Tepe üzerinde zırhlardan, demirlerden daha metin olan arslanlar yerlerinden kıpırdamamışlardı. Düşman ateşini o kadar ziyadeleştirdi ki Muntar Tepe üzerinde artık canlı bulunamazdı. İşte o zaman düşman kolları tekrar Muntar Tepeʼye saldırdı. Muharebe pek ziyade şiddetlenmişti. Düşman kolları arasına düşen mermilerimiz saflar arasında büyük boşluklar bırakıyor, mitralyözlerimiz düşmanı biçiyordu. Düşman Muntar Tepeʼyi tekrar aldı. Fakat orada bir yığın cesetten başka bir şey bulamadı. Düşman tepeyi zaptettiğinden dolayı mağrur, muzafferiyetten emin idi. Tepeye derhal mitralyözler getirdi.


Alay kararını vermekten çekinmedi. Bütün kuvvetiyle Muntar Tepeʼye atılacaktı. Toplarımız kulakları çınlatan uğultularla Muntar Tepeʼyi döğmeye başladı. Düşman aynı şekilde mukabele ediyordu. Muharebe pek büyük şiddet kazanmış, ölüm fırtınaları arasında bütün alay hücuma kalkmıştı. Çok geçmeden tepe bu defa mitralyözleri, otomatik tüfekleri ve müdafii olan İngilizlerle beraber alayın eline geçmişti.


Şarkta top, tüfek sesleri gittikçe ziyadeleşiyordu. Tümenin diğer kıtaatı, kahraman arkadaşlarının, Çanakkale’de şerefle harp ederek mağlup ettikleri İngilizlerin eline düşmemesi için döğüşüyorlar, düşman da zırhlı otomobillerini, süvarilerini, obüslerini, hulasa bütün vasıtalarını kullanarak bu kuvvetleri durdurmaya uğraşıyordu. Şerefli sancaklarına leke sürdürmemek isteyen kıtaatımızı düşmanın hiçbir kuvveti durduramadı. Daha öğle olmamıştı, uzaktan dörtnala gelen üç süvari görüldü. Süvariler düşman elinden kurtulmak için öteye beriye sapıyorlar, mutlaka Gazze’ye gelmek istiyorlardı. Çok geçmedi, şabbareler arasından akıp gelen süvarilerden birisinin tümenden gönderilmiş Üsteğmen İstanbullu Mukbil Efendi olduğu anlaşıldı. Şehre girerken 125. Alay’ın Çanakkale’de dört defa yaralanan subayına, İstanbullu Saffet Efendi’ye[11] rast geldi. Tümenin yaklaştığı haberini verir vermez sordu:


-Saffet! Bu defa sana bir şey olmadı mı?


Saffet gülüyordu ve:


-Bu defa hisseme yalnız bir dipçik düştü! dedi ve beşinci yarasını alan kafasını gösterdi.


Her iki taraftan tazyik edilen düşman, artık firar ediyor, Gazze’yi kurtarmaya koşan kıtaat artık şehre giriyordu. Takip muharebesi akşama kadar devam etti. Düşman her şeyi bırakarak kaçıyordu.


Yüzbaşı İbrahim Efendi o saate kadar yaşıyor, hastanede karyolası üzerine uzanmış ikide bir de; “Gazze kurtuldu mu?” diyordu.


Gazze’nin kurtulduğu ve tümenin yetiştiği haberi verildi. Düşmanın perişan surette kaçtığı anlaşıldığı zaman, kan kalmamış dudakları gülümsüyor, intikamın alınmış olduğundan dolayı hissettiği memnuniyet gözlerinden okunuyordu. Bir gün evvel posta gelmiş, muharebe sebebiyle dağıtılamamıştı. Yaralıları memnun etmek için tabur mutemedi bir sürü mektupla hastaneye girdi ve İbrahim Efendi’ye henüz bir senelik zevcesinden gelen mektubu verdi.


O saate kadar yarasından şikâyet etmeyen, bütün ağrılara büyük bir metanetle mukavemet eden arslan yüzbaşı kalbinden vuruldu. Gözleri yaşardı. Doktorlar ümidi kesmişlerdi. Artık daha fazla yaşayamayacaktı. Dudaklarından anlaşılmayan birkaç kelime çıktı. Bundan sonra gözlerinde, her sözden daha manalı iki yaş damlası görüldü ve Allahına kavuştu.


Güneş çölün ufuklarını kızıllıklara boğarak kaybolurken düşman kolları da artık görünmüyordu. Muharebe büyük ve derin bir sessizliğe dönüşmüştü. Gündüzün kanlı didişmesi, top tüfek uğultuları artık hep susmuşlar, yalnız iki günlük kavganın enkazı; ölüler, yaralılar, kırılmış toplar, tüfekler kalmıştı. Çölün sâkin gecesi, parlak ve lekesiz semasından, sanki o didişmenin şahidi olmamışlar gibi yine yıldızlar parlıyor, yine geceye mahsus rüzgâr serin serin esiyordu. Karanlık tamamıyla bastığı zaman hurmalıklar arasında toplanan şanlı şehidlerin cesetleri ebedî istirahatgâhlarına, arkadaşlarının hürmet ve gözyaşları arasında terk edilmeye başladı. O gün düşman mağlup edilmiş, zafer, sancaklarımızı kucaklamıştı.


 


 



 


[1] 16. Tümen’e bağlı 125. Alay, Adana-Mersin bölgesinden toplanan askerlerden oluşmuştu. Çanakkale Muharebelerinde, Arıburnu Cephesi’nde Kırmızı Sırt mevkiinde düşmanın bölgeyi tahliyesine kadar bulunmuş, askerinin kahramanlığı ve gözüpekliği ile meşhur olmuş, “Hücum Alayı” diye nâm salmış güzide bir alaydır.



[2] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DUİT, 179/16.



[3] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1992, s. 166.



[4] A.g.e s. 164.



[5] Harp Mecmuası, Sayı: 19, s. 290-292.



[6] 16. Tümen.



[7] Binbaşı Rahmi Bey.



[8] Frenk inciri denilen ve sık dikenli yaprakları sebebiyle bahçelerin etrafında doğal çit vazifesi gören çalılıklar.



[9] 26 Mart 1917.



[10] 125. Alay 11 Bölük’te Teğmen Tarsuslu Hilmi oğlu Ruhsar, Birinci Gazze Muharebesinde gösterdiği fevkalade hizmet dolayısıyla dokuz ay seferi kıdem zammıyla ödüllendirilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DUİT, 155/45.



[11] Üsteğmen Saffet Efendi (General Saffet Pozantı) Çanakkale Muharebelerinde Arıburnu cephesinde 16. Tümen 125. Alay 3. Tabur 10. Bölük komutanı olarak bulundu. Çok cesur bir subay olan Saffet Efendi bilhassa 7/8 Mayıs gecesi Arıburnu’nda düşmana yapılan bir baskında kendini göstermiştir. Arıburnu cephesindeki Kanlısırt-Kırmızısırt arasında cephenin tutulması açısından son derece önemli bir mevki olan Şehitler Tepesi’nin düşmandan geri alınması için bir baskın tertiplenmişti. Bunun için 140 kişilik bir fedai müfrezesi hazırlandı ve müfreze komutanlığına Üsteğmen Saffet getirildi. Gece saat 22’de müfreze sessizce tepeye yaklaştı. Ancak tepenin stratejik öneminin farkında olan düşman burayı tahkim etmiş makineli tüfek ve el bombalarıyla donatılan düşman askerleri uyanık bulunuyordu. Her şeye rağmen fedailer ilerlediyse de düşmanın şiddetli ateşi zayiatı arttırdı. Müfrezenin mevcudu 60-70 kişiye indi. Saffet Efendi de yaralanınca baskın başarılı olamadı. Omuzundan yaralanan Üsteğmen Saffet hastaneye kaldırıldı. Bu onun Çanakkale’deki ilk yarasıydı.

19.663 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir