Günümüzde Avrupa emperyalizminin hedefi hâline gelen ve bir iç savaş yaşamakta olan Libya toprakları 100 yıl önce de bir paylaşım kavgasına sahne olmuştu. Avrupalı devletler arasında başlayan sömürgecilik yarışı Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da kalan topraklarına da sıçramıştı. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar; Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Bingazi ve Mısır’da hâkimiyet süren Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki topraklarına göz dikmişler ve söz konusu bölgeleri hedef hâline getirmişlerdi. Büyük çoğunluğu Araplarla meskûn Osmanlı vilayetleri sırayla işgal edildi. 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransızlar, 1881’de Tunus’a saldırdılar. İngilizler ise 1882’de Mısır’ı, 1898’de de Sudan’ı sömürgeleştirmişlerdi.
Sömürgecilik yarışında diğer Avrupalı devletlere nazaran geç kalan İtalyanlar ise Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da kalan son topraklarına saldırmayı planlıyorlardı. Yani Trablusgarp ve Bingazi’ye. İtalyanların, Trablusgarp ve Bingazi’ye yönelik örtülü faaliyetleri aslında Osmanlı Devleti’ni hiç şaşırtmamıştır. Zira İtalyanlar, işgalden önce Trablusgarp’ı siyasî ve ekonomik bir nüfuz alanı olarak belirlemişler ve bu doğrultuda faaliyetler gerçekleştirmişlerdi. Doğu Afrika’da Habeşistan ve Eritre’de hâkimiyet sağlamak isteyen İtalyanlar, Trablusgarp’ı da işgal ederek Kızıldeniz’deki etkinliklerini Akdeniz’e de taşımayı hedeflemiş ve böylece büyük bir imparatorluk olma hevesine düşmüşlerdi.
29 Eylül 1911’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân eden İtalyanlar ilk olarak Trablusgarp ve Bingazi limanlarını bombardımana tutarak kısa bir süre sonra karaya asker çıkarmışlardır. İtalyan askerlerinin sayıca ve teknolojik açıdan üstünlüğü Trablusgarp ve Bingazi’nin savunmasını oldukça güçleşmiştir. Çünkü İtalyanların bölgeye yönelik faaliyetleri yeterince dikkate alınmamış ve Libya dâhilinde asker ve silah yığınağı yapılamamıştır. Ayrıca bölgedeki kuvvetlerin büyük bir bölümünün 1910’da Yemen’de başlayan isyanı bastırmak üzere Asir’deki Seyyid İdris üzerine gönderilmiş olması Libya’nın savunmasını oldukça zorlaştırmıştır. Osmanlı donanmasının da zayıf ve yetersiz bir durumda bulunması sebebiyle Akdeniz üzerinden bölgeye lojistik destek sağlamak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Mısır ve Tunus’un İngiliz ve Fransızların elinde bulunması ise bölgenin İstanbul’la kara bağlantısını kopardığı gibi Libya’ya kuvvet gönderilmesini de engel teşkil etmiştir. Buna rağmen uzakta kalmış olsa dahi “vatan toprağını” kaderine terk etmeye razı olamayan büyük çoğunluğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup genç subaylar gönüllü olarak cepheye koşmayı kararlaştırmışlardır. Örneğin cepheye gitmeyi kararlaştıran Binbaşı Enver Bey, 11 Ekim 1911 tarihli mektubunda şunları yazar: “Trablus, zavallı memleket, kaybetti şimdilik. Kim bilir belki de ebediyen… Peki o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlakî görevi yerine getirmek için.”
İtalyanların, Trablusgarp ve Bingazi’yi işgal teşebbüsleri Libya halkının yanı sıra Müslümanlar arasında da ciddi anlamda bir tepki uyandırmıştır. Hatta bu anlamda bir İslâm kamuoyunun oluştuğu ifade etmemiz mümkündür. Libyalı Arapların hilafete olan bağlılığı savaş sırasında kendisini göstermiş ve İttihatçı subaylar Trablusgarp’ı bütün imkânsızlıklara rağmen savaşmadan terk etmeyeceklerini ilân etmişlerdir. Libyalı Müslümanların da İtalyan işgal teşebbüslerini; İslâm’a yapılan bir saldırı olarak görmesi uzun yıllar boyunca devam eden Türk- Libya dostluk ve kardeşliğinin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Libya’nın saygın tarihçilerinden Ali Mustafa el- Mırsati konuya dair şunları kaydetmektedir: “İslam dünyasının doğu ve batısındaki Müslüman ülkeleri koruyan Türk kuvvetleri ve Türk deniz gücü olmuştur. Yüz yıllar boyu İslamiyet’i ve İslam dünyasını koruyan bu kuvvetlerdi. (…) Bu ortak bir mücadeledir. Birbirine geçmiş temiz kandır.”
1911- 1912 Trablusgarp Savaşı, Millî Mücadele’nin adeta bir ön provası olmuştur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan birçok genç subay oradadır. Libya’nın kızgın çöllerinde İtalyanlara karşı Müslüman halkı ve vatan toprağını korumak için giden gönüllüler arasında kimler yoktur ki? Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olacak olan Binbaşı Enver (Paşa), Kût’ül Amâre zaferinin mimarı Binbaşı Halil (Kut), sonradan Kafkas İslâm Ordusu Komutanı ve Bakü fatihi olacak Teğmen Nuri (Killigil), Cumhuriyetimizin kurucusu Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), Cumhuriyet devrinin Başbakanlarından Binbaşı Ali Fethi (Okyar) ve Teşkilât-ı Mahsûsa’nın en önemli isimlerden olan Süleyman Askerî Bey’den tutun Kuşçubaşı Eşref’e kadar herkes oradadır. Hatta yalnızca Türk subayları değil, İslâm dünyasının dört bir yanından çeşitli gönüllüler gelmiştir cepheye. Bu anlamda Müslümanlar arasındaki saygın konumlarıyla Libyalı Müslümanlara destek olmak için Fransızlara karşı Cezayir’deki direnişin sembolü hâline gelen Emir Abdülkadir el- Cezayiri’nin oğlu Emir Ali Paşa, Tunuslu Şeyh Salih Şerif es- Senûsî, yakın tarihimizin önemli kahramanlarından Sudanlı Zenci Musa, Trablusgarp milletvekili Ferhad Bey, Bingazi milletvekili Ömer Mansur Paşa ve Cebel milletvekili Süleyman el- Barunî gibi isimler koşmuştur cepheye.
İtalyanların, Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki son topraklarına tecavüzü Anadolu’nun yanı sıra Avlonya’dan, Bağdat’tan, Selanik’ten, Şam’dan, Üsküp’e kadar büyük tepkilere yol açmıştı. Bu doğrultuda her yerden maddî ve manevî yardımlar gelmiş, işgali telin mitingleri düzenlenmiş, özellikle İttihat ve Terakki kulüpleri vasıtasıyla ianeler toplanmıştır. Mısır’dan Hindistan’a kadar iane cemiyetleri kurulmuş Cezayir ve Tunuslu Müslümanlar Libya’daki direnişçilere ciddi anlamda destek sağlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu zor duruma rağmen gönüllü olarak Libya’ya gitmeyi kararlaştıran Türk subayları, Enver Bey’in evinde bir araya gelerek istişarelerde bulunmuş ve çeşitli hazırlıklar yapmışlardır. Türk subayları, Libya’ya doğrudan kara bağlantısı olmadığı için deniz yoluyla Mısır veya Tunus’a oradan da Trablusgarp veya Bingazi’ye geçmişlerdir. Enver Bey, tedbili kıyafetle birlikte sahte bir pasaport kullanarak önce deniz yoluyla İskenderiyye’ye oradan da büyük zorluklara katlandığı bir çöl yolculuğuyla Bingazi’ye ulaşmış ve komutayı devralmıştır. İtalyanların maddî üstünlüklerine karşı Libya halkını teşkilatlandıran Enver Bey ve Türk subayları, gayri nizamî harp taktikleriyle işgal kuvvetlerini oyalamayı başarmış ve adeta kıyıya hapsetmişlerdir.
Libya’daki Türk subaylarına en büyük destek Şeyh Ahmet Şerif es- Senûsî’nin başında bulunduğu Senûsîyye tarikatından gelmiştir. Şeyh Senûsî, İtalyanlara karşı mücadelede Türk subaylarına yardım etmiş ve yerel halkın teşkilatlandırılmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır. Savaş sırasında Senûsî zaviyelerini ziyaret eden Enver Bey, çok sayıda gönüllü toplamayı başarmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında da mücadelesini sürdüren Şeyh Senûsî, 1918’de Enver Paşa tarafından İstanbul’a davet edilmiştir. Sirte’den hareketle bir Alman denizaltıyla Pola’ya gelen Şeyh Senûsî buradan da trenle İstanbul’a gelmiştir. Gelir gelmez yeni padişah Sultan VI. Mehmet (Vahdeddin)’e Eyüp Sultan’da kılıç kuşatan Şeyh Senûsî, daha sonra Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye destek vermiştir.
Türkistan’da Ruslar’a karşı savaştığı yıllarda dahi Trablus’taki bedevîlerini özleyen Binbaşı Enver Bey, 16 Kasım 1911’de yazdığı bir mektupta Libyalı Arapların, hilafete olan bağlılığını şu şekilde açıklamaktadır:
“[Tobruk’a] Vali tayin ediyor olmam belki sizi şaşırtacak ama ben Halife tarafından gönderilen biriyim ve Sultanın damadıyım. Bir tek bu bağlantı bana yardım ediyor. Araplar Hürriyet Kahramanı ya da Binbaşı Enver Bey’i tanımıyorlar ama Halifenin damadına saygı gösteriyorlar. Ben burada Sultanın adına hükmediyorum ve vatanım da belki evliliğim açısından benden memnun. (…) Araplar ister istemez bana Paşa diyorlar. Sultanın akrabası olan birinin Bey olarak kalmasını anlayamazlar. Bugün Murabıtlara girerken Arapların elimi öpmek için telâşları bana dokundu. Hakikaten Allah’ın bana bu iyi, saf ve sadık insanların vatanını korumak için bir şey yapmama izin vereceğimi ümit ediyorum.” Enver Bey bir başka mektubunda ise satırlarına şu şekilde devam etmektedir: “Benim yiğitlerim vazifelerini yapmaya devam ediyorlar. Biliyorsunuz hepsi fanatik Müslüman, düşmanın önünde ölmek onlar için Allah’ın bir lütfu. (…) Bir aile var, yalnızca baba kaldı, 11 oğlan ve akrabalar öldüler. Ona başsağlığına gittiğimde bana, “Vatanın dini için düşman önünde ölmüş olmalarından mutlu ve gururluyum” dedi kısaca.”
Libya’daki direniş yaklaşık 200.000 kadar İtalyan askerini kıyıya hapsetmiş ve iç kesimlere girmelerini engellemiştir. Bir yıl boyunca yerel halkı teşkilatlandırmayı başarmış olan Türk subayları, 8 Ekim 1912’de Trablusgarp Savaşı’nı fırsat bilen Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ’ın birleşerek Osmanlı Devleti’ne savaş açması ise Libya’daki direnişin kaderini değiştirmiştir. Balkan Savaşı’nın başlaması ve 12 Ekim 1912’de Uşi Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Türk subayları Libya topraklarından çekilmek zorunda kalırlar. Fakat Enver Bey, Libya’daki direnişin devam ettirilmesi noktasında karar alır
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa [Killigil] Afrika Grupları Komutanı olarak Libya’ya gönderilir. Burada Teşkilât-ı Mahsûsa mensubu Türk subaylarının komutası altındaki Senûsî direnişçileri teşkilatlandıran Nuri Paşa, Kuzey Afrika’da İtilâf Devletleri’ne karşı ciddi bir mücadele yürütür. Enver Paşa’nın ismi ve hâtıraları Kuzey Afrikalı Arap ve Berberiler arasında her daim saygıyla hatırlanmakta ve mücahitler Fas’tan, Mısır’a Libya’dan Sudan’a kadar işgalcilere karşı savaşmaktadır. Nitekim Enver Paşa tarafından savaş sırasında Fizan’da bir telsiz istasyonu kurmak üzere görevlendirilen Teşkilât-ı Mahsûsa subaylarından Teğmen İhsan (Aksoley), hâtıratında bölge halkının Enver Paşa’ya olan sevgisi ve bağlılığına dikkat çekmektedir:
“1911 Osmanlı- İtalyan Harbinde Kuzey Afrika’da bulunan Enver Paşa’yı; Tunus hududundan Mısır hududuna kadar herkes bilir, gönülden sever, sayar ve Enver Paşa’ya sonsuz güvenirdi. Trablusgarp Türk subaylarına ve çavuşlarına da aynı duygularla bağlı idi. Türkleri yanlarında görmekten ve Türklerin başlarında kumandan olmasından sonsuz memnunluk ve huzur duyarlardı. Sahrada bit çobanın ve şehirlerarası bir deve kervanı sürücüsünün uzun uzun çektiği yâleller arasında dört kelime duyulurdu: “Yaşa, yaşa Enver Bâşâ…” Enver Paşa’nın başına “re’sek Enver Bâşâ diye yemin edilir, bu yeminden sonra yalan söylenmez ve yalan söyleneceği de düşünülemezdi.”
İhsan Bey’in aktardığına göre bir gün karargâh muhafız bölüğünde kaybolan bir silâh yüzünden Libyalı bir mücahit falakaya yatırılmıştı. Mısrata mutasarrıfı Ramazan Bey tarafından cezalandırılan mücahit bayılmış yüzüne su serpilmesiyle birlikte bir süre kendine gelmişti. Bu mücahit, “Enver Paşa’nın başı üzerine yemin ederek silah çalmadığını tekrarladı. Bu yemin, mücahidin suçsuzluğunu kabule kâfi geldi.” Halife için direnişe geçen Libyalı mücahitler, Enver Paşa’ya duydukları derin bağlılık doğrultusunda mücadelelerini sürdürmüşlerdi. Nitekim 1916’da Trablusgarp’ı vatan topraklarına geri kazandırdığını ilân eden Osmanlı Devleti, yerel halk arasında büyük sevgi gösterileriyle karşılanmıştı.
Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Valisi ve Askerî komutanı olarak atanan, Cebel milletvekili Süleyman el- Barunî ve beraberindeki bir heyet, 15 Ekim 1916’da Mısrata’ya gelmiştir. Ellerinde Osmanlı bayraklarıyla birlikte Barunî ve Osmanlı memurlarını karşılamaya gelen halk oldukça kalabalıktır. Mısrata’nın ileri gelenleriyle birlikte idareciler büyük bir sevinç içerisinde karşılanırlar. Mısrata mutasarrıfı Ramazan Süveyhli’nin getirdiği atlara binen Osmanlı heyeti, büyük bir alayla birlikte Mısrata’ya girer. Afrika Grupları Komutan Nuri Paşa’nın kurmay başkanı, daha sonradan Genelkurmay Başkanlığı da yapacak olan Binbaşı Abdurrahman Nafiz (Gürman), bu anı şu şekilde anlatır:
“Kasabanın her yerinde Osmanlı bayrakları sallanmakta idi. Büyük küçük, kadın ve erkek bütün halk ve civar köylüler Mısrata sokaklarını doldurmuştu. Herkes büyük bir heyecan ve sevinç içinde yüzüyordu. İstanbul’dan gelmiş üniformalı Türk zâbitlerini görmek, halkı çıldırtıyordu. Gözlerine inanmak istemiyorlardı.”
Nuri Paşa’nın Kafkas İslam Ordusu’na komutan olarak atanmasıyla birlikte Şehzade Osman Fuad Efendi, Libya’ya gelerek komutayı devralmış ve Mondros Mütarekesi’nin sonuna kadar Senûsîlerle birlikte savaşa devam etmiştir. Türk subaylarının mütarekeden sonra Trablusgarp’tan çekilmek zorunda kalmasıyla birlikte direnişe devam edilmesi için yerli halk teşvik edilmiştir. Hatta bu doğrultuda bölgedeki Türk subaylarının çabaları doğrultusunda bir de bağımsız cumhuriyet ilân edilmiştir. 1918- 1922 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin desteğiyle Mısrata’da kurulan Trablusgarp Cumhuriyeti kısa ömürlü olsa da Libya tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Bu durum Türk- Libya ilişkilerinin ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunun da en önemli göstergelerinden bir tanesidir. Aynı şekilde Libya’da işgalci İtalyanlara karşı sergilediği destansı direnişle dünya çapında tarihî bir sembol isme dönüşen Ömer Muhtar, 1911- 1912 Trablusgarp Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mücadelesine hız kazandırmıştır. Daha önce Enver Bey’in komutasında da mücadele etmiş olan Ömer Muhtar, savaşlardaki başarılarından dolayı “Çöl Aslanı” ismiyle anılmış ve emrindeki Senûsîlerle birlikte 1931’e kadar ciddi bir direniş örneği sergilemiştir. Fakat İtalyan işgal kuvvetleri tarafından pusuya düşürülerek yakalanan Ömer Muhtar, 16 Eylül 1931’de idam edilmiştir.
Ömer Muhtar’ın oğlu Muhammed Muhtar, 2011’de Türkiye’ye geldiğinde mücadele arkadaşı olan Enver Paşa’nın torunu Arzu Enver Eroğan’la bir görüşme gerçekleştirmişti. Söz konusu görüşmede Muhammed Muhtar, “Osmanlı döneminde Enver Paşa , Mustafa Kemal Paşa ve diğer bazı Osmanlı subaylarının Libya’ya gelerek İtalyanlara karşı kendilerine yardımcı olmalarını da unutmadıklarını ve Tobruk bölgesindeki bir yola Enver Paşa’nın isminin verildiğini” ifade etmiştir. Muhtar ayrıca, “Ömer Muhtar ile İtalyanlara karşı savaşan Türklerden Enver Paşa vardır. Libyalı halkın hatırasında Enver Paşa’nın ismi hatıra olarak hep vardır” diyerek Libya’da İtalyanlara karşı yürütülen direniş sürecinde halkın Enver Paşa’yı hiçbir zaman unutmadığını da kaydetmiştir. Tarih boyunca Türklerle omuz omuza mücadele etmiş olan Libyalılar Türkiye’ye derin sevgi ve bağlılık duymaktalardı. Nitekim 1947’de kurulan Hizbu’l-İttihadi Trablus-i Türki, yani Türk-Trablus Birliği Partisi; Türkiye’yle federatif olarak birleşmeyi talep ediyordu. 1951’de bağımsızlığını kazanan Libya’da, Kral İdris Senûsî iktidara gelmesiyle birlikte söz konusu dönemde Türkiye’yle oldukça yakın ilişkiler tesis edilmiştir. İdris Senûsî, Türkiye’deki Libya asıllılardan devlet idarecileri talep etmiştir. Kral İdris’in yakın çalışma arkadaşlarından Cemaleddin Başağa bunlardan bir tanesiydi. Ayrıca ülkenin ilk başbakanı da “Arap Kaymakam” adıyla maruf Sadullah Koloğlu’ydu. Saygın tarihçilerimizden Dr. Orhan Koloğlu’nun babası olan Sadullah Bey, Derne doğumlu bir Kuloğlu olmakla birlikte Türkiye’de kaymakamlık ve valilik yapmış daha sonra ise Libya’da başbakanlık görevini yerine getirmiştir.